Kırık dolabımdan olan birkaç parça kıyafetimi de yurttan giderken verdikleri o tozlu pis olan çantaya tıkıştırdım. Lanet bir güne lanet bir şekilde yine uyandım. Ailem öldüğünde-sadece kaza gününü hatırlayabildiğim ailem- beni buraya getirmişlerdi ve ben burada çok şey yapmıştım. Geceler boyu hıçkırıklarla ağlamıştım, gözlerim kan çanağına dönmüştü, vücudumun her tarafı morarana kadar dayak yemiştim , kemiklerim dövülürken kaç defa kırılmıştı, azar işitmiştim, dövülerek işler yapmıştım, o da yetmezmiş gibi hiç arkadaş edinememiştim-Boncuk dışında-. Kısacası bu lanet yerden kurtulduğum için seviniyordum aslında. Dışarısını hiç görmemiştim. Açıkçası yetimhanedekilerden başka kimseyi de görmemiştim. Evlat edinmek için gelen aileler vardı birde. İlk başlarda umut etmiştim. Biri beni alır, mutlu olurum, belki unuturum demiştim kendi kendime. Beni evlat alan kadın belki gece annem gibi sarılır bana masal okur beni öperdi diyordum. Babama sarılıp istediğim bir şeyi yaptığı için yanaklarından şapur şupur öperim diyordum. Ama tabiî ki bunlar ilk geldiğim yıllardaki umutlarımdı. 10 yaşıma geldiğimde anlamıştım her şeyi. Benim o yaşta gülmem, oynamam, yaramazlık yapmam gerekirken ben olgunlaşmıştım. Her şeyi anlayabiliyordum sanki. Küçük bir kadın gibiydim. Bedenim o döneme sıkışıp kalmış fakat o bedenin içinde büyümüştüm sanki. Yatakhanenin o gıcırtılı kapısından gelen sesle oturduğum –ne zaman oturduğumu ben bile hatırlamıyorum- yataktan daldığım kırık parkeden gözlerimi kaldırarak kapıya baktım. Beni çok seven (!) yetimhane müdürü kapıda bekliyordu. “Çık hadi tüm gün seni bekleyemem.” Dedi yüzünü buruşturarak. Kel ve esmer bir adamdı. Gözlük takıyordu. Yanaklarında çilleri vardı ve sakal bırakmıştı sanki çok yakışıyordu. Çenesinde bir tane kocaman ben vardı.
Bu adamı geldiğim günden beri sevmemiştim. Aslında ilk günlerde iyiydi fakat sonra bana ilk tokadımı o atmıştı. Geldiğim haftanın son günüydü. Yemekhanede yanlışlıkla su bardağını düşürmüştüm ve tesadüf olarak müdürde ordan geçiyordu. Pantolonunu bilerek ıslattığımı iddia ederek beni herkesin içinde küçük düşürerek tokat atmıştı. Yere düşmüş ve o küçücük bedenimle ağlamayıp tekrar ayağa kalkmıştım. O da yetmezmiş gibi kaşlarımı çatıp işaret parmağımı doğrultarak “Bana vurma!” demiştim. O zaman işte olan olmuştu. Kolumdan tuttuğu gibi beni karanlığa kapatmıştı. O gün aklıma gelince yine gözlerim dolmuştu. Yatakhanenin tavanına bakarak gözyaşlarımı geri itmeye çalıştım. Sonra derin bir nefes aldım ve son kez yatağıma, küçük pencereme bakıp o çok beğendiğim(!) bavula elimi uzattım. Kulplarından tuttuğumda yataktan kalktım ve ağır adımlarla müdürün yanına geldim. Kapının pervazına dayanmış geçmemi bekliyordu. Adımlarımı hızlandırdım ve yanında geçerken aniden durdum. Yapmak istediğim bir şey vardı. Gözlerimi yerden kaldırdım ve adama dikkatle baktım. Yüzünü inceledim ve gözlerimi gözlerine diktim. İçimde nefret birikmişti bunları dile getirmeden gidemezdim. “Senden nefret ediyorum lanet olasıca. Hayatımı mahvettin.” Dedim. O iğrenç sararmış dişleriyle sırıtarak “Bende seni çok sevmiyorum zaten. Git şimdi.” Dedi. Hızlı adımlarla yatakhane katından indim ve giriş kata kadar nasıl geldiğimi bende bilmiyorum. Kimseye bakmadan hızla –saçlarım uçuşuyordu ki bunu küçüklüğümden beri hep sevmişimdir- yanlarından geçtim. O koca yetimhane kapısının önüne geldiğimde arkama bakmamak için zor tutuyordum kendimi. Bahçede herkes bana bakıyordu ki çıt çıkmıyordu. Onları hiçbir zaman anlamamıştım ve hala da anlamıyorum. Boşta kalan sağ elimi kapıya uzattığım sırada ayaklarıma sürtünen Boncuk’u fark ettim. Gülümsedim ve elimdeki çantayı bırakıp Boncuk’un yanına eğildim. O simsiyah tüylerini okşamaya başladım. Ona Boncuk ismini vermemin sebebi gözlerinin rengiydi. Maviydiler ki bu çok hoşuma gitmişti. 10 sene boyunca tek arkadaşım o olmuştu. Onu da almak istedim bir an ama benim gibi değildi o. Annesi vardı onun. Yaşlanmış olsa da onun da hayatı vardı. Benim bir hayatım olmasa da onun vardı. Onu kıskanmıştım ama yine de çok seviyordum. Gözlerimi ondan ayırdım ve kapattım. Derin bir nefes alıp ayağa kalktım. Gözlerimi açtım. Bavulumu yerden aldım – ki bavul denebilirse- kapının büyük sürgüsünü zorlukla çekip yetimhaneden çıktım.
Sanki her şey planlanmış gibi önce bir rüzgar esti. Saçlarım birbirine karışmıştı. Bu özgürlük müydü? Burası dışarısı mıydı? Gerçekten kimse yoktu. Tek bir ağaç, hayvan, insan… Kimse. Düz yolda ağır adımlarla yürümeye başladım. Ne yapacağımı, nasıl yaşayacağımı hiç bilmiyordum. Dışarısı soğuktu. Ama o lanet yerden kurtulmam için bu soğuğu çekeceksin deseler kesinlikle soğuğu seçerdim. Yaklaşık 15 dakika yürüdükten sonra yol ikiye ayrılıyordu. Hiçbir yeri bilmediğim için sağ taraftan yürümeye devam ettim.
2 dakika olmamıştı ki bu yola gireli yanımda son derece şık siyah bir araba durdu. İçeriden siyah takım elbiseli 2 adam çıktı. Ben şaşkındım, sadece ne yapacağımı bilemedim. Refleks olarak bir anda koşmaya çalıştım ama birisi benden daha hızlı davranıp sağ kolumdan tutup kendine çevirerek sol yanağıma sert bir şekilde tokat attı. Vurmasıyla yere düşmem bir oldu. Ben tam olarak toparlanamadan biri kolumdan tekrar tuttu ve yukarı doğru çekti. Dengemi kuramamışken diğer adam ağzıma biz bez kapattı. Gözlerimde yaşlar birikti. Neler oluyordu ? Görüşüm ve zihnim bulanıklaşmaya başlamıştı. Unutuyordum ve karanlık yaklaşıyordu. Son olarak hatırladığım şeyse yanağımdan aşağıya doğru süzülen bir gözyaşı damlasıydı. Zihnim ve görüşüm tamamen karanlıklaştığında ben artık bu oyunun esiri olmuştum. Bunu fark etmemek aptallık olurdu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
"KİLİT NOKTASI"
Teen Fiction"Her başlangıç bir sonu getirir beraberinde ve her son parçasıdır bir başlangıcın."