12.Bölüm: Asıl Sır

204 15 6
                                    

... O zamanlar bir ailemi severdim, bir de kılıcımı. Tek hatırladığım şey her zaman bahar gibi kokan, erkeğine dayanak olacak kadar güçlü bir kadın ve dağ boyunda, sert yüzlü bir adam...

Annem ve babam.

At üstünden inmediğimi de hatırlıyorum, berrak gök yüzünü de. Ve bir çocuk hatırlıyorum... benim dilimi bilmeyen, benimle aynı ama bir o kadar da farklı bir çocuk.

Anılar çok kesik, tam olanlar çok az. Ama o çocuk fazla net. Ona kardeş gibi davrandığımı hatırlıyorum; Zayıf kollarını güçlendirmesi için onunla birlikte şelaleye kadar kütük taşımamız, bana basit ticaret öğretişi, atıma duyduğum bağlılığa nasıl şaşırdığı, bana acayip elbiseler giydirip şölene götürmesi, ona saldıran ayının önüne tereddütsüz atlamam, kayalıklardan düştüğünde onu anneme götürüşüm, gece yarısı tanrısının tapınağında yaptığımız kısa şekerleme, o tapınaktaki konuşmalar, ona ok kullanmayı öğretişim...

Ve o savaş.

O zamanlar ne olduğumu bilmiyordum. Tanrı soyundan geldik sanıyordum. Ama savaştığımız zaman anladım ne olduğumu:

Ülke temsilcisi olduğumu...

Bana merhamet edip kılıcını indirince çok utanmıştım. Bağırdı "Kaç!" Onurumla ölmeyi yeğlerdim. Gitmeyecektim.

"Kaç! Türk, kaç!" Hayır... hayır... en iyi arkadaşımın kılıcıyla ölmek istiyordum, sürünerek kaçmak değil.

Yerde öylece duruyordum. Birlikte uyuduğumuz tapınak penceresinden atlayarak kollarım üzerine düşmüştüm, kılıç kullanamayacak haldeydim. Ama kaçmak... bana iyilik yaptığını sanıyor olmalıydı.

Onu bu kadar sinirlendiren şeyin aslında kaçmamam olmadığını biliyorum, ama ne olduğunu tam bilmiyorum. O birilerini... birilerini öldürmüştü. Üzerinde, ona kullanmayı öğrettiğim kılıçta kan vardı. Kimin kanı? O zaman biliyor olmalıydım ki, kaçmamaya inat eder halimle bile ona mantıksız bir güvenim vardı.

Gözlerime bakıyordu. İki bereketli toprak parçası gibi parlak ve ıslak gözleri vardı. "Git... Kaç..." sesi çatır çatırdı. Kalbim gibi. Ve rahmim...

Dizleri üzerinde çöktü, titriyordu. Yanağımı okşadığı zaman irkilmiştim galiba. Sadece yanağımı okşadığından eminim.

"Çin..." fısıldadım.

"Seni seviyorum... o yüzden hemen git buradan... Orduyu olabildiğince yavaşlatacağım..."

Ondan sonrası karma karışık, hep tek başıma olduğum alakasız görüntülerden oluşuyor: atım bir yerden sonra dayanamayarak ölmüş, yürümeye başlıyorum. Bir ara kollarım iyi gibi, bir ok yapıyorum. Bir ağaç kovuğunda şarkı söylüyorum. Dağa çıkan keçileri izliyorum. Şafakta bir çukur kazıyorum.

Ve bir bebeğim oluyor.

Çin ile savaş zamanında tecavüze uğramış olmalıyım ama emin değilim, halkım hakkında hatıralar daha bir karmaşık, belki de evlenmiş olabilirim. Tek doğru, doğum yaptığım.

Gün batmıştı ve kendi kendime çocuğu tutmuştum. Minicik, bembeyaz bir oğlandı. Ben ise hasta ve yorgundum, Çin ordusundan kaçmaya uğraşıyordum. O kadar açtım ki göğüslerimde süt yoktu.

Umutsuzca ağladım. Çocuğuma ne olacaktı? Kan içinde doğurduğum bu çocuk, benim gibi kan aşığı olurdu anca. Ama yaşasındı, ne olursa olsundu! O benim oğlumdu ve oğlumu korumak zorundaydım.

Çok büyük risk alarak, yeniden Çin sınırlarına gittim. O zamana kadar çocuk nasıl beslendi, nasıl donup ölmedi hatırlamıyorum. Denize açılarak, geri dönmemek üzere ayrılan insanlar var diye duymuştum. Yüzümü saklayarak onlara gururum paramparça yaklaştım ve çocuğu ellerine verip, gittim... o çocuğu bir daha görmedim. İsim bile koyamamıştım daha...

Yüreğim kanıyordu. Hem Çin'e duyduğum umutsuz aşktan, hem evladımın kokusunu bir daha alamayacak olmamdan. Kadın olmanın verdiği acılardı bunlar...

İnancım olmadığı halde, gecenin bir yarısı Tapınağa gitmem bu yüzdendi. Burada Çin ile defalarca buluşmuş, iki kolumu buradan düşünce kırmıştım, biraz zırlayıp yardım dilesem tanrısı gücenmezdi.

Kocaman heykelin önünde açıktan yığılarak "İmdat!" diye heykele yalvardım.

"Bir kadın olmaya dayanamıyorum! Sevdiğim erkekle asla birlikte olamam! Tek oğlumu terk etmek zorunda kaldım! Günlerdir, aylardır Çin kılıçlarından umutsuzca, tek başıma kaçtım! Kendi kendime sadece acı veriyorum! Dayanamıyorum!

Ne olur beni erkek yap! Yap ki dünyaya dayanayım! Yap ki kokusunu bilmediğim oğlumun yokluğuna dayanayım! Yap ki, bir kerecik bana buse vermemiş aşkımı, kalbimden atayım!"

Kendimden geçtim. Ama başımı kaldırdığımda tapınak, yer ve gök gitmişti. havada asılı duran maviliğin içinde zarifçe uçan, dağ boyunda bir aslan vardı. Bana dikkatle bakıyor, yelesi hafif bir esintiyle buğdaylar gibi savruluyordu.

"Kadın olarak doğmak, sana bir armağandır, Türk. Kadın kurak toprağa su, kışa bahar, savaşa barıştır. Kadın olarak doğdun, kadın kalacaksın."

"Hayır!" çığlık attım. Karşımdaki bu dev yaratık beni korkutmuyordu. Korkmak için çok şey yaşamış genç bir kızdım. Kendimden emin bir şekilde "Ben ya erkek olurum, yada ölür giderim! Ne olur! Ne olur!"

Lütfen... sır ortağım, bu satırları yazarken ya ellerimi kır, yada kimse seni okumadan yan.

Aslan, bana yaklaştı. O kadar yakındı ki, temiz nehir gibi kokan nefesi yüzüme vuruyordu. "... Sen özel bir kadınsın, bunu hissediyorum. Çok şeye kendi başına göğüs germişsin. Savaşçı doğmuş olmana rağmen, ellerindeki kana ağlıyorsun. Gönlün düşmana bile merhamet duymuş.

Hmmm... bir erkek olmak, hayatında tanrıdan dilediğin tek şey. Neden olmasın? Ancak, belli şartlar altında." Gözleri, kendi yansımamı bile göstermeyecek kadar parlaktı.

"Yılda bir kere, bir gün doğumundan diğerine tekrar kadına dönüşeceksin. Böylece sana verilen lütufu senden esirgememiş olacağım. Ve ikinci olarak, eğer biri senin anlaşma yaptığını öğrenirse sonsuza kadar kadın olarak kalırsın." Dedi.

Uyandım. Tapınağın zemininde boylu boyunca yatıyordum. Ehhh... göğüslerim artık yoktu ve o 'şey' vardı. Yılda bir kere tekrar kadın oldum ama çoğu zaman erkeğim. Bu durumun yardımı oldu mu? Doğrusu bir şeyler taşırken, bağırırken ve anne iç güdülerini kontrol etmekte işe yaradı.

Ama hep bir eksiklik var içimde... Hem aşk için, hem de rahmimin boşluğu. Hep yarım, eksik. Ama artık o kadar değil. Dünya'yı ben yönetiyorum!

Yönetmek demişken... gidip Yunanistan veledine bir bakacağım. Sürekli kaçmaya çalışıyor.

Hadi, artık elveda yoldaş! Son sayfaya gelmişken, işte gerçek ben!

- Osmanlı İmparatorluğu Temsilcisi

(Anneler günü kutlu olsun...)

GünlükHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin