4

401 5 0
                                    

Bir süre sonra Nasyonel Sosyalistler, dünyaya karşı ordularını
güçlendirmeden çok önce, bütün komşu ülkelerde aynı
derecede tehlikeli ve eğitimli başka bir ordu kurmaya başladı;
hakları çiğnenmiş, ihmal edilmiş, gücendirilmiş insanlar ordusu.
Her resmi dairede, her işletmede 'adamları' yuvalanmıştı,
tepedeki Dollfuss ve Schuschnigg'in özel odalarına kadar her
yerde casusları bulunuyordu. Göze çarpmayan büromuzda bile,
ne yazık ki çok geç öğrendiğime göre, adamları vardı. Acınacak
durumda ve yeteneksiz bir büro görevlisinden başka bir şey
değildi elbette, dışarıdan bakıldığında büroya düzenli bir işletme
görüntüsü vermek için, bir papazın önerisi üzerine işe almıştım
onu; gerçekte onu zararsız habercilik işlerinden başka bir şeyde
kullanmıyorduk, telefonları yanıtlıyor ve dosyaları düzenliyordu,
yani tümüyle önemsiz ve tehlikesiz olan dosyaları. Postayı
açması kesinlikle yasaktı, bütün önemli mektupları, kopyalarını
çıkarmadan daktiloda kendi ellerimle yazıyordum, her önemli
belgeyi kendim eve götürüyor ve gizli görüşmeleri yalnızca
manastırın başrahibinin odasında ya da amcamın kabul
odasında yaptırıyordum. Bu önlemler sayesinde bu casusun
önemli olaylardan haberi olmadı; ama şanssız bir rastlantıyla bu
hırslı ve boş kafalı delikanlı, ona güvenilmediğini ve arkasından
bir sürü dolap çevrildiğini anladı galiba. Belki de benim
yokluğum sırasında habercilerden biri, kararlaştırıldığı gibi
'Baron Bern' diyeceği yerde, dikkatsizlikle 'Majesteleri' dedi ya
da pis herif açması yasak olan mektupları açtı; öyle ya da böyle,
ben kuşkulanmayı aklıma bile getiremeden, bizi gözetlemek için
Münih'ten ya da Berlin'den emir aldı. İlk başlardaki kayıtsızlığının
son aylarda ani bir gayrete dönüştüğünü ve mektuplarımı
postalamak için birçok kez ısrar ettiğini, tutuklandıktan çok sonra
anımsadım.

Dikkatsizlik yapıp konuşmamışımdır diyemem, ama sonuçta
Hitler yönetimi en büyük diplomatların ve askerlerin bile sinsice
ağzından laf almamış mıdır? Gestapo'nun ne kadar dikkatle ve istekle gözünü üzerime
dikmiş olduğu sonradan elle tutulur biçimde ortaya çıktı: Daha
Schuschnigg'in yönetimden çekildiği akşam ve Hitler'in
Viyana'ya girmesinden bir gün önce, SS'ler tarafından
tutuklanmıştım. Neyse ki Schuschnigg'in veda konuşmasını
duyar duymaz en önemli kâğıtları yakmıştım;

manastırlarla ve iki
arşidükün yurtdışında saklanan mülkleriyle ilgili belgeleri de bir
çamaşır sepetine saklayıp yaşlı, güvenilir hizmetçimle amcama
gönderdim; ger çekten de adamlar kapımı yumruklamadan
önce, son anda yapmayı başardım bunu."
Dr. B. bir sigara yakmak için durdu. Alevin ışığında, ağzının
sağ köşesinin sinirli sinirli seğirdiğini ayrımsadım, daha önce de
dikkatimi çekmişti bu ve gözleyebildiğim kadarıyla birkaç
dakikada bir tekrarlanıyordu. Belli belirsiz bir devinimdi, şöyle bir
gelip geçiyordu, ama adamın bütün yüzüne tuhaf bir
huzursuzluk veriyordu.
"Eski Avusturya'mıza bağlı kalan herkesin gönderildiği toplama
kampından, orada yaşadığım aşağılama ve işkencelerden söz
edeceğimi sanıyorsunuz herhalde şimdi.

Ama böyle şeyler
olmadı. Ben başka bir kategoriye girdim.
Uzun zamandır bastırılan bir hıncın, bedensel ve ruhsal
aşağılamalarla üzerlerine kusulduğu şanssızların arasına
sokulmadım, Nasyonel Sosyalistlerin ya para ya da önemli
bilgiler koparmayı umdukları öteki küçücük gruba girdim.
Gestapo kendi halinde yaşantımla kesinlikle ilgilenmiyordu
elbette.

Ama onların en azılı rakiplerinin maşası, adamı ve
sempatizanı olduğumuzu öğrenmiş olmalıydılar ve bana şantaj
yaparak kanıt toplamaya çalışıyorlardı: Mülkleri hakkında
yasadışı işlemler yapıldığını kanıtlamak istedikleri manastırlara
karşı kanıtlar, İmparatorluk ailesine ve Avusturya'da monarşiyi
canla başla destekleyen herkese karşı kanıtlar. Elimizden geçen
anamalların önemli bölümünün onların ulaşamadığı bir yerlerde
gizli olduğunu sanıyorlardı, pek de haksız sayılmazlardı
doğrusu; bu nedenle bilinen yöntemleriyle benden bu sırları
zorla almak için hemen ilk gün yakama yapıştılar.
Önemli bilgi ya da para koparılacak benim gibi insanları bu
nedenle toplama kampına göndermediler, özel bir uygulama
yaptılar. Akrabalarından milyonlar koparmayı umdukları Avukat
Baron Rotschild'in kesinlikle dikenli tellerin ardındaki bir toplama
kampına atılmadığını, belirgin bir kayırmayla bir otele,
Gestapo'nun karargâhı olan Metropole Oteline yerleştirildiğini ve
özel bir odası olduğunu anımsarsınız belki. Benim gibi göze
çarpmayan bir adama da bu ödül layık görüldü.
Bir otelde özel bir oda, alabildiğine insancıl geliyor kulağa,
değil mi? Ama biz 'önemli kişiler'i yirmişer yirmişer buz gibi bir
barakaya tıkmayıp da oldukça iyi ısıtılmış, ayrı bir otel odasında
barındırmaktaki amaçlan, kesinlikle insancıl değil, tersine kurnaz
bir yöntem uygulamaktı, bana inanabilirsiniz. Çünkü ağzımızdan
gerekli 'kanıt'ı almalarını sağlayacak baskı, kaba dayaktan ya da
bedensel işkenceden daha incelikle uygulanmalıydı: Akla
gelebilecek en zekice soyutlama yoluyla. Bize hiçbir şey
yapmadılar, bizi tümüyle hiçliğin içine yerleştirdiler, çünkü
bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar
baskı yapmaz. Her birimizi tam bir boşluğa, dış dünyaya sıkı sıkı
ya kapalı bir odaya hapsetmekle, eninde sonun da dilimizi
çözecek olan baskı, dayak ve soğuk yoluyla dışarıdan değil
içeriden yaratılacaktı. Bana ayrılmış oda ilk bakışta hiç rahatsız
etmedi beni. Bir kapı, bir yatak, bir koltuk, bir le gen, bir
parmaklıklı pencere vardı odada. Ama kapı gece gündüz
kilitliydi, masada hiçbir kitap, gazete, kâğıt, kalem durmasına
izin yoktu, pencere bir yangın duvarına bakıyordu; bütün
çevreme ve hatta kendi bedenime bile tümüyle hiçlik egemendi.
Elimden her nesneyi almışlardı, zamanı bilmeyeyim diye saati,
yazı yazamayayım diye kalemi, bileklerimi kesemeyeyim diye
bıçağı; sigara gibi en ufak bir sakinleştirici bile benden esirgendi. Tek bir söz söylemesine ve tek bir soruyu yanıtlamasına izin
verilmeyen gardiyandan başka bir insan yüzü görmedim, bir
insan sesi duymadım; göz, kulak, bütün duyular sabahtan
geceye, geceden sabaha kadar en ufak bir besin almıyordu,
insan kendi kendisiyle, kendi bedeniyle ve masa, yatak,
pencere, leğen gibi dört-beş dilsiz nesneyle çaresizlik içinde tek
başına kalıyordu; suskunluğun siyah okyanusundaki cam
fanuslu bir dalgıç gibi yaşıyordu insan, kendisini dış dünyaya
bağlayan halatın kopmuş olduğunu ve o sessiz derinlikten hiçbir
zaman yukarı çekilmeyeceğini ayrımsayan bir dalgıç gibi hatta.
Yapacak, duyacak, görecek hiçbir şey yoktu, her yerde ve
sürekli hiçlikle çevriliydi insan, boyuttan ve zamandan tümüyle
yoksun boşlukla. Bir aşağı bir yukarı yürürdü insan, düşünceleri
de onunla birlikte bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı
yürüyüp dururdu. Ama ne kadar soyut görünürlerse görünsünler,
düşünceler de bir dayanak noktasına gereksinim duyarlar, yoksa
kendi çevrelerinde anlamsızca dönmeye başlarlar; onlar da
hiçliğe katlanamaz. İnsan sabahtan akşama kadar bir şey
olmasını bekler ve hiçbir şey olmaz. Bekleyip durur insan. Hiçbir
şey olmaz. İnsan bekler, bekler, bekler, şakakları zonklayana
dek düşünür, düşünür, düşünür. Hiçbir şey olmaz. İnsan yalnız
kalır.

SATRANÇHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin