1 -Senin var ya, yedi sülaleni öptürürüm.

954 59 18
                                    

Galaksinin yörüngesinden fırlayıp kendimi farklı bir dünyada bir mağarada bulmak heyecan vericiydi. Başıma açtığım belayı yok edip krallığa döndüğümde, ejderha yumurtası toplayacak olmamsa ayrı bir heyecan vericiydi. Cezamdan kaçmayı düşünmek intihar demekti ve Park Chanyeol'un gazabı hepsinden beterdi. Bir eylül gecesiydi. Dünyadaydım. Havada sert, soğuk bir rüzgar vardı. Mağaradan çabucak çıkıp aradığıma ulaşmaya çalışmak çok zordu ve hayatımda hiçbir şeyin istediğim gibi gitmemesi bile koşmaktan daha kolaydı.

O kadar çok koşmuştum ki sonunda istediğim yere ulaştığımda nefes nefese kalmıştım ve ciğerlerim üzerine ejderha üflemiş gibi yanıyordu. Buranın oksijeni bile bir garipti ve ormanın içinden bu dağ evine koşarken aklımda sadece işimi çabucak bitirip geri dönmek vardı. Hiç düşünmeden bahçe çitlerini aşıp giriş kapısına ulaştım. Kapıya alacaklı gibi vuruyordum çünkü yorulmuştum, geç kalmış olabilirdim ve alacaklıydım.

Kapı sonunda açıldığında karşımda uzun boylu, hayır epey uzun boylu bir adam bulmayı beklemiyordum. Baya uzun boyluydu. Hayır boy takıntım yok. Benim boyum da uzundu ama işte adam benden de uzundu be. Üzerinde dünyalıların giydiği siyah bir eşofman takımı vardı ve bacakları çok uzundu. Tamam bir daha uzun demeyeceğim.

"Bu saatte böyle kapı çalınır mı? Mağaradan mı geliyorsunuz?" Nazik olmaya çalışan sesi yine de sinirini belli ediyordu ama pek umurumda olduğu da söylenemezdi.

"Hiii! Nereden biliyorsun mağaradan geldiğimi?" Diye sorduğumda gerçekten şok olmuştum. Zaten burada böyle bir adam bulmayı da beklemiyordum. Bizim kahin bozuntularına benzeyen, çok sıska ya da koca göbekli, saçı sakalı birbirine karışmış ya da kel, ama nasıl olursa olsun yaşlı bir amcayla karşılaşırım diye düşünmüştüm. Ya da yaşlı bir teyze. Çünkü hadi ama burası bir dağ eviydi ve insanlar genelde büyük binalarda yaşarlar, böyle yerlerde de kimsesiz yaşlı insanlar kalır diye biliyordum. Ya da bu bir dünya efsanesi de olabilirdi. Herneyse. Bu konuda çok bir şey bildiğim söylenemezdi. Bildiklerim de efsanelerden ibaretti zaten. O yüzden boşverdim.

"Dalga mı geçiyorsun?" Diye sorduğunda cevap veremedim çünkü ciğerlerim hala yanıyordu. Elimi kapının kenarına yaslayıp soluklanmaya çalıştığımda ellerime baktıktan sonra "Çek ellerini kapımdan." Diye mırıldandı. Ama benim aklım aldığım enerjideydi. Aradığım şey kesinlikle burada olmalıydı.

"O kadar koştum. Ciğerlerim yanıyor, az dur da soluklanayım be. Vicdansız mısın?"

Burun kemerini sıktı ve elimi kapıdan iterek uzaklaştırdı. "Bana bak velet. Çek git, gece gece sinirlerimi bozma benim."
"Hah. Velet mi? Sen bana mı velet dedin? Senin var ya, yedi sülaleni öptürürüm."

Gözleri kocaman açıldı ve alnıma vurup beni kapıdan biraz daha uzaklaştırdığında "Son kez söylüyorum edepsiz velet. Defol buradan. Polis çağırmak zorunda bırakma beni." diye azarladı beni. Aynı şeyi Chanyeol'a  söylesem beni ellerimden bağlayıp atının arkasında sürüklerdi.

Ciğerlerim sonunda yanmayı bıraktığında beynime giden temiz oksijenle daha düzgün düşünmeye çalıştım. Normalde bana karşı böyle davranmaya kimse cüret edemezdi -tamam belki birkaç kişi edebilirdi- ama dünyada işler farklı ilerliyordu. Eh bu adamla ters düşmek benim için hiç iyi olmazdı çünkü evin sahibi olduğu da her halinden belliydi.

"Tamam bak buraya öylesine gelmedim tamam mı? Adım Sehun." dediğimde yüzüme malmışım gibi baktı. "Bana ne adından? Sordum mu? Ne arıyorsun çabuk söyle ve git."
"Delik arıyorum."diye cevap verdiğimde yüzünde çarpık bir gülüş belirdi. "Ben semeyim." Bir süre düşündüm. Seme ne demek hiçbir fikrim yoktu. "İnsan değil misin?" diye sorduğumda yüzünü buruşturdu. "Her an nefes alsan yeter diyecekmişsin gibi bir halin var." Yine söylediklerini düşünmeye çalıştım ama hiçbir şey anlamıyordum ve zamanım da kısıtlıydı. "Bak seni anlamıyorum tamam mı sadece içeri girmeme izin ver."
Beni şöyle bir süzdükten sonra konuştu. "Kamera şakası falan mı bu? Gerçekten öyleyse çok kızacağım." "Şaka falan yapmıyorum. Çok fazla vaktim yok. Çekil de içeri geçeyim." Elimle onu itmeye çalıştığımda başarılı olamamıştım çünkü baya yapılı bir herifti. "Bana bak üzerinde bilmem kaçıncı yüzyıldan gelmiş gibi şeyler var ve gecenin bir yarısı dağ başındaki bir evin kapısını çalıp delik aradığını söylüyorsun. Gerçekten defolup git yoksa polis çağıracağım." Üzerimdekilere kısaca bir bakış attım. İpek bir gömlek üzerine zincirleri olan bir yelek giymiştim ve altımda da siyah deri bir pantolon vardı. Botlarımı ve boynumdaki kolyeleri saymıyorum. Kırmızı saçlarımın konusunu dahi açmak istemiyorum ama yine de harika göründüğüme emindim. Tek sorun insanların böyle giyinmemesiydi. Aman, bana ne canım. Ben de dünyalı değilim zaten. "Ne varmış halimde? Ben var ya tüm kainatın tüm kadınlarını cebimden çıkarırım. Sen şu kendi üzerindekilere bakta öyle konuş istersen. Ayrıca tutturdun polis polis diye. Hava mı atıyorsun polislerin var diye? Benim de askerlerim, komutanlarım var ama gözün korkmasın diye getirmedim yanımda." Yalan. Aslında tek başıma gelmek zorunda kalmıştım.

Küçük bir kahkaha attıktan sonra konuştu. "Oyuncak askerlerin mi? Tamam tamam. Annenle baban nerde senin? Bir yakının, tanıdığın var mı? Telefon numaralarını biliyorsan arayalım, gelip alsınlar seni olur mu?"

"Bana velet muamelesi yapmayı kes. Sadece içeri gireceğim. Yemem evini. Çekilsene be!" Onu tekrar itmeye kalktığımda yine gözlerini kocaman açıp tekrar alnıma vurdu. "Eeehh! Yeter ama! Her seferinde böyle vuracaksan senle anlaşamayız biz. Hem daha yeni tanışıyoruz diye sana nazik davranıyorum falan ama bak beni çileden çıkarma." Küçük bir kahkaha daha attıktan sonra cevap verdi. "Bana bak yer cücesi. Bitir şu oyununu git yoksa alırım ayağımın altına."

Yer cücesi mi? Aramızda sadece birkaç santim vardı. Kanın yavaş yavaş beynimde toplandığının farkındaydım ve artık hiçbir şey umurumda değildi. "Gidiyorum. Ayaklarıma kapanıp ağladığın zaman yüzüne bakmayacağım." Arkamı dönüp doğrudan ormana girdiğimde kapı sesi duymuştum. Hödük. Arkamdan bile gelmemişti. Zaten fazlasıyla zaman kaybettiğim için tekrar koşmaya başladım ve mağaraya girdim. Kahinlerin benim için açtığı geçit henüz kapanmamıştı ve kapanmasına da daha çok var gibi görünüyordu. Bu geçiti açmak için çok uğraşmışlardı ve bunun sonucunda bir ay taşı ve bir ejderha kaybetmiştik. Geri dönmeliydim ama aklım da hala evdeydi. Geri dönersem geçit sonsuza kadar kapanacak ve bir daha bu tarafa geçemeyecektim. Doğal olarak evdeki şeyi de bulamayacaktım ve birinin başına bir şey gelirse engel de olamayacaktım. Ne olursa olsun o eve girmeli ve sebep olduğum şeyi ortadan kaldırmalıydım. Ama geçitte kapanmak  üzereydi ve zamanında geri dönemezsem sonsuza kadar burada kalırdım. Kafayı yemek üzereyken gözlerim geçitle mağaranın girişi arasında gidip geliyordu en sonunda dayanamayıp koşmaya başladım. Ya o eve girecektim ya da o eve girecektim. Başka çaresi yoktu bu işin. Koşa koşa eve geri döndüğümde bu sefer kapıyı çalmadım. Nasıl olsa kendi isteğiyle beni eve alacağı yoktu. Eh, üzgünüm insan evladı. Beni buna sen zorladın.

İki katlı evin üst katındaki açık pencereye yakın olan ağaca tırmandım. Oradan da içeri girmiştim. Hayatımda yaptığım en kolay işlerden biriydi bu. Şimdi bir koridordaydım ve aldığım enerjiyle vakit kaybetmeden ilerledim bir kapının önünde durmuştum ki arkamdan gelen sesle donakaldım. Bu kadar çabuk yakalanacağımı düşünmemiştim. "Sen. Dur orada!" Dedikten sonra ensemden tutmuştu. "Üzgünüm ama bu odaya girmek zorundayım." Dedikten sonra elinden hızlıca kurtulup odaya girdim o da peşimden gelmişti ve cebinden bir şey çıkarmış polisi arayacağı hakkında bir şeyler zırvalıyordu. Burası bir yatak odasıydı. Hızlıca etrafı aramaya başladım. Hoş, ne aradığımı da tam olarak biliyor sayılmazdım. "Bak bu odada çok tehlikeli bir şey var duydun mu beni?"
"Evet, sen." Dediğinde onu takmayıp devam ettim. "Çok ciddiyim. Gerçekten çok tehlikeli. Enerjisini alabiliyorum ama bulamıyorum. Nerede bu?" Evin sahibi gergin bir şekilde her adımımı takip ederken polis çağırıp çağırmamak konusunda kararsız kalmış gibiydi.
"Adın ne senin?"
"Jongin." cevap verdiğinde şaşırdım ama belli etmeden kafamı salladım. Bir süre daha sessizce aradım ama hiçbir şey bulamadım.
"Bak Jongin. Burada gerçekten tehlikeli bir şey var. Büyük ihtimalle bir delik, ya da bir geçit belki de bir zaman çatlağı. Bilmiyorum. Ama bu odada olduğuna eminim. Duydun mu beni? Bu odaya kimse girmemeli. Sende dahil." Jongin bir süre yüzüme baktı ve "Buradaki tek çatlak sensin." diye fısıldadı. Göz devirip ona doğru bir adım attım ama elini kaldırıp yaklaşmamı engellemişti. "Hemen şimdi. Bu evden gidiyorsun. Bu seni son uyarışım. Aksi takdirde saçından sürükleyip zorla dışarı atarım. Hatta polis çağırıp seni akıl hastanesine yatırırım. Bu konuda çok ciddiyim. Derhal terk et burayı." Zaten zamanım kalmamıştı. Mağaraya geri dönmek zorundaydım bu yüzden kabullenmek zorunda kaldım. "Tamam, dediğin gibi olsun. Beni bir daha görmeyeceksin merak etme. Sadece.. lütfen söylediklerimi ciddiye al. Burası çok tehlikeli. Kapıyı kilitle ve içeriye kimsenin girmediğinden emin ol. Gidiyorum." Son sözlerimi söyleyip kapıya yürüdüğümde kolumu tuttu. Beni son bir kez süzdü. Gözlerimin içine baktı ve konuştu. "İçeriye nasıl girdiysen, dışarıya da öyle çık."

Heeeeyy!!!! Bir sürü bir sürü yorum istiyorum. Öptüm hepinizi. Bir sonraki bölümde görüşmek üzere ^^

Valinor ~ SekaiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin