eksi iki | Korku’dan korkamazsın |
Dershane pikniklerini sevip sevmediğimi bilmiyorum. Daha önce hiç dershane pikniğine –veya herhangi bir aktivitesine katılmadım.
Yalnız olduğun zaman her şey daha yavaş ve daha nettir. Okulca yapılan bir piknikte arkadaşların olur. Gün hızlı geçer. Ve pürüzlü. Hayat pürüzleriyle güzel değil mi zaten?
Hayat güzel.
Otobüs apartmanın önüne geldiğinde yere bıraktığım büyük plaj çantasını koluma taktım. İçinde su, kitap, peçete ve yedek kıyafet vardı sadece. Bu pikniği başından beri sevememiştim. Piknik dediğin annenle yaptığın poğaça böreği götürüp mangal yapmak değil miydi?
Kaliteli ve mutlu bir gün ancak gün ileride hatırlandığı zaman mükemmeldir. Çünkü insanlar mutlu olduğu günlerin çoğunu hatırlamaz.
Servise bindim. Ortadaki iki kişilik koltuk ile arkadaki tekli koltuk boştu. Hemen çift kişilik koltuğun cam kenarına oturdum. Servis kısa bir süre sonra durdu.
Bu kez saçlarımı uçuşturan rüzgar yoktu.
Tolga ve Tekin servise bindi. Arkadaşlarıyla yumruk tokuşturdular. Tanıdığım en belalı lise birler oluyor arkadaşları.
Tolga bu ‘belalı liseliler’in dışında kalıyor.
Tekin ise belalı ile liseliler sözcüklerinin arasında. Tam içeride.
Ne kadar belalılar bilmiyorum. Tek bildiğim Tekin’nin suratındaki morluklar. Ve belini tutarak yürümesi.
Tolga arkadaki tekli koltuğa yöneldi Tekin arkadaşlarını selamlarken. Ve sonra arkada oturan Tolga’ya baktı. Kötüce. Sonra servisin hareket etmesini umursamadan yavaş yavaş ilerleyerek tek boş yere geldi, yanıma. Sırt çantasını yukarıya yerleştirdi ve yanıma oturdu.
“ Günaydın.” Kulaklığımı play çantasından çıkardım.
“ Günaydın.” Sesi melodikti. Şarkı söylese dinlemezdim o ayrı.
Yana dönüp Kerem’le konuşmaya başladı. Birkaç kez görmüştüm ama resmen tanışmamıştık. Tanışmakta istemiyordum.
Kulaklığımı kulağıma takıp kitabıma gömüldüm. Bu üçüncü okuyuşumdu. Hiç kimse unutulmak istemezdi. Kitap bile.
İki bölüm yani otuz dört sayfa sonra kafamı kaldırıp saate baktım. Daha yolu yarıladığımızı bile sanmıyordum. Kafamı çevirip Tekin’e baktım. Servis sessizdi. Ve bu sessizlik Tekin’in şekerleme hormanlarını arttırmış gibi duruyordu. Ceketini katlayıp yastık niyetine ensesine yerleştirmişti. Ses çıkarmadan kitabımı okumaya geri döndüm.
Servis durdu. Bölümün bitmesine bir sayfa kalmıştı. Tolga çıkarken Tekin’nin omzuna vurdu. Tekin uyandı ve başının arkasına koyduğu ceketi alıp onu takip etti. Ben de son satırları okuyup kitabı çantama yerleştirdim. Ayağa kalktım. Tişörtümü düzelttim. Sonra koltuğun kenarına sıkışmış kağıt parçası dikkatimi çekti. Eğilip aldım. Muhtemelen Tekin’den düşmüştü. Sonra veririm diyerek kot pantolonumun cebine iteledim. Ve servisten indim.
Piknik sıkıcı geçiyordu. Yakantop oynamıştık. Ve sürekli vuruldum. Kesinlikle yakantoptan nefret ediyorum.
Göz kararı ikiyüz metre ötedeki basketbol sahasına baktım. Burada oturacağıma basketbol izlemeyi yeğlerdim. Belki bir şeyler kapardım. Belki.
Çimlere basmamaya çalıştım ama her yer çimdi. Ben koyverdim. Basketbol sahasının etrafı tellerle çevriliydi. Ve kapıyı bir türlü bulamıyordum. Top seslerini dinleyerek telin etrafını dolandım. İkinci turlayışımda kapıyı bulabildim. Elimle ittirip içeri girdim. Kapıyı kapatıp arkamı döndüm. Ve kafamda bir basınç hissettim. Elimi kafama götürdüm ve yerdeki basketbol topuna baktım. Sonra potanın altında olduğumu fark ettim.