Saraya hemen gitmedi. Kalabalık yerlerde biraz daha gezdi. Ama vaktinin büyük bir çoğunluğunu, onun kraliçenin kızı olduğunu bilip, görünce sevinen kadınla ve sevimli küçük çocuklarıyla geçirmişti. Kadın, ona yemek ikram etmişti ve itiraf etmek gerekirse kadının yaptığı yemek, saraydaki yemeklerden daha güzeldi.
Saraya döndüğünde ise gökyüzünün rengi koyu maviye çalıyordu. Bu rengi Alina, kendi gözlerinin rengine benzetmişti.
Biraz, yaralı Molin'in yanına uğradıktan sonra yemek salonuna indi ve saray halkıyla beraber yemek yedi. Ogufer görünürde yoktu. Aslında Ogufer hiçbir zaman görünürde yoktu ve bu yüzden bazı zamanlar Kraliçe Evelyn ve Kral Surtlas çılgına dönüyordu. Ama bugün çocuklarıyla çok fazla ilgilenememişlerdi çünkü bir kraliyet sahipleri olarak çok fazla işleri vardı.
Alina, sarayda kalmayı çok fazla sevmezdi. Çocukluğundan bu yana dışarıda gezmekten daha çok hoşlanmıştı. Günlerinin yarısını ya kardeşleriyle, ya da dışarıda geçirirdi. Çok fazla arkadaşı yoktu. Bunun sebebini o da bilmiyordu. Ama Ogufer ile Molin, onun her daim kardeşten öte arkadaşı olmuşlardı. Genelde tanıdığı kardeşler birbiriyle anlaşamazdı ama onlar garip bir şekilde çok iyi anlaşıyorlardı. Bunu gören insanlar, onlara sanki bir canavarlarmış gibi bakıyordu.
Akşam olup yıldızlar ve koca bir ay, karanlık gökyüzüne çökünce, insanlar büyük salonu doldurdu. Molin'in ayağı her ne kadar kalın sargılarda olsa bile, onu görevliler kucağında taşıyıp büyük salondaki bir sandalyeye oturmasını sağladı. Alina Myrina ise, o sandalyenin karşısındaki yakut kakmalı sandalyede oturuyordu. Üzerindeki kıyafeti değiştirmemişti. Yine aynı mavi elbiseyi giyiyordu ancak kürkü çıkarmıştı. Çünkü hizmetçiler seri bir şekilde salondaki şömineleri körüklüyordu. Yani salon oldukça sıcaktı. Hatta Alina terlemişti bile.
Hizmetçiler onlara Lordenda'nın mis kokulu çaylarından ikram ettiklerinde, Molin de, Alina da buna hayır diyemeden aldı. Sıcak bir çaya kimse hayır diyemezdi.
"Ayağıma bakar mısın, Alina?" dedi Molin, yüzünü asarak. Kahverengi gözlerini, sargılı ayağına dikti. "Yürüyemiyorum bile. Yüzümdeki kocaman pençe yarasından bahsetmeme gerek yok sanırım."
Alina, ablasının yüzüne bakmadı. Gözlerini, seri bir şekilde dikiş diken kadınlara, rahibelere, dikti. "Biliyorum," dedi umursamazca, ancak ablasını umursuyordu. Yalnızca bunun önemli bir şey olmadığı konusunda onu ikna etmeye çalışıyordu. "Yaraların geçecek."
"Orianar, bu korkunç izin hayatım boyunca suratımda kalacağını söyledi."
"Orianar da kim?"
"Aptal bir soylunun aptal kızı... Tam bir dalkavuk..."
Alina kıkırdadı. "Orianar yalan söylüyor. Hekimin vereceği merhemler, o yarayı iyileştirecek. Buna eminim."
"Umarım," derken Molin'in gözlerinden umutsuzluk akıyordu. Kristal yüzüklü parmaklarını, yüzündeki pençe yarasında gezdirdi. "Oraya gittiğime deli gibi pişmanım. Tanrı adına." Saçlarına nazaran biraz koyu olan kumral kaşlarını çattı. "Bu arada, Ogufer nerede?"
"Bilmiyorum. Ortalıkta görünmüyor," dedi Alina, üzerinde dumanı tüten çayından ufak bir yudum alırken.
"Umarım bir aptallık peşinde değildir."
"Sanmıyorum." Alina omuz silkti. "O her zaman ortalıktan kaybolur. Bilirsin."
"Evet, bilirim." Molin, iki sandalyenin arasında kalan küçük ve ahşap sehpanın üzerine, içindeki çayın bittiği bardağını koydu ve kâsedeki limonlu keklerden bir tanesini eline aldı. Bunu yaparken, hizmetçilerden biri onun bardağına tekrar çay doldurmaya başladı. "Bu rahibelerin işi gücü yok mu?" diye sordu, az önce Alina'nın baktığı tarafa, dikiş diken iki kadına bakarken. "Sürekli dikiş dikiyorlar. Ben doğduğumdan beri..."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Şafağın Anısı
FantasyWATTYS 2018 KAZANANI! (KAHRAMANLAR KATEGORİSİ) Hreak ayağa aheste bir şekilde kalktıktan sonra kenarda yayılmış geniş postları eğilerek aldı. Geniş bir divanın üzerine düzgünce serdi. "Kyron demek," dedi yastıkları ustalıkla düzeltirken. "Genç çocu...