KANATLARI KIRILAN ANKA

32 1 0
                                    

Her kız çocuğu babasının yanında biraz daha çocuklaşır. Yirmi yaşına da gelse bu böyledir ama babam beni erken büyümeye mecbur bıraktı. Annem yatağa mahkum olduğunda henüz 9 yaşındaydım ve babamın her şeyine ben koşturuyordum. Her dediğini yapıyor, ağzından tek kelime çıktığında ikiletmeden hemen yerine getiriyordum ama memnun olmuyordu. Memnun olmadıkça daha da çirkinleşiyordu.
Normalde aile standartlarına göre mutlu bir aile değilsek bile kötünün iyisiydik. Babam ağır bir adamdı. Dışarıdan bakıldığında da sert bir mizacı vardı. Pek gülmezdi yani. Kalın bıyıkları, dudaklarını kapatırdı, gülse de görmezdik işte. İri yarı biriydi. Siyah saçları hep gürdü, sakalları saçlarına karışıktı. bazen öğlen fabrikadan gelirdi, annem önüne bir tas çorba koyardı. Babam yer, yatardı. Evimizde kavga gürültü olmazdı fakat bunun yanı sıra sohbette etmezdi kimse kimseyle.
Bizim mahalledeki evler ya dip dibe ya da kısa mesafede karşı karşıyaydı. Annem bazen kapının önüne oturur, eline örmekte olduğu yazmasını alır ve karşı evde oturan Füsun Abla'yla dertleşirlerdi. ''Dertleşmek'' karşılıklı olan bir eylemdir belki ama annem hiç şikayet etmez, hep dinleyen taraf olurdu.
Bir keresinde ben okuldayken yine kapıda oturuyorlarmış. Birden bire annem kapıya yığılmış. Ben okuldan eve geldiğimde kapıyı çaldığımda kimse açmamıştı. Aklıma en son gelebilecek şey bile değildi annemin felç geçireceği. Belki Füsun Abla'ya oturmaya gitmiştir diye onun kapısını çalmaya başlamıştım ama ondan da cevap alamamıştım. Pazara gitmişlerdir diye kapımızın önüne çöküp beklemeye başladım. Bir yandan da çocuk umudu işte, kapımıza vuruyordum belki duymuyordur. Birden açıldı kapı, babam evdeydi.

''Baba, neden açmıyorsunuz? Annem uyuyor mu?''

Arkasını dönüp içeriye giderken, ''Annen hastaneye gitti. Önemli bir şeyi yok, meraklanma.'' dedi. Her ne kadar ''meraklanma'' dediyse de akşamı nasıl ettim bilmiyorum. Zaten annemde eve gelmedi o akşam.
Sabah okula gitmemek için çok ısrar etsem de babam inat edip zorla gönderdi beni. Yani en azından o gittiğimi sandı ama mahallenin alt sokağında ki çiçekçinin orada saatlerce bekledim babamın işe gideceği saati. Aslında bir nevi delilikti bu. Babam bugün işe gitmeyedebilirdi, nasılsa kafası estikçe erken geliyordu. Saat geçtikçe mahallenin yokuşunu çıktım, eve geldim. Bekledim, bekledim, bekledim. Annem çayı çok sever, bir çay demledim. Bekledim, bekledim, bekledim. Beklemek bazen tahammül edilemez bir hal alıyor.
Çay soğudu, yenisini demledim. Annem yerine onlarca bardak içtim. Oysa ince belli çay bardağını da sıcak sudan geçirip, kaşığını da içine koymuştum. Geriye sadece içini doldurmak kalıyordu, dolduramadım.
Saat gecenin 12'si oldu. Babamda gelmedi, annemde. Çareyi yine Füsun Abla'nın kapısını çalmakta buldum. Kapıyı eşi Mustafa Abi açtı.

''Mustafa Abi, Füsun Abla evde mi?''

Pek babacan bir adamdı Mustafa Abi. İki katlı bu mavi boyalı evde sadece karısıyla beraber yaşıyorlardı. Yıllardır çocukları olmuyordu. Pos bıyıklarını dalga geçmek için çok kullanırdım. Küçük ve kısık gözleriyle pek sevimli bir adamdı göbekli olan Mustafa Abim.
Yine her zaman ki gibi güleç bir ifade taktı yüzüne ama bu sefer ki biraz daha mahcuptu sanki.

''Anka, gel kızım. Bende tam hastaneye gidiyordum belki annenlerin bir şeye ihtiyacı vardır. Füsun aradı. Uyanmış da pek halsizmiş zavallım. Ee felç öyle zor ki.. Babamdan biliyorum.''

O an bir çocuğun dilek tutup mendil bağladığı bir ağaç devrildi. Uçurtmasını uçurduğu yeşillikler yandı. Her zaman pamuk şeker aldığı yaşlı amca öldü. Okuldan koşarak geldiği evi yıkıldı.
O an başıma ne tür felaketler gelebilecekse bir anda geldi sanki, ses etmedim.

''Yok Mustafa Abi, annem zaten bana gelmememi söyledi. Üzülürüm diye görmemi istemiyormuş.''

Yalan söyledim. Haberim bile yoktu oysaki. Bu felç dedikleri şey annemi benden almazdı değil mi?
Eve döndüm.
Belki iki hafta boyunca çay demleyip tek içtim. Babam bu süre içinde eve sadece yatmaya geldi. Sabahta benle karşılaşmadan gitti.
Annem eve bir tekerlekli sandalyeyle geldi. Kollarımı açıp sarılmaya hazırlandım ama annemin kımıldayan tek yeri gözleriydi. Çocuk aklıyla annemin o geçen sürede beni görmediği için, artık sevmediğini düşünmüştüm. Füsun Abla uzun uzun bana felcin ne demek olduğunu anlattı. Annemin beynindeki bir damarın tıkandığını, bunun sonucunda artık hareket edemeyeceğini söyledi. Hiç yoktan bari sesini duyma imkanım olsaydı..
Artık annemle rolleri değişme zamanımızdı. Ben evi çekip çeviren, anneme yeten biri olmalıydım.
Babam.. Bir keresinde eve içerek gelmişti. Uyuyakaldığım için yemek koyamadım önüne. Bağırdı, çağırdı, kırdı, döktü. En çok korktuğum şeyi de yaptı. Zaten içtiğinde hep korkutucu bir adamdı. Sinirini yatağa bağlı olan annemden çıkardı. Vurdukça vurdu. Sanki cansız bir varlığa vuruyordu. Sanırım o an hiç yapmayı akıl etmediğim, en çok eksik olduğum şeyi yaptım. Gözyaşları içinde Allah'a yalvardım. Çok komik geliyor şimdi. Sanki böyle yıllarca bir yerde çalışırsınız, çok da iyi bir maaş alırsınız. Sonra o maaş sayesinde köşeyi dönersiniz ve bir daha o iş verenin yanına uğramazsınız. Elinizdeki para biter ve yine aklınıza ilk gelen aynı yer olur. Ne de acizlik..
Ertesi günü zaten artık bir annem yoktu. Cenazede komşular babamı sorduklarında ''Annemin toprağına dikmek için papatya almaya gitti, annem çok severdi.'' dedim. Halbuki babam annemin en sevdiği çiçeği nereden bilsin?
Sırf kendimi yalancı çıkarmamak içinde kalabalık dağıldığında mahalledeki Nihan Abla'nın dükkanından bir demet papatya aldım.
İyi kadındı Nihan Abla, delikanlıydı. Uzattığım yetmiş beş kuruşu almadı, harçlık etmemi söyledi. Koşarak o toprağın önüne gelip ellerimle nasıl kazdığımı ölsem unutmam.
Ben unutsam ellerim unutmaz.
Babam beni okutacağı yerde, bir bar köşesine mahkum etti. Bukle bukle olan uzun saçlarımı kestirme kararsızlığıyla karşı karşıya bıraktı beni. Onu affedemem. 16 yaşımdayken evden ayrıldım ve bir kafede garson olarak çalışmaya başladım. Kafenin sahibine aileme dair her şeyi söylemiştim ama tek bir farkla, yanına ufak bir yalan eklemiştim. Babamın da öldüğünü..
Kafenin mutfağında ki koltukta yatıp kalktım iki yıl boyunca. Ben açıp ben kapattım. On sekizime gelince de bara girdim işte.
Hep diyorum ya ''Kuşları sevmiyorum'' diye. Aslında ismimi severdim, babam koymuştu neticede. Zaten küçükken bende babamı severdim. Fakat evden ayrıldıktan üç yıl sonra babamdan bir telefon aldım. Belli ki kötü durumdaydı, kendini acındırmaya çalıştı. Oysa işin komik yanı bu adam beni üç sene hiç arayıp sormamıştı da şimdi mi aklına geliyordum?
Hiç bir sevgi sözcüğü bilmeyen babam, ''kuşum'' dedi bana. Suratına kapattım hemen. Az daha dinlesem yenik düşerdim, biliyordum. Sonra ne kadar babamla fotoğrafım varsa yaktım. İçim yana yana veda ettim hepsine.
Bana ''kuşum'' dedi ya, o gün bugündür nefret ettim uçan herşeyden.
En çokta ismimden..

ANKA [Yitik Bir Gidiş]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin