A Small Grey

31 7 0
                                    

Gri...

Eğer kendimi bir renge benzetecek olursam bu gri olur ama açık gri. Ne siyahtan kurtulabilmiş ne de tam beyaz olabilmiş. İşte tam da bu şekilde her şeyi arafta yaşıyorum. Hiç bir zaman tam manada mutluluğu hissetmedim. İstemedim de.Neden ben de bilmiyorum. Fakat sahip olunmayı ya da olmayı isterdim. Bu benim demek ya da sahiplenilmek güzel bir his. Yani ben öyle tahmin ediyorum.

İnsanoğlu mutlaka hayatında en az bir kez de olsa bir şeyleri sahiplenmiştir. Küçük bir çocuk kırmızı yarış arabasını, liseli aşık sevdiği kızı, yaşlı baba kumandayı, anne mutfağını. Küçük ya da büyük değerli ya da değersiz bir şeyleri mutlaka sahiplenmişizdir. Doğamızda bu var.

Bu zamana kadar ben de gerekli gereksiz birçok şeyin sahibi oldum. Yatağımın, telefonumun, kitaplarımın, paylaşmak istemediğim öğle yemeğinin...Birçok şey için savaş vermişimdir. Birkaç tanesi elimden kayıp gitse de diğerlerini avuçlarımın arasında tutmayı başardım. Ben kolay kolay bir şeyleri paylaşmam. Sevmem bana ait olanların başkasında durmasını. Bana ait olan her zaman yanımda, etrafımda bulunmalı, gözümün önünde olmalı. Sanırım bu bencilliğim yukarıdakini kızdırmış olmalı ki sen misin benim sana verdiğim lütufları saklayan diyerek benden sakladığım şeyler karşılığı bir şey aldı. Çok önemli bir şey. Ruhumu aldı. Hoş onda dursa yine iyi olurdu ama belki de bir daha görme şansımın olmayacağı birinin ufak tebessümüne dolanıp kalmıştı.

Öyle isyan etmiştim ki yukarıdakine, öyle ağlamıştım ki çok yalnızım diye sanırım bana onu yollamıştı. Gerçi sadece birkaç saniye sürmüştü ama onu yeniden görebilme umudu daha şimdiden sarmıştı bedenimi.

Zayıf bedenimi kıyafetlerle kaplanmış eski yatağımdan zorla kaldırdım ve etraftaki karton kutulara çarpmamaya dikkat ederek yatakhaneden çıktım. Sanırım elimi yüzümü soğuk su ile yıkamak iyi gelecekti. Ayrılıyordum. Bırakıyordum çocukluğumu burada , saçma gençlik anılarımı hiç çocukluğunu yaşayamamış çocukların çığlıklarını hapseden duvarların arasına bırakarak gidiyordum.

Liseye sona geçtiğim için yetimhanenin yatakhanesinden ayrılıp okulun yurtlarından birine yerleşiyordum. Ne kadar da hoş değil mi? Durmadan bir yerlere sürükleniyordum. Tıpkı bir yaprak gibi. Konaklayacak, dinlenecek bir yuvam dahi olmadan burada yaşlanıyordum.

Elimi yüzümü yaz , kış fark etmeksizin daima soğuk akan suda yıkadıktan sonra kurulama gereği duymadan yatakhaneye geri döndüm. Özen göstermeden yatağımın üzerindeki son kıyafetlerimi de bavula koyup toplanma işini sonlandırdım.

3 koli ve 2 bavuldan oluşan minik(!) yığınımı her yerine adımı büyük büyük yazdıktan sonra kapının yanındaki eşyaların olduğu yere sürükledim. Tüm eşyalar akşama doğru aranacak taşıma kamyonları ile yurtlara gönderilecekti.

Acele etmeden yemekhane katına indim.

Masalarda oturmuş diğer çocuklara dikkat etmeden en köşedeki masaya oturdum. Buraya geldiğim ilk günden bu yana neredeyse sadece temel ihtiyaçlarım için iletişim kurmuştum onlarla. Buradaki arkadaş sayım bir elin parmaklarını geçmezdi.
Herkes ile kolay bir şekilde anlaşamam. Biri ile arkadaş olmam için bir süre konuşmam gerek. Bu yüzden de arkadaş edinmekte zorluk çekiyorum. Gerçi buradaki kişilerin arkadaşlığına da pek güvenmiyorum.
Şu an ki mutluluğum buradan ayrılmam ve gittiğim okulda çocukluk arkadaşımın olması.
Onu gerçekten özlüyorum. Yetimhane kuralları yüzünden sadece okul zamanları görüşebiliyorduz ve bu çoğu zaman yetmiyor.
Yetimhaneden ayrılıp okulun yatakhanesine geçmem yakınlarda oturan Seulgi -en yakın arkadaşım- ile daha sık görüşebilmem demek. Bu da şu an moralimi düzelten tek unsur.
Yavaşça aldığım ve işkence ettiğim yemeği daha fazla görmek istemediğim için yemekhaneden çıktım. Saate baktığımda ayrılma vaktinin geldiğini görmek beni daha da mutlu etmişti.
Herkes geride kalan son eşyalarını alıp binanın önüne park etmiş servislere doğru harekete geçti. Her zaman ki gibi en önce binmiştim çünkü en kısa hazırlanma süresi benimdi. En arkaya geçip can kenarına oturduktan sonra sessizce diğer çocukların yerleşmesini izledim.
Herkes hazır olunca araç harekete geçti. Camın dışarısında kalanların hızla geçip gitmesini izlerken bir yandan da düşünüyordum. Seulgi'yi, yurdu, okulu, dersleri ve düşüncelerimin çoğuna yayılan gülüşü. Gerçekçi olmak gerekirse düşünmek istemiyordum ama durduramıyordum. Bu tamamen kişiliğime yapılan bir hakaret, aklıma yapılan bir suikast girişimiydi. Tüm yaşamım boyunca -ki bu sayıya çevrildiğinde uzun bir süre etmiyordu- yıkılmaz sandığım irademde küçük çatlaklar oluşmaya başlıyordu. Bu durumun sadece üç saniyelik bir tebessüm ile olması da beni vazgeçtiğim intihara sürüklüyordu. Tanrı aşkına sadece bir tebessümdü. Benim için dünyayı yerinden oynatmamıştı ki. En basitinden beni tanımıyordu bile. Ufak bir dipnot ben de onu tanımıyordum. Bu iş benim açımdan tamamen çıkmaza sürükleniyordu ve ben bunu durduramıyordum, durdurmuyordum. En başından artık ne olacaksa olsun modundaydım. İşte sevgi konusunda cahil olduğumun bir göstergesi de buydu. Ben seviyordum da neyi seviyordum? Neye göre seviyordum? En önemlisi kimi seviyordum? Ya da benim bu hissettiğime sevgi denir miydi?
Bu zamana kadar hep birilerini değil de bir şeyleri sevdim. Sevgimin karşılığı olmazdı. Mantıklı düşünürsek zaten kitapların ya da müziğin beni sevmesi imkansızdı. Bu nedenle ben sevgiye yabancıydım. Sadece Seulgi vardı ve bugüne kadar onun sevgisi bana yetiyordu. Fazlasında gözüm yoktu. Fakat birkaç gündür tahammül edilemez bir şekilde onun beni sevmesini hatta sadece beni sevmesini istiyordum. Bu hastalıklı düşüncelerime engel olamıyordum. Yavaş bir şekilde dibe çekiliyordum ve en sonda onu göremiyordum.
Düşüncelerimin beni girdaba sürüklediği süre içerisinde yeni yurdumuza gelmiştik bile. Araç henüz park etmişti. Öğrenciler yavaş yavaş dışarı çıkarken ben sıranın bitmesini bekliyordum. O kalabalığın içine kimse beni sokamazdı. Herkes indikten sonra uyuşuk bir şekilde arabadan çıktım. Ilık bir hava vardı ama yine de bunaltıyordu.
Yurdun önünde toplanmış öğrenci öbeğinden uzak ama konuşan öğretmeni duyabilecek kadar yakın bir yerde dikilmeye başladım. Klasik bir konuşmaydı. Bu yılın bizim için önemli olduğunu, burada olay çıkarmamamız gerektiğini ve buna benzer birkaç şeyi daha söyledikten sonra herkesi çift olacak şekilde sıraya soktu. Çiftler aynı odalarda olacak şekilde ayarlanmıştı. Düzeni sağlayan rehberlik öğretmeni benim kimseyle anlaşamadığımı ve gerekirse bunun için olay bile çıkarabileceğimi bildiği için beni normalde nöbetçi öğretmenin kaldığı ama uzun süredir kullanılmayan tek kişilik bir odaya yerleştirmişti. Buna ben de dahil olmak üzere kimse itiraz etmemişti. Çünkü her ne kadar onlara bir zararım dokunmamışda olsa tüm yıl benimle aynı odayı paylaşmak istemezlerdi. Eh... Bu benim de işime gelirdi.
Oda anahtarlarını alanlar yavaş ve gürültülü bir şekilde odalarına geçmeye başladı. Kapıya en uzak ben olduğum için grubun en arkasında ben vardım.
Odama girdiğimde gün içinde ilk kez tam anlamıyla gülmüştüm. Öğretmenlerin kullanması amaçlanarak yapıldığı için kendine ait ufak bir banyosu ve çok küçük -boyutunu umursamamıştım- ama kullanışlı bir mutfağı vardı. Eşyalarımı şimdilik kenara dizip yatağıma sırt üstü atladım. Gerçekten rahattı. Yavaşça gözlerimi kapadım ve yorgun zihnimi dinlendirmek için uykumun gelmesini diledim.
Fakat Tanrı beni umursamıyor gibi görünüyordu çünkü tam uykuya dalacağım sırada telefonuma mesaj gelmişti. Titreşimde olan telefonum beni uykunun kollarından kopardı.
Yatakta oturur pozisyona gelerek bir yandan da telefonumu açmaya çalıştım.

Seulgi mesaj atmıştı. Buluşmak istiyordu. Onu reddetmem 3 haftalık trip yemem demek olduğu için üzülerek ve sıkılarak onaylayan bir mesaj attım ve siyah kıyafetlerimi açık renkli kıyafetlerle değiştirdim. Daha fazla terlemek istemiyordum.
Herkes yerleşme aşamasında olduğu için çıkmam sorun değildi. Gerçi haftasonu olduğu için de bir sorun çıkmazdı ama ben yine de müdür yardımcımıza arkadaşımla buluşmaya gideceğimi haber vermiştim.
Seulgi'nin attığı konuma geldiğimde şirin bir kafe olduğunu gördüm. Yanına gittiğimde içeride oturmayacağımızı sadece yiyecek bir şeyler alıp -burada kast ettiği yemek dondurmaydı- parka gideceğimizi söyledi. Heyecanlıydı. Bunu sesinden bile anlayabilirdim. Bana anlatacakları olduğunu söylediğinde kendim için dua etmeye başlamıştım bile. Çünkü Tanrı biliyor ya Seulgi bir şey anlatmaya başladığında asla susmazdı.
Parka giderken yolda her şeyi bilen Tanrı'dan kendime biraz sabır diledim. Çünkü gün uzun olacağa benziyordu.

*********************************

Not: Seulgi Red Velvet üyesi olan değil gerçekten Moonbyul'un kardeşi olan kişi.

Neria✨

Small SmileHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin