6 Mayıs'ı Ankara büyük bir sessizlik içinde geçirdi. Ana caddelerde, sokak aralarında, okul önlerinde, duraklarda hüzünlü insanlar kadar, güvenlik önlemleri de göze çarpıyordu.
İkişer üçer sivil-resmi güvenlik görevlileri dolaşıyor, görevleri gereği, incelen bakışları izliyorlardı.
Ölüm hangi nitelikte olursa olsun, yine de kendi ağırlığıyla gelir. Ve o gün Ankara'daki ölüm, ağlamayı dahi yasaklayan cinstendi. Haberi ilk veren spiker, huzurundan edildi.
Mezarlığa ilk giden genç tutuklandı. Sokakta ilk bağıran bir kadın, alınıp götürüldü.
Ve binlerce insan yeraltı yatağında akan bir dere gibi, içinde yaşadı duygularını.
Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in anaları: Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in babaları, kardeşleri de o sabah, duyguları içlerine bastırılmış olarak yaşadı.
Sabahın ilk saatiyle birlikte evlerini görevliler çevirmişti.
O gün dahi, dostlarıyla aralarına kara gölgeler devrildi.
Üç gencin babaları bütün gün çırpındı durdu Ankara'da.
Deniz, Yusuf ve Hüseyin'i ölümün karşısında olduğu günlerde savunan avukatlar, ölümlerinden sonra babalarına, son görevlerini yapmanın acı telaşındaydılar.
Avukat Zeki Oruç Erel, Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in, darağacında öldürüldükleri günle ilgili anılarını şöyle anlatıyor:-5 Mayıs'ı 6 Mayıs'a bağlayan gece, evde sabaha kadar uyumadan bekliyorum. Sokağa çıkma yasağı devam ediyor.
Sabah saat 05.00'te telefon çalıyor; telefonda, yakından tanıdığım, Yusuf'un babası Beşir Aslan:
'Zeki bey, biz mezarlıktan telefon ediyoruz..'
Telefonu, Deniz'in babası Cemil Gezmiş alıyor:
'Zeki bey, bizim buradaki işler için herhangi bir yardıma ihtiyacımız yoktur. Buradaki işleri biz kendimiz görebiliriz ve esasen görmekteyiz. Ancak; çocuklar ölmeden önce bize birer mektup bırakmışlar. Öğrendiğimize göre, mektuplar infaz savcısında imiş. Sizi aramamızın nedeni; mesai saatinde buluşup, mektuplarımızı almak içindir. Bir yer ve saat kararlaştırıp, mektuplarımızı alalım.'
Yer ve saat kararlaştırıp telefonu kapıyoruz.
Artık, onların aramızdan ayrıldığını öğrenmiş bulunuyorum.
Hem de babalarından!..
Evden çıkıp, doğruca, infazlarda bulunacağını bildiğim, arkadaşım Av. Mükerrem Erdoğan'ın evine gidiyorum. Evde
5-10 kişi daha var. Haliyle, acı haberden hepsi allak-bullak olmuş. Mükerrem ise; iki saat öncenin etkisiyle donmuş kalmış, yüzümüze anlamsız bakıyor. O'na olanları, hemen şimdi, aynen anlatılmasını; Deniz'in, Yusuf'un, Hüseyin'in, ölüm karşısında takındıkları tavrı tesbit etmek istediğimizi söylüyoruz. İnfazları tekrar yaşayarak, aynen anlatıyor.Ve sözlerini şöyle bağlıyor:
'Size şerefimle temin ederim ki; çocuklar 2 saat önce idam olmadılar. Hiç tartışılmayacak biçimde, bu bir devrimci eylemdi.'
6 Mayıs 1972 sabah saat 9.00'da Ankara Adliye Binası'ndayız. Deniz, Hüseyin ve Yusuf'un mektuplarını almak için, babalarıyla birlikte, İnfaz Savcısı Sami Uğur'un odasına çıkıp, geliş nedenimizi söylüyoruz. Sami Uğur'un, mektupları vermemek için, o gün takındığı tavrını hala unutamam. Çocuklarını daha birkaç saat önce kaybetmiş olan babalara; istemeseler
bile mektupları vermekte kanunen zorunlu iken, gerçeği söylemiyor.
-Ben mektupları sıkıyönetime verdim (!)-Hepimizde son derece gergin bir hava, Ankara Savcısı Fazıl Alp'e gidiyoruz. Mektupları, ne pahasına olursa olsun, almadan buradan ayrılmayacağımızı, bu yüzden çıkabilecek olayların sorumluluğunun bize ait olmayacağını, kesinlikle, belirtiyoruz. Fazıl Alp durumun farkında; infaz savcısını çağırtıp gerekli talimatı veriyor, biraz önce kendisinde mektupların bulunmadığını söyleyen Sami Uğur'dan, mektupları alıyoruz... -
Yusuf iki mektup bırakmıştı; biri babasına, diğeri akrabalarına. Akrabalarına yazdığı mektubu vermediler. Ancak, verilmeyen bu mektup infazlarda bulunan avukatlar ve babası tarafından okundu. Bu metin; okuyanlarca, hemen o gün; yani
6 Mayıs 1972 günü, yazılı olarak saptandı. Av. Zeki Oruç Erel'den edindiğimiz bu metinde Yusuf şöyle diyor:
2 Mayıs 1972
Mamak-Askeri CezaeviBütün Akrabalara,
Bu mektubumu okuduğunuz zaman, artık aranızda olmayacağım. Mektubumu, senatonun idamlarımızı onayladığını öğrendiğim anda yazıyorum. Şundan emin olmalısınız ki; bu güne kadar davama olan inancım sarsılmamıştır. Sehpaya gidene kadar da en ufak bir sarsılma olmayacaktır.
Ben, halkımın kurtuluşu, Türkiye'nin tam bağımsızlığı için savaştım. Sizler beni tanıyorsunuz. Bir yıldan beri, bu bir avuç sömürücüler, vatan satıcıları, işbirlikçiler; ellerindeki bütün imkanlarla, bizi dışardan yardım gören, beyinleri yıkanmış, vatan haini, dışardan emir alan, bölücü, anarşist diye tanıtmaya ve halkımızdan bizi koparmaya çalıştılar. Bu bir avuç azınlığa göre vatanseverlik; vatan satmak, yabancılarla işbirliği yapmak, NATO'yu, Amerika'yı savunmak, 6'ıncı Filo'yu ağırlamak, milyonlarca köylünün geçimi olan haşhaş ekimini elinden almak, işçinin grev hakkını engellemek.
Amerika'ya ve emperyalizme hizmet etmektir.
Biz bunlara karşı çıktık. Bunun için; biz vatan haini, onlar vatansever oldular.
Bizi, bu mücadelemizden dolayı, güya adil mahkemelerinde yargılayan ve yine adil kurumların eli ile asacak olanlar bilmelidirler ki; biz halkımızın kurtuluşu ve Türkiye'nin bağımsızlık mücadelesi uğruna, şerefimizle bir defa öleceğiz. Bizi asanlar ve astıranlar ise; her gün bin defa öleceklerdir.
Son sözüm: Yaşasın işçiler, köylüler! Yaşasın Devrimciler!
Yaşasın halkımın kurtuluşu ve bağımsızlığı için savaşanlar!
Yaşasın tam demokratik Türkiye'nin kurulmasından yana
olanlar!
Kahrolsun emperyalizm! Kahrolsun Sunay, Erim, Tağmaç, faşist koalisyonu.
T. Yusuf Aslan
YALNIZ DEĞİLLER...