-Çocuğun gözünde küçücük ruhunun acısını gösteren bir damla yaş gözüktü
Burası penceresiz, boğucu, kasvetli ve karanlıktı. Her yer karanlıktan ibaretti.
Tavandan damlayan su, zemindeki taşların arasına sızıyordu. Zemin nemli ve kayganken, üzerinde yosun tabakaları birikmişti. Duvar köşelerinde yer yer koyuluklar oluşmuştu, derin nefes alabilmek imkansızdı.
Wandswort Hapishanesi, Londra'nın yazarlarına asılmalarından önceki son gecelerinde layık gördüğü yerdi. Hepsi hiç beklemedikleri anlarda evlerinden, iş yerlerinden, hatta çalışma masalarının başından alınıp buralara tıkılmışlardı. İsimleri, kimlikleri ortaya çıkartılmıştı herhangi bir şekilde ve şimdi hepsi, ertesi sabah canlarını alacak ipi bekliyorlardı.
"Bir sonraki romanımda öteki taraftaki sistemi eleştiririm belki, zaten öldüm, beni orada da asamazlar ya."
Adamın söyledikleri koğuşlar arasında ufak bir kahkahaya sebep oldu ama buruk, cansızdı.
"Cehennemde de Buckingham varsa, kesin seni orada da asarlar."
Bu sefer gülüşler daha coşkuluydu. Son anlarını yaşıyorlarken kimsenin onlara karışmaya, susturmaya niyeti yoktu. Sabaha zaten idam edileceklerdi.
"Bizim cehennemimiz Buckingham'ın kendisi değil mi?"
Karşılıklı iki koğuşta onar kişiydiler. Londra saatler sonra tamı tamına yirmi büyük ismini kaybedecekti.
"Söylesene Namjoon," dedi kahkahalarda en başı çeken adam, ismi Victor ya da Wilhelm olabilirdi, saygın ve varlıklı bir Bloomsbury üyesi olması dışında Namjoon'un onun hakkında hatırladığı hiçbir şey yoktu. Yine de sindiği köşede başını kaldırıp hemen karşıdaki koğuşa baktı. "Wahrheit'ta yazmak nasıl bir duygu?"
Her iki taraftan da onaylayan sesler yükseldi, nesillerdir devam eden, tarafını en açık ve net şekilde belli eden dergiydi. Oraya değil alınabilmek, makalelerini editörlerin bir kez okuması ve onay ya da ret mektubu yazması bile imkansız denebilecek düzeydeydi. Namjoon dergiye üç hafta önce alınmıştı, sevinci de saatler önce bir sivil polis tarafından yakalanıp buraya getirilmesiyle son bulmuştu.
"Bunu size tarif edebilmem imkansız." Dedi sadece. Yazdıklarının en kısa sürede tercüme edilip Almanya, Fransa ve hatta Rusya'ya bile gidiyor olması, dünyanın her yerinden insanların seni okuyacağını bilmenin kaleminde yaptığı ağırlık bile baş döndürüyordu. Nitekim Namjoon'un hayalleri de çabucak suya düşmüştü.
Başını tekrar geriye, soğuk duvara doğru yaslayacakken karşı taraftan biri daha seslendi. "Lawrence denen herifle tanışabildin mi bari?"
Namjoon J. Lawrence'ı daha önce hiç görmemişti, bazen onun bir grup yazarın birleşerek oluşturduğu hayali bir karakterden ibaret olduğunu düşündüğü oluyordu. Yine de onun hakkında herkesin bildiği gerçekler vardı.
J. Lawrence bütün Londra için tartışmasızca mükemmeldi.
Betimlemeleri capcanlı, dili alaycı ve çocuksu, sözleri ise yürekleri ağızlara getirecek kadar duygusaldı. Makaleleri elden ele dağıtılıyor, kitapları mum ışıkları eşliğinde hapishane koğuşlarından trenlere, genel evlerden Katolik okullarına, her yerde okunuyordu.
"Hayır." Dedi sadece. Yarın sabah ölecekti ve konuştuğu son şeylerin de varlığı bile gerçek dışı olan birinden ibaret olması canını sıkmıştı. Gözlerini kapatıp kendini dinlemek, son anlarını sessizce geçirmek istiyordu.
Ancak Namjoon'un bu sessizlik dileği, taş zeminde yankı yapan sert topuk sesleriyle son buldu. Gözlerini yeniden araladığında, koridorun gerisinden hafif turunculukta bir ışığın yükseldiğini ve gittikçe yaklaştığını görebiliyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bury My Heart | Jikook
FanficOysa ben seni herkesten sakladım, en çok da kendimden. (+yoonseok) to; @gumwinshi