Boğazımda bir ağrı, kulaklarımda bir uğuldama ve elimde peçetemle yürüyordum. Birkaç gün hiç o parka uğramamıştım, yataktan çıkacak gücü kendimde yeni buluyordum. Hayatımın merkez noktası olmasını istediğim kişiyle de konuşmamıştım hiç. Beni çok merak ettiğini tahmin edebiliyordum ama ona diyecek hiçbir şeyim yoktu, korkuyordum, beni bırakmasından korkuyordum ve bunu benim yapacak olmam beni daha da korkutuyordu. Hatta korktuğum ne varsa bir bir gerçekleşmeye başlamıştı. Hayatın iğrenç planlarından biriyle karşı karşıyaydım. Hayat bizi önce gülümsetip sonra tekme atarak asıl yüzünü göstermeye bayılırdı. Bu tekmeleri en çok ben hissediyordum. Çünkü benimle daha farklı dalga geçiyordu, çok küçüklüğümden beri. Kuklası gibi hissediyordum Tanrı'nın. Ben kimdim ki? Ben benim yerime karar veren bir düzenin oyuncağıydım.
Sessiz yeminler, sel olmuş gözyaşları, silik bir hayatın parçasıydım. Zaman hızla akıp gidiyordu ve ben sürükleniyordum. Burnumu çekerek olduğum yerde durdum. Evet, hayatım kötüydü ama ondan ayrılamazdım, bunu yapamazdım ama yapmazsam da çok kısa bir süre sonra zaten bitecekti her şey. Ona daha fazla bağlanmadan halletmeliydim. Her geçen saniye ona bağlanma olasılığım artıyordu. Birine bağlandığım zaman asla ondan kopamaz hale gelen biri oluyordum.
Yürümeye başladığım anda biri kolumu tutarak kendine çevirdi. Şaşkınlıkla beni tutan kişiye baktığımda zar zor yutkundum ve gözlerimi kaçırdım.
"Neredesin kaç gündür?" diye bana bağırdı.
Boğazım düğümlenmişti, gözlerim dolmaya başladığında kendimi sıktım. Bunun için hazır değildim. Aslında ben hiçbir şey için hazır değildim.
"Sana soru soruyorum!" diye bir kez daha bağırdığında titredim.
"Şey..." ne diyebilirdim, ne denirdi bu durumlarda, nasıl konuya girilirdi?
"Ney, kaç gündür meraktan öldüm haberin var mı? Tabii hiçbir şey senin için umurunda değil ya, sen hiç takma beni!" diye küçük bir alkış tuttu bana. Ne kadar sinirlendiğini aynı zamanda merak ettiğini yüzünde görebiliyordum, dağınık saçları, mor göz altları her şeyi belli ediyordu zaten. Bir an yüzünü okşayıp ona dayanarak ağlamak istedim. Ellerini saçlarımda dolaştırmasını ve hayata karşı bana siper olmasını diledim ama öyle bir şey olmadı. Bu kısımdan sonra kendime inanamayarak çok güçlü durdum ve bir çırpıda her şeyi bitirerek yoluma devam ettim. Yüzü asla gözlerimin önünden gitmeyecekti. Köşeyi döndüğüm anda yere kapaklanıp dakikalarca ağladım. Bunu yapmak gerçekten çok zordu. Kendimden nefret ediyordum.
Saçlarımı sertçe asılarak, ona kadar saydım ve sakinleşmeye çalıştım ama canım öyle bir yanıyordu ki kendime kısa sürede gelemeyeceğimi o an anladım.
Bir süre sonra ayağa kalkarak parka doğru yürüdüm. Dostumla vedalaşmak için son kez gidecektim. Kısa mesafeydi ama aklım o kadar başımda değildi ki saatlerce yürüdüğümü sandım. Zaman geçmiyordu. Kendimi öyle bir noktada bulmuştum ki kendi kendimin katiliydim. Ölüm boğazımı sıkıyordu. Ruhumu kemiren bir şey vardı. Başım ağrımaya başlamıştı. Ruhum bedenimden çekiliyor gibiydi.
Dürüst olmak bazen çok işe yaramıyordu. Canım çok yanıyordu ama geçecekti bunlar, kısa bir süre sonra. Yani öyle umut ediyordum. Hayatta birçok değişik mucize gerçekleşiyordu, kendimi her seferinde uçurumun kenarında dans ederken buluyordum, ne aşağıya düşüyordum ne de uçurumun kenarından çekilebiliyordum. Tıpkı ip cambazı gibi. Risk demekti hayat ve bu hayatı yaşayabildiğin kadarın en fazlasını yaşamaya çalıştım her zaman. Hep uç noktalardaydım, asla ortası olmadı. Hep büyük riskler aldım. Bazen çok eğlendim, bazen çok kötü tökezledim ama her zaman da olayların içinden bir şekilde sıyrılmayı başardım. Benden asla kimse tam anlamıyla memnun olmuyordu. İnsanlarla anlaşamayan, kimseyi hiç umursamıyormuş gibi görünen ama aslında deli gibi umursayan biriydim. Çok pot kırardım. Kendimi bazen çok yüksekler de görür bazen de kendimi çok eziklerdim. Bütün duyguları en uç noktalarda yaşardım. Bazen kendi etrafımda dans eder, yalnız olduğum için mutlu olurdum, bazen de çok yalnızım diye kendime sarılır ağlardım. Düşersem asla ayağa kalkamayacağımı zannederdim ama öyle olmuyor. Düştüğün gibi de kalkıyorsun hemde çok çok güçlü bir şekilde. Galiba bazı şeyler benim için değişmişti. Gün geçtikçe olgunlaştığımı düşünüyordum, bilmiyorum.
Parkıma geldiğimde buraya kendi içimde bir isim koymak istedim, buranın bir adı vardı zaten ama ben beğenmiyordum. Burada ağladım, burada dertleştim, birilerini hep burada kaybettim, zihnimde öldürdüğüm insanlar hep burası oldu, ondan dolayı "Kutsal." deyiverdim kendi kendime. Belki saçma belki çok mantıklı bu umurumda değildi, benim için öyle bir yerdi ben sadece bunu biliyordum.
Banka doğru yaklaştığımda dostum bana bakıp gülümsedi. Yüzündeki tuhaflıkla ilgilenmedim. "Galiba hayatıma bir düzen oturtabilirim, kendimi daha iyi hissediyorum," dedim. Yüzündeki gülümseme daha da ilginçleşmeye başlamıştı, sanki benimle alay ediyor gibiydi. Kaşlarım çatılarak ona baktım. Neden gün geçtikçe dostuma yakınlaşmak yerine ondan uzaklaşıyordum bilmiyorum ama bu hiç iyi bir işaret değildi.
"Hayatta başarılar, yarın görüşürüz," diyerek ayağa kalktı ve yavaşça yürümeye başladı. Gözlerim dolmuştu.
"Benimle dalga geçemezsin!" diye bağırdım. "Sen benim dostumdun, benim mutlu olmamdan seninde mutlu olman gerekiyor, çünkü dostlar böyle yapar," dedim ama beni takmadan yürümeye devam etmişti. Bir daha onunla görüşmeme kararı almıştım ama özellikle yarın dediği için yarın kesin gelmeye karar vererek hızla ayağa kalktım. Karşı bankımız da oturan bir kadın bana garip garip bakıyordu. "Ne bakıyorsun be?" diye bağırdım. Kadın irkilerek benden bakışlarını çevirdi. Hiç kavga eden birini görmemiş miydi?
Hızlı adımlara bende parktan çıktım. Bir an önce eve gitmek istiyordum, düşünmek için en iyi yol daima yalnız kalmaktı. Yolda küçük bir bakkaldan sigaramı aldım ve yürümeye devam ettim. Asla mucizelere inanmaktan vazgeçmeyecektim, hayatıma kim girip çıkarsa daima gülümsemesini bileceğime dair kendi kendime sözler veriyordum. Bu hayatta herkesten çok kendimi sevmeliydim.