17

3.4K 322 420
                                    

"Kyungsoo, yeter gayrı. Geri dönüyoruz."

Traktöre bağlı römorkun içine doluşmuş işçiler, gitmek için sabırsızlık ediyordu. Sabahın erken saatlerinden akşama kadar çay toplamak hepsini adam akıllı yormuş, sırtlarından süzülen terden dolayı basma gömlekleri ıslak, karınları da hayli açtı.

Kahya araca binmeden evvel, elinde makas hala çay toplama derdinde olan oğlana seslendi. Kyungsoo hayatı buna bağlıymışçasına kuvvetli bir azimle çay filizlerini kesiyor, makasın ağzından aşağı uzanan torbasını hınca hınç dolduruyordu.

Güneşin yaktığı teni eskisi gibi beyaz ve pürüzsüz değildi. Çay dallarından armağan çizikler işlenmişti bedenine, o narin elleri bile yıpranmıştı kocaman paslı makası tutmaktan. Fakat bunların hiçbiri kalbindeki hasarla kıyas kabul etmezdi elbette. Duyguları örselenmiş, güzel gözlerinin feri sönüvermişti.

"Tamam geliyorum." dedi.

Gönülsüzce işini bırakıp traktöre yürüdü, besbelli canı sıkılmıştı döneceği için. Mümkün olsa sonsuza kadar kalırdı bu tarlada. Diğerlerinin çiftliğe ulaşmaya can atışının aksine Kyungsoo, bir saniye bile olsa daha geç varmak için elinden geleni yapıyordu. Oraya dair her şey canını acıtıyordu çünkü, tatlı hatıraları bile iyileşmez yaralara dönmüştü yüreğinde ve evin her köşesinde başka başka anılar canlanıyor, zihnini yakıcı elemlere sürüklüyordu.

Bunu bilmediklerinden işçiler, sabahtan akşama durmadan çalışan Kyungsoo'nun işine düşkün azimli bir genç olduğu zannı ile onu takdir edip övgülere boğuyordu. Kahya Bangri ise oğlanın Jongin'den kaçındığının, yalnızca çiftlikte bulunmakla bile acı çektiğinin farkındaydı lakin ne yazık ki ona yoldaşlık etmekten başka elinden hiçbir şey gelmiyordu.

Jongin'in durumu da çok farklı değildi  Kyungsoo'dan. Cenazenin sade bir törenle yakılmasının ardından çalışma odasına kapanmış, kendini işine vermişti. Öğünlerini de atlıyordu üstelik. Akşam yemeğini ya yemiyor yahut yalnız başına odasında bir şeyler atıştırarak geçiştiriyordu. Bunun için bile kendini suçluyordu Kyungsoo, ki hakkı da vardı. Jongin açıkça ondan kaçınıyor, aynı ortamlarda bulunmamaya dikkat ediyordu.

Üç ay geçmişti, göz göze gelmeden, tek kelime konuşmadan geçen koskoca üç ay... Jongin'in karşısına çıkmak için hem can attığı hem karşılaşmaktan deli gibi korktuğu, saklanarak geçirdiği doksan gün...

"Ah, deli oğlan! Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkanıdır yine. Kendini ne kadar harap edersen et senin varacağın yer de çiftlik. Ben de seni akıllı bilirdim. Bak herkes kaldığı yerden devam ediyor yaşamaya. Sen de sal gayrı acılarını, işine bak." yaşlı kadın elini uzatarak oğlanın römorka binmesine yardım ederken şefkatle söylendi. Güneşten yanmış terli oğlanı en uca, yanına, oturttuktan sonra işçilerden aldığı maşrapayı içsin diye ona uzattı.

"İç şunu da soluklan azıcık. Bütün gün ne yedin ne içtin. Açlıktan kendini öldürmek mi niyetin? Bir cenaze daha kaldırmaz bu ihtiyar yüreğim. Kendinize merhametiniz yoksa bana acıyın bari. Kederden öleceğim sizin yüzünüzden."

"Ağzınızdan yel alsın kahya. O nasıl söz öyle?" kaşlarını çattı kadına, ölüm kelimesi tabu haline gelmişti. Telaffuz ederek bile sebep olacak zannediyordu.

"Dosdoğru söz işte. Beğenemedin mi? Jongin de sen de iki ahmak oğlansınız. Islak odunla dövmek gerek, belki o vakit adam olacaksınız. Biri kendini odaya kapattı, biri tarlaya vurdu. Tanrı biliyor ya bir gün pek fena benzeteceğim sizi."

Bana Öyle Bakma! Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin