Başlangıç

18 0 1
                                    

Hastaneler beyaz kokar. Ve bu öyle kirli bir beyazdır ki, her nefeste ciğerine çektiğin ölüm korkusunun baskınlığına rağmen, seni sürekli canlı olan kalabalığın, koşuşturmacanın ve çaresizliğin içine sorgusuz sualsiz bırakır.
Bazıları yeni doğmuş bir bebeğin pembeliğinde şeker kokusunu duyar, bazıları ölümün getirdiği sessizlikte sağır olur. Bazıları ise yolunu bulamaz, arafta kalır. Hikaye ne yeniden başlar, ne de son bulur. İşte onlar bu kokuyu soludukça beyaz beyaz sararırlar. Ben ruhumun sararıp solmasına izin verirken, odamın camından görünen asırlık ağaç bana eşlik ediyor, birer birer yapraklarını döküyordu. Ben ise kendimi ona benzetiyor, tıpkı onun kötü yapraklarını döktüğü gibi ruhumdaki acıyı dökeceğime inanıyordum. Önce sararıp solacaktım, sonra yeniden baharı getirecektim. Güneş doğacaktı, dallarım yeşerecekti. Evet, öyle oldu. Bahar geldi, güneş açtı. Ağaç her bir dalında umudu, iyiliği taşıdı. Fakat benim güneşim doğmadı, bulutlarım dağılmadı. Binbir zorlukla açtığım her çiçek yaramaz bir çocuk edasıyla koparıldı. Bitti, kurtuldum dediğim her an yeni bir fırtına koptu. İşte dallarım o zaman kırıldı. Ve ben, bir daha asla yeşeremeyeceğimi anladım. Hiçbir yere ait olmadığımı hissettim. Hikayem o gün, kurumuş ve yalnızlığa mahkum edilmiş bir ağaca dönüştüğümde başladı. Başlangıcın ve sonun arasında gidip geldiğim süre boyunca içime işleyen kirli beyaza inat kendimi sürekli canlı olan kalabalığın, koşuşturmacanın içinde buldum. Ölüm korkusundan bir an önce kurtulma iç güdüsüyle birbirini ezen, hayata tutunma bencilliğini gösteren yüzlerce insanın hayatına şahit oldum. Ve her seferinde yüzlerce hikayenin kafamda oluşturduğu sorulara aynı cevabı verdim.
"Hayat boş, ve gereksiz. Şu evrende bir toz zerresi (!) olduğumuzu düşünürsek, biz insanlar gerçekten boş işlerle uğraşıyoruz. Biz bir hiç iken, hatta neredeyse yok iken, ne bekliyoruz? İnsanların gerçek yüzünü görmeyi mi, yine yeniden üzülmeyi mi, her yolun sonunda pişman olmayı mı, tüm acıları baştan yaşamayı mı? Kalmamışken yeniden yok olmayı mı bekliyoruz biz? Bilmiyorum, sadece bekliyoruz." O sırada kar taneleri tüm bu pisliği örtmek için birbirleriyle yarışıyor, baharından umut bulduğum ağaca tüm gerçekçiliğiyle vuruyor, çıplak dallarına her dakika biraz daha artan kasvetli bir yük yüklüyordu. Yüzüm dışarı dönük, yeniden "Bekliyorum." dedim. Odanın kapısının açıldığını fark ederken, "Beni mi bekliyorsun?" Diyen, aşina olduğum tok ses, irkilmeme sebep oldu. Kolumu yasladığım mermerin üzerine bir fincan kahve bırakıp sandalyesini yanıma sürükledi. Ardından, komidine bıraktığı kendi fincanını alıp oturdu. Ve bana doğru sokuldu. Kafamı ona çevirdiğimde sorgulayan bakışlarımı anlayıp, bana fırsat vermeden "Hani hikayemi merak ediyordun ya, anlatmamı mı bekliyorsun yoksa?"dedi. Sandalyemi çevirip, yüzüne baktım. "Evet." dedim. "Uzun zamandır beklediğimi biliyorsun. Hem bak, herkes uyuyor." Önce başını öne eğdi. Ardından camdan dışarı bakarak, içten ama samimiyetsiz bir gülüşle "Onlar hep uyuyorlar." dedi. "Olsun, en azından yalnızız." deyip güldüm. "Farkında değilsin ama, biz hep yalnızız." dedi. Yüzümde ki gülümsemeyi sildiğimde bakışlarının üzerimde gezdiğini hissettim. Onu çoğu zaman tek başına görüyordum. Bazen yanında bir kaç hemşire oluyordu, bazen ise bahçede kim olduğunu bilmediğim, yaşlı bir kadınla konuşuyordu. İçeride ise, sadece benim yanıma geliyordu. "Gerçekleri duymak neden üzüyor ki seni? Bildiğin şeyleri söylüyorum. Yalnız değil misin, farkında değil misin? Uykuda mısın sen de diğerleri gibi?" dedi. Derin bir nefes çekip ciğerlerimi bir kez daha kahve ile karışık hastane kokusuyla doldurdum. "Değilim." dedim. Ayağa kalktı, odanın içerisinde ilerleyip ışığı söndürdü.
"Değilsin. O yüzden burada ikimiz varız. O yüzden benim karşımda oturuyorsun. O yüzden sadece seninle anlaşabiliyorum." dedi.
Yeniden yanıma oturup, ellerini kalorifere dayadı. "Çok düşünüyorsun. Kahveni bitir." dedi. Sokak lambasının ışığı yüzüne yansırken bana güldüğünü gördüm. Sıcak, neredeyse kaynar kahveyi tek seferde içip, boş fincanı mermere koydum. Geniş sandalyede bağdaş kurup, dağılan saçlarımı yeniden topladım. Gülen gözleri hala benim üzerimdeyken, sandalyenin üzerine astığım polar hırkayı omuzlarıma attım. Bir kez daha nefes alıp "Hazırım, anlatabilirsin." dedim. Tam o sırada kapının önünden gelen sese karşılık Ömer önce kapıya, sonra bana bakıp ayağa kalktı. Ben de kalkıp odada ilerledim ve onu camın önünde tek bırakarak yatağın üzerine oturdum. Ardından "Umarım yakalanmayız." dedim. Ömer ise, odanın içerisinde bir kaç tur yürütüp, yanıma oturdu. Kolunu gece lambasının altına tutup saate baktı. İki on beşi gösteriyordu. Yüzünü ellerinin arasına alıp bir süre durdu. Kapının önünde ki ses kesilince, yüzümü tutup kendisine çevirdi. "Gerçekten hikayeyi merak ediyorsan on beş dakika sonra kapıda ol. Yanına bir kaç eşya al." dedi. Dışarı çıkmak, hele ki bu saatte, bu havada imkansızdı. Buraya geldikten sonra ki yirmi birinci günde dışarı çıkabildiğimi var sayarsak, bu ikimizi de odaya mahkum edecek kadar tehlikeliydi. Güldüğünü görünce şaka yaptığını düşünsem de az önce ses duyduğu için panik olduğu kapıdan ani şekilde çıkınca, ciddi olduğunu fark ettim. Hem bu kadar sakin, hem bu kadar evhamlı olmasına anlam veremiyordum. Mantıklı düşünemediğimi farkındaydım. Sorularımın cevapsız kaldığını farkındaydım. Burada beni anlayan, benimle konuşan tek kişinin Ömer olduğunu farkındaydım. Ve bu, istemsiz şekilde ona güvenmemi sağlıyordu. Günlerdir, aylardır toplayamadığım kafamı bir kaç dakika içerisinde toplayıp, uzun zaman sonra ilk kez dışarı çıkacağımı, beni sorgulamayan, koşuşturmayan, gerçek bir hayatın içerisine gireceğimi düşündüm. Ömer böyleydi, onu tanımıyordum. Ama o beni bilinmezliğe sürüklerken kendime getiriyordu. Ben de, yeniden içime düşen inanç hissiyle çantamı toplamaya karar verdim. Metal dolabın kilidini çevirip temiz kıyafetleri çıkarttım. Pantolonun üzerine bir kazak geçirip, kalan kıyafetleri sırt çantama koydum. Çıkarttığım kıyafetleri ve hırkayı yatağın üzerine bıraktım. Çantamı alıp ışığı kapattım. Ve ardından gelen garip cesaretle kapıyı açıp, koridorda birileri var mı diye kontrol ettim. Koridorun sol tarafında oturan ve elindeki dosyaları bakan bir kaç hemşireyi gördüm. Sağ tarafta iste dolaşan birkaç hasta vardı. Ömer benim üst katımda ki serviste kalıyordu, yine de sorgusuz sualsiz benim yanıma gelebiliyor, korkmuyor ve olabilecek en rahat şekilde davranıyordu. Kapıyı kapatıp içeri girdim. Bir kez daha yaptığım, yapacağım şeyin ne kadar mantıklı olduğunu düşündüm. Sonra kendime dedim ki başka çaren yok. Ya bu arafta sıkışıp kalacaksın, ya da kendine yeni bir hikaye yazacaksın. İşte o an, uzun zaman sonra hala içimde bir yerlerde yaşama isteği olduğunu, ufak bile olsa bir umut parçasının kaldığını fark ettim. Ve bu umudu bana kim olduğunu bilmediğim, hayatıma nasıl girdiğini hatırlamadığım bir insan veriyordu. Bir kez daha tekrarladım, ya bu belirsizlikle yaşayacaksın ya da kaçacaksın. Ve iç sesim, bana kaçmam gerektiğini söyledi. Yeniden kapıyı açıp, hızlıca odadan çıktım. Koridorun sol tarafındaki hemşirelere doğru gelen hastaların tam ters yönüne, merdivenlere doğru yürümeye başladım. Dönüp arkama bakmaya cesaret edemedim. Güvenlik kameralarının olduğunu biliyordum. Ya buluşamayacaktık, ya birlikte yakalanacaktık. Yine de bu duyguyu, insanın ruhunda barındırdığı özgürlük ve kaçma hissini bir kez daha tatmak güzeldi. Kaçmakla geçen hayatıma, bir kaçış daha ekleniyordu. Ve ben yürüdükçe, yaşantıma dair hatırlamaya çalıştığım bir kaç anı gözümün önünde şekilleniyordu. Merdivenlerden inerken başım döndü ve korkuluklara tutundum. Bir yerlerde annem, feryat figan ağlıyordu. O an kafamdaki bütün sesler, gözümün önündeki tüm görüntüler birbirine girdi. Yine de kendime direnerek, tutuna tutuna aşağıya inmeye devam ettim. Karşıdan gelen hemşireyi görünce duraksadım. Ardından kararan gözlerimi ovuşturup, yürümeye devam ettim. Beni tanıdığını biliyordum, ama nereye gittiğimi sormak yerine beni gözleriyle süzüp gitmişti. Kapının önünde ki boş masadan refakatçi kartı alıp, acil tarafına yöneldim. Kendimi kaybettirme umuduyla kaçışın, curcunanın, kaosun içine girdim. Sinir krizi geçirenlerin, intihar etmeye kalkanların, ağlayan ailelerin içinden ilk defa görüyormuşum gibi, bana hiç tanıdık gelmiyorlarmış gibi geçtim. Kapı tarafına bakarken, ağlayarak içeri giren bir kız gördüm. O kız bendim. Yeniden gözlerimi ovuşturup, bir kaç saniye kıpırdamadan durdum. Az önce ki görüntüyle birleşiyordu bu sahne. Nefes aldım, çıkış kapısına doğru yürümeye devam ettim. Kapının önünde sigara içen Ömer'i görünce, panik duygusunun yerini sakinliğe bıraktığını hissettim. Ve bu sefer o bana değil, ben ona güldüm. Bir kaç adım ilerleyip onun durduğu kaldırıma gittim. Hava çok soğuktu, şiddeti azalsa dahi kar yağışı devam ediyordu. Montumun kapşonunu kafama geçirdi. "Geleceğini düşünmemiştim." dedi. Bu sefer sevimli bir ifadeyle güldü. "Yalan söyleme." dedim. "Biliyordun." Montunun fermuarını boğazına kadar çekti. "Başarabileceğini düşünmemiştim." dedi. "Saat üçe geliyor. Yakalandın sandım." O anda yeniden gözlerim karardı. Bu sefer Ömer'in yerinde ben, benim yerimde abim belirdi. Ona yakalandın sandım dedim. Bayılacağımı hissettiğimde Ömer'in kolunu sımsıkı tuttum. "Eylül." "Eylül gözünü aç, Eylül." Kendi kendime, sakinleş demeye başladım. Yok, hiçbir şey yok. Sadece ikiniz ve biraz hasta insan daha. Sıktığım gözlerimi aralamaya başlayınca Ömer'in netleşen yüzü, beni hem korkuttu, hem de gözlerinde gördüğüm panik hissi içimde yeni bir gerilim yarattı. Odadan çıktığım andan beri yaptığım her harekette, gördüğüm her insanda eski bir anım canlanıyordu. Bunu en son yaşadığımda burada ki ikinci haftamdı. Yeniden "İyi misin?" dedi. Gerinip nefes aldım. "İyiyim." "İyiyim de, buraya bu kadar rahat gelmem imkansızdı. Kimse yoktu. Güvenlik bile yoktu. Neden?" dedim. "Boşver." dedi. "Belki de gitmemizi istiyorlardı.
Hastanenin bahçesinden yola doğru ilerlerken kar ayak bileğimize geliyor, rüzgârın uğultusu her saniye biraz daha artıyordu. Kafamın içinde dönen neden dışarıdasın, nereye gidiyorsun soruları midemi bulandırmaya başlamıştı. Kalabalık hastaneye inat, sokakta hiç kimse yoktu. Büyük bir ıssızlık hakimdi. Boş, beyaz bir odada geçen üç, üç buçuk aydan sonra ilk kez dışarıda olmak, uçsuz bucaksız yürüyebilmek, kimseye hesap vermemek ve iyi olmak zorunda kalmamak öyle rahat, öyle güzel bir histi ki. Sadece bunun için bile kaçmaya değerdi. Neredeyse yirmi dakikadır konuşmadan yürüyorduk. Soğuk yüzüme vurdukça midemin bulantısı keskinleşiyor, yüzüme vuran kar taneleri yürümemi engelliyordu. Öyle ki, sevmediğim kış bana insan olduğumu, yaşadığımı bir kez daha hatırlatıyordu. Beklediğim baharın gelmeyeceğini bilsem dahi, kışa meydan okumak güzel bir histi. Direnişti, yaşamaktı. Ben bir ölüyken, son kez dünyaya gelmeme izin verilmiş gibiydi. Tutarsız, gereksiz bir minnettarlık duygusuyla. "Teşekkür ederim." dedim. Durup bana döndü. "Ne için?"
"Hiç." dedim. Rüzgar çoğaldı ve birbirine giren kar taneleri yüzümüzü dövmeye başladı. Ömer beni çekerek yolun karşısına geçirdi. Çantamın düşen askısını yeniden koluma geçirdim. "Nereye gidiyoruz?" dedim. Bir kez daha kaymamak için ona tutundum. "Az kaldı." dedi. "Seni hikayenin başladığı yere götürüyorum." Yolun karşısına geçtikten sonra durduk ve beklemeye başladık. Ömer sırt çantasından bir şişe su çıkarıp bana uzattı. Bir kaç yudum içip, ona geri uzattım. Ardından ellerimi cebime soktum. Karın örttüğü otobandan önce bir otobüs geçti, arkasından gelen araba kornaya basıp önümüzde durdu. Ömer benim için kapıyı açınca, arabaya bindim. Kapıyı örtüp ön koltuğa geçti ve arabayı kullanan ortalama onunla aynı yaşlarda görünen çocuğa sarıldı. Aynadan ona baktığımı fark edince geriye dönüp "Merhaba" dedi. Ben de "Merhaba" deyince Ömer, bizi tanıştırmak adına konuşmaya başladı. "Eylül" "Ahmet benim çok eski bir arkadaşım. Bizi eve götürmesi için çağırdım. Sağ olsun, kırmadı bizi. Geldi." dedi ve eliyle Ahmet'in sırtını sıvazladı. Ahmet Ömer'e nasıl gittiğini sorunca, Ömer hastaneyi anlatmaya başladı. Ben de o sırada montumu çıkarıp yanıma koydum. Yavaş yavaş ısınırken cama doğru yaklaşıp, uzandım. İzlediğim yolun bulanıklaştığını fark edince, direnmekten vazgeçip gözlerimi kapattım. Yüzüme vuran soğuğu hissedince gözlerimi açtım. Hayal meyal gördüğüm Ömer'in uzanan elini tuttum. Gözlerimi tam anlamıyla açınca arabadan indim ve elinde tuttuğu montu alıp üzerime geçirdim. Hava hala karanlıktı fakat etrafta Ahmet yoktu. Bir evin önünde durduğumuzu fark ettim. Arabayı kilitleyince, konuşmadan Ömer'in arkasından yürümeye başladım. Evin tam karşısında durduk. "İşte." dedi. "Hikayemin başladığı yer burası." Bana inanılmaz tanıdık gelen eve bakınca istemsiz olarak "Burası mı?" diye sordum.
"Evet." dedi. "Beş ay önce burada bir cinayet işlendi." Soğuğa inat kızardığımı ve yüzümden ateş çıktığını hissettim. Ben konuşmayınca o devam etti. "Abim burada birini öldürdü." dedi. O an gözümün önüne, kendi abimi kaybettiğim an geldi. Rüzgarın uğultusu kulaklarımı doldurdu, ayakta durmak için direnen bedenim mücadelesine son verdi. Kafamı çevirip eve baktığımda, camdan bakan annemin yüzüyle karşılaştım. Sonrasında uğultu feryat ile birbirine karıştı.

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Aug 23, 2017 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

EYLÜL |Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin