Bir yolculukta tanıştık. Rahatlayıp kafamı toplayabilirim umuduyla çıktığım bir yolculuktu. Önce Fethiye'ye uğrayıp, oradan da Efes'e geçecektim ve tüm iyi niyetimle umut ediyordum ki bana iyi gelecekti bu yolculuk. Tabi bu kadar iyi niyetin ardından, küçük bir çakallık yapıp, muavine verdiğim parayla yanıma bir bayan oturtmasını rica etmiştim. Rahatça cam kenarına yerleştim. Uzun yollar aşacak, şehirlerin içinden geçecek, boş arazileri izleyecektim. Elimde de fotoğraf makinem.
Kendimi bildim bileli tek hayalim iyi bir fotoğrafçı olmaktı. Zaten sırf o yüzden kaçar gibi çıktım memleketim Doğubeyazıt'dan. Ya kalıp hayatımı her gün otlatmaya götüreceğim bir koyun sürüsüyle geçirecektim ya da hayallerime doğru koca bir adım atıp üniversiteye kaydolacaktım. Ben ikincisini seçtim.
"Sanırım beraber gideceğiz" Diyerek yanıma oturdu. Bandanası vardı. Bandananın köşelerinden süzülen kızıl saçlarına, bal rengi bir çift göz eşlik ediyordu. Henüz yerleşememişti. Acaba nezaketen cam tarafına geçmek ister mi? Diye sorsam, konuşmaya başlar mıydık? Yine çekilmez bir ahmaklık yapışmıştı üzerime. Acilen toparlanmam lazımdı yoksa güzelim kız on dört saat boyunca bir davarla yolculuk edecekti...
Otobüs iyice dolmaya başladı. Herhalde yolcuların içinde en şanslı bendim. Yanımda eli tesbihli, pala bıyıklı bir amca yerine; üzerinde bahar çiçeklerinin açmış olduğu, bir kış güneşi oturuyordu. Otobüs yavaşça hareket etti, eksik yolcuları kontrol eden muavinle göz göze gelmemizle birlikte; yaptığım çakallığın utancı zınk diye gelip içime oturdu.
Kız derin bir nefes eşliğinde başını koltuğa yaslayıp gözlerini yumdu. Sonra aynı hızla geri açtı. Huzurluydu, en azından benim gibi kaçak değildi. Sanki hep o huzurun içindeymiş gibiydi. İyi de, nasıl bu kadar mutlu olabilirdi ki?
Birkaç saat sonra İstanbul yavaş yavaş silinmişti peşimiz sıra. Muavinin "Ne içersiniz?" sorusuna, aynı anda "Çay!" cevabını verdik. Arada yine sırıtarak bana baktı muavin, utancım iyice yayıldı içimde. Sıcak çayı büyük yudumlarla içip pencereden yolu seyretmeye başladım. Uzaklaştıkça huzur buluyordum. Dağlara, uçsuz bucaksız ovalara baktıkça sakinleşiyordum. Makinemi elime alıp, bir iki fotoğraf çektim. "Güzel kareler" Diye mırıldandı. "Evet, doğa bambaşka" Diye cevapladım. "Fotoğrafçı mınsın, hobi mi?" Dedi. Sanırım uzun bir sohbetin kapılarını aralıyorduk. Zamanı durduran karelere olan aşkımı anlattım. İlgisini baya çekmiş olacaktı ki, pür dikkat dinlemeye ve sorular sormaya devam etti. "Şu an seninle konuşuyoruz ve zaman akıp gidiyor işte, zamanı durdurmanın bir yolu varsa o da fotoğraf kareleridir. Unuttuklarımızı, unutmak istemediklerimizi, aşklarımızı heyecanlarımızı beynimizden daha iyi saklayan tek şey işte bu kareler" Diye anlatırken; bir fotoğrafını yakaladım o şaşkın ifadesiyle. "Artık bu an ölümsüz, bu anı hep hatırlayabilirsin" Dedim. Elimden makinamı alıp fotoğrafa baktı ve sildi, sanırım rahatsız olmuştu. "Beni böyle şapşal hatırlamanı istemem" Diyerek bir de kahkaha attı. Kahkahası neşeydi, bahardı. Bütün acıları durduracak, yoklukları var edecek şekilde derinden ve içtendi. Her şeyden öte gamzeleri vardı, başkaydı koca bir aşkı gömecek kadar derindi. İçimi titretense; vücudunun gülerken aldığı şekildi. Belini içeriye çekip çenesini yukarıya doğru kaldırışı boynunu o kadar öpülesi kılıyordu ki, erkekliğimin bütün gereksinimlerini sonuna kadar yaşıyordum. Kimdi bu kadın? Beni bu kadar içine alabilen. O kadar yakın, o kadar içten. Teninin kokusunu içime çektikçe, içi içime karışıyor, içim içine düşüyor. Hayırlar ola! Sonu müthiş bir güzellik, bir o kadar da belirsizlikti.
Makinamı geri uzatıp "Şimdi çek bakalım." Diyerek poz verdi. Dudaklarını uzatıp, göz kapaklarının altından bakarak, çenesi boynuna paralel bir şekilde duruyordu. Kalbimde gereksiz bir hızlanma var, "Dur be aslanım" Diye içimden hafifletmeye çalışsam da çarpıntıları, başarısızlığım orta yerde yorgan döşek yatıyordu. Çırılçıplaktım; hani hiç istemediğiniz biri sizi öyle görünce hissettiğiniz neyse tam da öyle. Dudaklarımı ısırarak bastım deklanşöre, önce kendim baktım, anlatmak istediğimde bu işte, benim aşkım bu! Unutamayacağım bir kare, baktıkça altıma kaçırmışım hissi veren bir duyguyu hep içimde duyacaktım. Sonra ona gösterdim, "Bak şimdi oldu, beni hep böyle hatırla. İnsan fotoğrafa âşık olur mu? Diyen olursa bunu gösterirsin" Elim ayağım birbirine dolandı. Anlamış mıydı suratımdaki saçmalığı? Zaten hiçbir zaman saklayamıyorum ki. Kesin anladı. Ne denir ki şimdi? Daha göreli birkaç saat olmuş. İçimde ki kelebekleri mi saldın dışarı diyeyim. Adını bile bilmiyorum. "Adını söyle bari, kim bu dediklerinde anlatması kolay olsun" Diyerek bir tebessüm ettim.
"Evet, adın ne?", "Merve benim adım, ya sizin beyzade" İsmimi ilk defa gururla söyledim; "Vahap benim adım, büyükbabamın ismi. Bizim oralarda böyledir. Baba, babasının adını verir ilk erkek çocuğuna", "Bir anlamı var mı?" dedi. "Çok bağışlayan anlamına geliyor" Dedim, "Sizin oralar?", "Doğubeyazıt'lıyım, doğunun güzelliğinin içinde büyüdüm, insan ayrımının olmadığı, temiz bir yerde" Diye cevapladım sorusunu.
Okula ilk geldiğimde bu ayrımla tanışmıştım. Bizim oralarda kimse kimseyi ayırmazdı ki; birinin diğerinden fazlası neydi? Hala çözebilmiş değilim. İçim de hep bir sızı olarak kaldığı için, her kim ne zaman nereli olduğumu sorsa sorsun; gururla söyleyip iç sesimle de, insana insan için değer verilen yerdenim derim.
"Türkiye'yi gezmeyi o kadar çok seviyorum ki, geçen yıllarda çıkmış olduğum GAP turunda bütün doğuyu gezme fırsatım oldu. İnsanın kanındaki sıcaklığı yaşadım, yüzlerinde gördüm. Çoğuyla konuşamadım bile, dillerimiz farklıydı ama aynı nefes aralığında soluyorduk. Tarihinin o güzel kokusunu anlatmama gerek yok sanırım. Kaleleri, sarayları, hele ki o güzel mutfağı tek kelimeyle inanılmazdı." Dedi. Tabi bu da benim bir anda havalanıp, otobüs camından zor seçilen bir buluta kadar ulaşmama yetti de arttı. Güzelliğinin beni etkilemiş olması, bu şekilde düşünmeme sebep değildi bunu anlıyordum. İçinin güzelliklerini parça parça da gösterse sorun yoktu. Güzeldi işte içi dışı, çikolata kaplı kek gibiydi. Dışı ayrı bir lezzet, ayrı bir dünya, içi yumuşacık bir mutluluktu. Ana avrat sövülmeye müsait onca insanın içinde tüm iltifatları, tüm merhameti hak ediyordu işte, güzeldi.
Bu sefer kelimelerim yetecek Merve seni anlatmaya. Heybem fazlasıyla dolu kimseye söyleyemediklerimle, bir fırsatını bulup sana önsöz geçeceğim seni.
"Bunu duyduğuma sevindim" Diyerek gülümsedim. O da dayanamayıp, bunu kocaman bir kahkahaya çeviriverdi. "Senin de o insanlardan biri olduğunu öğrenmek güzel" Diye de ekledi. Dudaklarım elmacık kemiklerime uzanmaya çalıştıkça utanıyordum. Benim gülüşüm çok çirkin, o yüzden kokoş hatunlar gibi ağzımı kapatırım ellerimle hep. "Hey!" diye kahkaha atarak elime vurup gülüşümün çirkinliğinden elimin güzelliğini bir anda uzaklaştırdı. "Yamuk dişlerin seni tatlı gösteriyor kapama" Dedi. Alay mı ediyordu diye düşünmeden edemedim. Gerçi on dört saatlik yol boyunca eğlenecek bir ben vardım yanında ama sohbet güzeldi, kendi sohbetinden de güzeldi.
Giyimindeki özensizlik dikkatimi çekmişti. Sanki eline ne geldiyse üzerine geçirmiş gibi, birbiriyle alakası olmayan kıyafetler seçmişti. Mesela mavi renkte, üzerine oldukça bol gelen, salaş bir t-shirt; yürürken yerlerde süründüğüne emin olduğum, uzun bir etek ve eski bir beyaz Converse ile çok garip bir tarz oluşturmuştu kendine. Bir de ne kirazın mevsimiydi ne de elmanın, dudaklarına kirazı, yanaklarına elmayı koymuş, meyve tabağı gibi suratı var. Bütün kelimeler bir araya toplanıyordu, onu tarif ederken hiç zorlanmıyordum. Yolculuk da birkaç saati geride bırakmıştık. Kaptan otobüsün bütün ışıklarını kapatmıştı. Bu süreçte yaşlılarla dolu olan araçta uyanık kalabilmek zordu. Neredeyse biz hariç bütün yolcular uyumuştu. Bizim koltukların bulunduğu bölümdeki tavan ışığını yaktım. Kimseyi rahatsız etmemek adına fısıltıya başvurmak zorunda kaldık ki, böylesi daha komik geliyordu. Gülerken elimi kapatmam bu sefer sorun teşkil etmiyordu, sesimiz çıkmasın diye o da eşlik ediyordu bana. Bir eliyle ağzını kapatırken, diğer eliyle kolumu sıkıyordu. Bizi bu derece güldüren şey ise; benim en yakın çocukluk arkadaşım olan 'Bahtiyar'ı anlatıyor olmamdı. "Bahtiyar koçların en hasıydı, sanki sağdık bir köpeğimmiş gibi yanımdan hiç ayrılmazdı", "En samimi arkadaşın demek bir koçtu?" Dedi. "Bizim oralarda hayvanları otlatmaya götürürsün. Sabahın yedisinde başlar bu hengâme. İki yüze yakın hayvanımız vardı. Köydeki her hanenin bir yeri vardır. Yani öyle kafana göre gidip otlatamazsın. Neyse, güneş kapkara yapardı o küçücük suratımı. Daha on iki yaşlarındaydım. Aşağı köyden gıcık olduğum, her fırsatta beni sopalayan bir çocuk vardı. Adını unutmak ne mümkün "Baran". Çocukluğumun en zehir günleriydi. Yahu ne illet bir çocuktu o öyle, aklıma geldikçe sinirleniyorum bak. Her zamanki gibi yine çayıra çimene sürmüşüm hayvanları, az bir dinleneyim diye oturduğum ağacın gölgesinde yakaladı beni. 'Ben sana demedim mi buralar benim, ne diye hala gelip hayvanlarını otlatıyorsun lan!' diye suratıma doğru yükselen bir ses. Elindeki sopayla bacaklarıma vurmaya başladı. Geçen bahar doğmuş olan bir koçumuz vardı. Sanırım genetik olarak rahatsızdı hayvan, yaşıtları ile arasında baya bir boy farkı vardı. Baran beni döverken, sen tut bunun tam belinden tosla. Baran üzerime düştü, o acı içinde kıvranırken hemen kaçtım. Kendi başıma kurtulamadığım Baran illetinden, Bahtiyar sayesinde kurtulmuştum. O günden sonra en yakın arkadaşım Bahtiyar oldu işte. Baran da korkusundan bir daha hiç yaklaşamadı benim sürüye"