lucky accident in station

262 46 22
                                    

Çantasını yere her zamankinden daha yavaş bıraktı. Her zamankinden çok daha tereddütlü, titrekti hareketleri. Yükseltiye yaklaştı. Ayaklarını bastı, yükseltiye çıktı. Bir kez daha düşme tehlikesi atlatmaktan korkarcasına, dikkatlice sıvadı kollarını. Kolları çiçeklere doğru yavaş, yavaş uzandı. Topukları havaya yavaş, yavaş kalktı. En ufak bir sarsıntı bile yaşamadığı halde, kalbi düşmek üzere olduğu günki gibi yeniden tekledi. Korkmuştu. Daha yükseğe uzanmaktan ilk defa korkuyordu.

Parmak ucunu bile değdiremediği çiçeği izledikçe içindeki onu koparma isteği arttı. Çiçek kendiliğinden kopup yere düştüğündeyse, daha çok. Çiçeğin süzülerek sakince yere inişi ona babasını hatırlatmıştı, her bir çiçek düştüğünde aynı şeyleri anımsadığından kız bu hissiyata alışalı çok olmuştu.

Hata yaptı.

Çiçeğe dokunmak, babasına dokunmakla aynı olur sanmıştı.

Yalnızca bir santimetre daha yukarıya uzanmasıyla, dengesini kaybetmesi bir oldu.

Ancak bu kez, düşmemek için ayaklarından birini geriye atamamıştı. Bedeni, kaskatı kesilmişti. Beyni geçirdiği şokla uyuşurken, kalbi tam tersini yapıyor ve vücudundaki bütün kan çekilmişçesine hızla kan pompalıyordu. Kız, gerçekten çok korkmuştu.

Hızlı trenin raylarda çıkardığı uğultuyu duydu. O tren duracak olan trenlerden biri değildi, henüz saati gelmemişti. Yani bütün hızıyla geçip gidecek, belki de kızın parçalarını da kendisiyle birlikte götürecekti.

Çığlık bile atamayacak kadar şoktaydı, öyle ki çığlık atmayı denese bile sesi çıkmazdı. Olası vahşeti görmesini önlemek istercesine, atkısının önüne sarkan uzantıları gözlerini kapattı. Hiçbir şey görememesi onu biraz olsun rahatlattı. Fakat duydukları, hayatının kararacağı anın saniye saniye ne kadar yaklaştığını ona haber veriyordu. Uğultular o kadar arttı ki, kız bütün seslerin beyninin bir oyunu olduğunu düşünmeye başladı. Her şey beyninin oyunu olmalıydı.

Çünkü her şey, gerçek olamayacak kadar gerçekçiydi.

Ölüm bile çok gerçekti, o anda. Babasına kavuşacağını düşünmedi, ona sarılabileceğini düşünmedi, onu duyabileceğini düşünmedi, milyonlarca kiraz çiçeği ağacına sahip olabileceğini düşünmedi. Yalnızca öleceğini düşündü. Ve daha çok korktu.

Bedeni aniden sarsıldı. Sırtında hissettiği darbe ve bedeninin savruluşu yüreğine öyle indi ki, kalbinin kendi kendini devre dışı bıraktığını bile düşündü. Fakat, acı hissetmemişti. Tanrı acısız ölmesine izin mi vermişti, yoksa? Hayatı çoktan sona ermiş miydi? Öyle olmalıydı. Gözlerini açmak istemedi. Burnuna akın eden kiraz çiçeği kokusu, öldüğünün kesin kanıtıydı onun için. Hiç bu kadar yoğun almamıştı kokularını, kiraz çiçeklerinin kokusu etrafını hiç bu kadar çok çevrelememişti.

Kokunun büyüsüyle korkusunu unuttu, gözleri isteği dışında aralanıverdi. İlk açıldığında her şeyi bulanık gören gözleri, direkt olarak pembe rengini algıladılar. Artık kimse onu cennette olmadığına inandıramazdı.

Yutkundu. Bedeninin boşlukta olmadığının, bir yere yaslandığının farkına yavaş yavaş varıyordu. Gözlerini kırpıştırdı, hemen karşısında gördüğü bir çift göz onu korkutmuştu. Hareket etmeye ve kaçmaya çalıştı, ancak onu tutan kollar, hareket etmesine engel oluyordu.

Onu içine sokmak istercesine sıkı tutan kollar nihayet gevşediğinde kız aniden bırakılmanın etkisiyle tökezleyerek geri çekildi. Başını kaldırdı. Karşısındaki genç çocuk, pembe saçları ve bembeyaz ten rengi ile onu gören kişilere yalnızca kiraz çiçeklerini anımsatabilecek bir dış görünüşe sahipti. Görünüşünün güzelliğine dalmışken, burnuna çarpan yoğun kiraz çiçeği kokusu, kızın gözlerini şaşkınlıkla büyüttü. Birkaç dakika önce korkarak kaçtığı genç çocuğa doğru kocaman bir adım attı, boynundaki beyaz atkıyı çekip burnuna götürdü. Koku hafif olmasına rağmen o kadar yoğundu ki, ona kiraz ağaçlarıyla dolu bir bahçede olduğunu hissettirdi.

Genç çocuğun küçük kıkırtısını duydu. Başını kaldırdı, tebessümüne baktı.

"Bir dahakine dikkatli ol."

Kızıyor gibiydi sesi, bir o kadar da kıyamıyor gibi...

Sakura ga Saku「桜が咲くの駅」Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin