Karanlık, bir yorgan gibi örtmüştü şehrin üstünü. Odamın balkonundan denizin üzerine yansıyan ışıkları seyrederken, vücudum gecenin tatlı esintisine karşı inatla terliyordu. Ne olduğunu anlamadığım bir his ayak parmaklarımdan kafa derime kadar bütün vücudumu sarıyordu. Bu mümkün olabilir mi hiç? O kız her kimse anneme o kadar benzeyebilir miydi? Çıkık elmacık kemiklerinin üstündeki göz çukurlarında cenneti saklayan bir çift göz, pürüzsüz bir cam gibi parlak dudaklarının ve ufak ağzının koruyucusu gibi duran bir burun... Bütün bunları çevreleyen kahverengi dalgalı saçlar... Her ne kadar birincisine tıpa tıp benzese de, bu yüz yaratılan en güzel ikinci yüz olmalıydı. Tamam, insanlar çift yaratılmıştı bunu anlayabilirim ama sesi de aynı olabilir miydi?
Ben kendime bu soruları sorarken sanki bütün ışıklar bana kızar gibi sönükleşiyordu. Bu geniş oda içinde uyunmaz bir hal almıştı. O kız kimdi!? Evet, belki yine uyuyamıyordum ama yaklaşık bir buçuk yıl aradan sonra ilk kez bu gece ağlamıyordum. Beynimi meşgul eden birçok düşünce vardı. Okulların açılmasına sadece 2 hafta kalmıştı. Bilemediğim bir heyecan bastı içimi belki de aynı okulda olabilecektik onunla. Hatta aynı sınıfta da olabilirdik. Burada kaç tane lise var bilmiyordum ama ben yine de iyi düşünmek istiyordum.
Açılan kapının sesiyle kendime geldim. Güneş çoktan doğmuş, odam aydınlanmıştı. Odamın kapısında duran babama çevirdiğimde gözlerimi, gülümsemeye çalıştığını farkettim. Bu, bu evdeki ilk kahvaltımız olacaktı. Bunun bir önemi var mı, o kadar da önemli miydi bilmiyorum. Babam içinse önemli olduğu kesindi, kahvaltı için elinden geldiğince bir şeyler yapmıştı. Henüz eşyalarımız tam olarak yerleştirilmediği için ev biraz dağınıktı. Annem evi asla bu halde bırakıp uyumazdı. Her zaman düzenli yaşamıştı, en azından ben öyle hatırlıyordum. Elimi yüzümü yıkarken içeriden babamın sitem dolu bağırışını duydum. Meğer ben uyurken babam markete gitmiş kahvaltılık bir şeyler almıştı. Yumurta, salam, zeytin, yağ... Ama ekmek almayı nedense unutmuştu ve benden markete gitmemi istiyordu.
Bir an sinirlenmek geldi içimden. Dışarı çıkmayı sevmezdim ben, bunu o da biliyordu. Tam tersleyecekken birden aklıma o kız geldi. Nedense markete gidebileceğimi söylemiştim farkında bile olmadan. Yine de onunla karşılaşabilecek olma ihtimali beni mutlu etmişti. Hızlı bir şekilde üstüme bir şeyler giyip markete gitmek için hazır hale geldim. Uyuduğum kıyafetlerle onun karşısına çıkamazdım ne de olsa. Babam marketin hemen karşıda olduğunu kolayca bulabileceğimi söylüyordu. Evin kapısını açarken kendimi Aliağa’yla savaşmaya hazır bir Nazi askeri gibi hissediyordum. Korkusuz ve ölümcül... Gözüm üst kata takıldığı anda ise ne kadar zayıf ve dirençsiz olduğumu anladım. Bu ani ruh değişimleri de neyin nesiydi?
Birkaç saniye içinde kendime geldiğimde cesaretimi toparlayıp gözlerimle üst kata odaklandım. Gördüğüm tek şey kapalı kapılar olabilirdi ama biliyordum, hissediyordum! Orada o kapalı kapıların birinin arkasında bir melek vardı. Orta hızdaki adımlarımla merdivenleri inerken kendimi güneşin sersemletici ışıklarına karşı hazırlıyordum. Bu o kadar da zor olmamıştı. Dışarıya çıkmak ne kadar da kolaymış diye düşündüm içimden. Marketteki kadının para üstünü vermesini beklerken sıkılmaya, sabırsızlanmaya başlamıştım. Sanki ben yokmuşum gibi başka bir müşteriyle kahkahalar atarak konuşuyordu. Bu ne yüzsüzlüktü böyle! Kasanın diğer tarafına atlamaması için zor tutuyordum bedenimi. Kasada ki kadında bunu fark etmiş olacak ki para üstünü toparlayıp özür dileyerek bana uzattı. Bir şey söylemeden parayı aldım ve arkamı döndüm. Şimdi şaşıran taraf o idi. Onu umursayıp cevap vermediğim için sinirlenmiş olmalıydı. Sonuçta onunla konuşmak zorunda değildim.
Marketten yola çıktığım anda o yakıcı güneşin altında bir buz yığını gibi erimeye başlamıştım. Oradaydı! Hemen önümde binaya doğru yürüyordu. Şokun etkisini atmam için birkaç saniye yeterli olmuştu. Peşinde yürümeye başladığımda içimde hareketlenen korku ve heyecan bir baş dönmesi yaratmıştı. Ben beynimdeki düşüncelere söz geçirmeye çalışırken o, binanın girişine varmıştı bile. Tahminimce aramızda 5 metre civarı bir mesafe vardı. Ayak seslerimi duymasına yetecek kadar yakındım ona. Bunu kanıtlamak istercesine bir anda başı yavaşça hareket etmeye başladı. Sağ omzu üzerinden usulca bana baktı. Gözlerimi kapatmamak için kendimi zor tutuyordum. Merdivenlere yöneldiğinde ben henüz binaya giriyordum. Sanki dudaklarıma günlerdir su değmemişti. Dudaklarımda başlayan kuruluk ağzıma ve oradan boğazıma yayılıyordu. 4, 5… İçimde ki heyecan ve korkuyu bastırmak için merdivenleri sayıyordum. 9, 10… Bu beni biraz daha rahatlatmıştı. 16, 17… Sanki dünya eskisinden kat kat yavaş dönüyordu. Nabzımın atışını boynumda hissediyor, terleyen avuçlarımı gizlemeye çalışıyordum. 33, 34… Sakinleş! Sakinleş! Bir yandan onu biraz daha görmek istiyor, bir yandan hemen eve girmip saklanmak istiyordum.
Korkuyordum neden veya ne için korktuğumu bilmeden. 51, 52… Ben evin kapısına vardığımda o da son katın merdivenlerini tırmanıyordu. Hangi daireye girdiğini görebilmek için oyalandım. Anahtarımı arıyormuş gibi davranırken başka bir anahtar sesi binanın içinde yankılandı. Başımı hafifçe kaldırdığımda merdivenin hemen bitiminde sağdaki dairenin kapısı aralanmıştı. O an tekrar gözleri gözlerime değmişti. Kapının yavaş yavaş kapanırken çıkardığı ses bedenimde bir toplu iğne etkisi yaratmıştı. Anahtarı çevirirken ellerim titriyordu. Hangi duyguyu hissetmem gerektiği konusunda kararsızdım. Heyecan, korku, mutluluk, hüzün... Babamın sorguya çeken bakışları altında hızlıca mutfağa geçip kuruyan dudaklarıma dayadığım su şişesini tek bir nefeste boşalttım. Suyun dilimin üzerinden kayışını, bir şelaleden düşer gibi boğazımdan düşüşünü ve arkasında bıraktığı serinletici hissi fark edebiliyordum. İki hafta boyunca her sabah ekmek almak için dışarı çıkan kişi ben olmuştum. Babam bende ki değişimi hissedebiliyordu. Bense bir ümit tekrar onu görebilirim diye her gün defalarca o markete gitmiştim. Ne yazık ki bütün denemelerim boşa çıkmış onu bir daha görememiştim.
Haftalar sonra bir pazar akşamıydı, içimde heyecanımla beslenen bir korku vardı. Ertesi sabah okulda ilk günüm olacaktı ve belki onu görebilecektim. Beni heyecanlandıran yeni okul falan değil, yalnızca onunla aynı okulda olabilme ihtimalimdi. Yatağımda uzanmış odamın kasvetli havasına bu düşünceleri savururken içim içime sığmıyordu. Ne kadar da çabuk geçiyordu burada günler.
Çalar saatin sesine uyandığımda babam kahvaltıyı hazırlıyordu. Önceki günden ekmek kalmış olması içimde bir burukluk oluşturmuştu. Babam benden daha heyecanlıydı okulum için ve bu yüzünden belli oluyordu. Korkmaya başlamıştım ya aynı okulda değilsek? Beynimden bu düşünceyi kovmaya çalıştıkça daha da güç kazanıyordu. Kahvaltıdan sonra yapacak pek bir şey kalmamıştı gerçeklerle yüzleşmek için. Üstümü giymek ve babamın beni okula bırakmasına izin vermek dışında elimden bir şey gelmiyordu. Evden çıkarken gözüm hep üst kattaydı. Belki çoktan gitmişti okuluna veya okulumuza.
Yolculuk boyunca babamın nasihat ve iyi temennilerini dinlemek zorundaydım. Bunu biliyordum ve farklı da olmamıştı. Babam okulun yanına yanaşırken okul çıkışında beni almaya geleceğini söylüyordu. Bıraktığı yerde bekleyecekmiş beni. Vedalaşma anlarını pek sevmezdim ama bugün korku ve heyecandan olsa gerek vedalaşma faslının bitmemesini istiyordum. Arabadan inip okulun bahçesine adımlarımı atmaya başlarken kalbimin, göğüs kafesimi zorlamaya başladığını hissettim. Yeni okulum pek büyük sayılmazdı. Tek binadan oluşan, büyük denemeyecek bir bahçesi ve beton zeminden basketbol sahası olan klasik bir okuldu. Bu klasikliği bozabilecek, burayı önemli bir okul haline getirebilecek tek ama tek bir şey vardı ve ben bunun gerçekleşmesini umut ediyordum.
Babam işe gitmek zorunda olmasına rağmen hala arkamdan bana bakıyordu, buna emindim. Bahçenin kalabalığına karışırken 11/C şubesinin toplanma yerini arıyordu gözlerim ve aynı zamanda onu. Babama güvenmeli miydim acaba? Yanlış bir sınıfa girip yoklamada adımın okunmasını belemek… En sonunda yanlış sınıfta olduğumu öğrenip sınıftan kaçar gibi utanarak çıkmak istemezdim. Yine de en büyük korkum bu değildi. İki karo taşının ortasına bir köşeli parantezin içine yazılan 11/C yazısını görmüştüm. Yerimi bulmak o kadar da zor olmamıştı. Bulmam gereken artık tek bir şey kalmıştı. Gözlerimi insanların suratlarında gezdirirken hayal kırıklığım büyüyordu. Sırnaşık hareketler, laubali gülüşler arasında onun sesini duymak için kulaklarımı en kısık sesleri duyabilecek kadar açmıştım. Ben kalabalığı incelerken kaç dakika geçmişti acaba?
Bir zil sesi ile insanlar yavaş yavaş toparlanmaya başlamıştı ve ben 11/C yazan karo taşlarının, sıranın sonu denilebilecek kadar gerisindeydim. Ön tarafım dolmaya başlamıştı ve kimse beni fark etmemişti. Belki de aralarında yeni biri olduğunun kimse farkında değildi. Bu durum hoşuma gitmişti en azından. Beni bir süre rahat bırakacaklar demekti bu. Sesi mikrofonda kuvvetle çıkan bir kadın öğretmenin çığlığı andıran kelimeleriyle kalabalık grup bir anda durağanlaşmış ve susmuştu. İşe tam o anda bir domino taşı daha düşüyordu
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Domino Etkisi
ContoSonsuzluğa gözlerini dikmiş, sonsuzluk için gözlerini kapatmaya hazır bir genç.