Ne kadar zamandır uyanık olduğumu kestiremiyorum. En son hatırladığım gördüğüm kabustu sonrası ise kocaman bir hiçsizlik denizi. O gittiğinden beri böyleyim aslında. Bugünün hangi gün olduğunu bilmem ama o gideli kaç gün oldu bilirim, üstünde ne vardı bilirim, gözyaşı dökmediğini de bilirim. Kendimle ilgili hiçbir şey bilmiyorum ama onunla ilgili bildiklerim okyanusları bile taşıracak seviyede. İstemsizce yataktan kalkıyorum ve lanetler okuyarak yeni günü selamlıyorum. Artık benim günlük rutininim bu; Uyan, yeni güne küfürler et, ağla, küfürler et, bolca sigara iç, küfürler et ve kapanış! Tek kanalı dönemde çocuk olan birinden çokta başka bir şey beklemek hata olur diye düşünüyorum. Elim direkt sigara paketime gidiyor ve hızlıca "lanet olsun sana ey gün!" diyerek günün ilk sigarasını yakıyorum. Aslında çok sigara içen biri değildim ama o her seferinde bunu sorun eder ve saatlerce söylenirdi. Belki yine gelir kızar diye daha çok içmeye başladım son günlerde. Umut fakirin ekmeğidir diye boşuna dememişler değil mi?
Yine onun çok sevdiği kanepeye oturarak kendimi her şeye kapatıyorum. Galiba terk edildiğimizde başımıza gelen tam olarak bu; dünyanın size fazla olduğunu o an fark edip kendinizi tüm dünyaya kapatıyoruz. Bu sayede "ben demiştim, o seni hak etmiyordu zaten, boşver zamanla unutursun gibi" acımaları görmezden gelebiliyoruz. Başta bunların sizi teselli ettiğini zannediyorsunuz ama zaman ilerledikçe bunun sadece bir acıma olduğunu fark ediyorsunuz. Bu hayatta en sevmediğiniz, belki de güldüğünüz insanların terk edildiğiniz an hayatınızın tüm kontrolünü ellerine alıyor ve sizi oyalamaya çalışıyorlar. O an hangisinin sizi daha çok aşağıladığını kestirmeye çalışıyorsunuz; sizi terk eden sevgili... pardon eski sevgiliniz mi? Yoksa kendi hayatlarında bir doğru sahibi olmayan insanların sizi teselli etmesi mi? Bence iki durumda bir diğerinden daha berbat.
Tam karşımda ilk tanıştığımızda çekildiğimiz bir fotoğraf var. İkimizde kameraya gülümsüyoruz ama o biraz daha ittihadlı. Sanki daha o gün gideceğini ve giderken tüm hayatımı da alıp götüreceğinin sinyallerini veriyor. O gün hayatımın sonsuza kadar donmasını ve o noktada kalmasını istemiştim, başıma gelecekleri tahmin etmişim gibi. Aslında öyle filmlere yaraşır bir tanışma hikayemiz yok. Normalde evden çalışarak bir derginin grafik işlerini düzenliyorum. Bu zamana kadar okumadığım, hatta para vererek bu dergiyi alanları bile aşağıladığım bu iş bana haddinden fazla para kazandırıyordu. Belki yılda bir veya iki defa yüz yüze görüşmek isteyen genel kordinatör olmasa derginin kapısından içeri adımımı atmam ama para kazanırken asla diye bir şey söyleme lüksünüz yoktur. İşte yine böyle bir günde içten içe söylenerek ofise gidiyordum. Söyleniyordum çünkü o gün deli bi kar fırtınası İstanbul'u esir almıştı. Bu tarz havalarda bir yerden bir yere gitmek hele de İstanbul gibi trafiğinin arapsaçı olduğu şehirlerde imkansızdır. Hem söylenerek hem de yeni duyduğum bir şarkıyı mırıldanarak ofise gidiyordum. Şimdi düşününce o şarkının geleceğim ışık tuttuğunu anlıyorum. "Hiçbir şey istemedim, ne yatak ne oda, ne de ev! Sen de bırak her şeyi sadece beni sev!" nakaratını o kadar çok sevmiştimki kapıyı her çalan, yolda gördüğüm her kişiye bağırarak bu nakaratı söylemek istiyordum, üstelik bu şarkı hayatımda kimse yokken beni esir almıştı. Sen çok yaşa Kalben! Ben böyle mırıldanırken ofise geldim, her zamanki gibi gibi bekleme odasına geçip randevu saatimi beklemeye başladım. Beklerken bir taraftan da şarkıyı mırıldanmaya, şarkının içinde kaybolup başka dünyalara gitmeye devam ediyordum. "Şarkı çok güzel değil mi? Bende tüm gün aynı yerleri söyleyip duruyorum." cümlesiyle küçükken çaktırmadan yaramazlık yapan çocuklar gibi annesine yakalanınca aniden susan çocuklar gibi sesin kaynağına döndüm. Karşımdaki daha önce gördüğüm yüz daha önce gördüğüm hiçbir yüze benzemiyordu. Gözleri hayatının tüm sevincini belli edercesine gülen ama yüzü içinde bulunduğu dünyanın kuralları gereğince ciddi olan kişi oydu. Şimdi düşünüyorm da güzel veya yakışıklı olup olmadığını kestiremiyorum. Yüzünü unuttuğum için değil, sadece kuzguna yavrusu şahin görünürmüş hesabı sadece bana güzel geldiği için size bu konuda bir betimleme de bulunamıyorum ama bana sorsanız dünyanın en güzel insanı oydu. Ayın bile kıskanacacağı bir yüzü vardı ama diyorum ya bu sadece benim için geçerliydi diye.
O an sadece "Evet" döküldü dudaklarımdan. O kadar heyecanlanmıştımki başka bir şey söyleyebilecek kadar çalışmadı aklım. Zaten sohbeti uzatmadı ve kibarca "sizi bekliyor geçebilirsiniz" diyerek aynı hızla geldiği yönde kayboldu. Bu seferki toplantı rutin konuların dışında ofiste yerleşik olarak çalışmam ile ilgiliydi. Ne zamandır iletişim sorununu bahane ederek beni bu ofise zincirlemenin peşindeydiler. Başlarda sürekli red ediyordum ama bu sefer hem onu daha çok görebileceğim için, hem de çenelerini kapatmak için tekliflerini kabul ettim. Genel kordinatör şaşırdıysa da bunu belli etmedi beni hemen başlarına geçeceğim grafik ekibi ile tanıştırmak için grafikerlerin bulunduğu odaya götürdü. Hepsini tek tek tanıyordum aslında. Uzun zamandır yapılan işlerde hep bir müdahalem olduğu için ismen çoğunu tanıyordum, bir kişi hariç; O! O da benim gibi grafik ekibince yeni dahil olmuştu ama o asistandı. Çok başarılı bir okul geçmişi olduğu için dergi de yarı zamanlı olarak işe başlamıştı. Bu habere çok sevinmiş olsam da belli etmeden hızlıca herkesle merhabalaşıp aynı hızla bana verilen küçük odaya geçtim. Oda dediğime bakmayın. Aslında tek kişilik hapishane hücresinden bile küçük olabilecek bu oda plaza dünyasında bir odaydı ve ben hayatım boyunca bu tarz klostrofobik odalardan kaçmayı görev edinmiştim ama kader istemediğim otu burnumun dibinde bitirivermişti işte. İlk günüm göz açıp kapayıncaya kadar geçti çünkü sadece onu düşünmekten başka hiçbir şey yapamadım. Göz ucuyla onu iziliyor, yaptığı her hareketi, yüzündeki her mimiği zihnime kazıyordum. Ben böyle dalmış onu izlerken bir anda gözlerimiz buluştu. İşte! Şimdi ofise dalacak ve "nasıl bir sapıksın sen!" diye bağıracak diye düşünürken sadece baktı dudaklarından hafif bir tebessüm aktı ve aynı hızla başını çevirdi. Belki de var olan ortak noktamız sayesindeydi, ya da o da benden etkilenmişti belki de beni rezil etmek istemediği için sesini çıkarmamıştı bilmiyorum ama bu bile benim için bir umuttu. Daha fazla bakmamaya gayret ederek çalışmaya çalıştım ama aklım hala ondaydı. Sesinin tınısını, gülüşünü aklımdaki binbir çeşit hayale başrol yapıyor ve her seferinde mutlu oluyordum. Ben böyle kendi dünyamda dev bir prodüksiyon kurmuşken mesai bitti ve bizler de eve dağılmak üzere ofisi terk ettik. Ofise her geldiğimde yaptığım gibi eve yine yürüyerek gitmeyi tercih etmiştim çünkü insan otobüse veya başka bir araca bindiğinde yanı başında akıp giden şehrin tüm güzelliklerini kaybedeceğine inandığım için araçlardan uzak durmayı seçerim. Bir yandan beyaza bürünmüş İstanbul'a bakıyor, diğer taraftan da dilime dolanan şarkıyı inatla söylemeye devam ediyordum ama bu sefer bu nakaratı armağan edebileceğim biri vardı. Filmlerde görülen o ilk bakıştaki aşkın gerçek olması mı yoksa benim başıma gelmiş olması mı beni mutlu ediyordu bilmiyordum. Yolumun üstünde zincir kahve dükkanlarından biri vardır ve her geçişimde muhakak oturur bir kahve içer, camdan akıp giden hengameyi izlemeyi çok severdim. Yine aynısını yaptım, en sevdiğim kahve ve pastayı alarak cama yakın bir masaya geçip beyaza bürünen İstanbul'u izlemeye koyuldum. Bir tarafta insanlar düşmemeye çalışırken, diğer tarafta çocuklar yetişkinlerin bu hallerine gülerek eğleniyorlardı. Zaten bu hayatta tüm neşeyi çocuklar yaşıyordu. Biz yetişkinler ise önümüze atılan kırıntılarla idare ediyorduk. En son ne zaman böyle doyasıya eğlendiğimi hatırlamıyordum. Güya iyi para kazanınca daha çok şey yapabileceğimizi zannederdik ama daha çok para kazandıkça hep daha fazlasını isterken heba olup gittik. Ben böyle kendi dünyama dalmışken "merhaba" sesiyle irkildim. Oydu. Ben daha kendimi toparlayamadan "oturabilir miyim?" diyerek kendini karşımdaki sandalyeye bıraktı. Şoktaydım! Hani hiç bekelemediğiniz anda karşınıza çıkan o pamuk şekeri satan amcayı gördüğünüzde yaşadığınız saf mutluluk varya işte benim yaşadığım durum aynen buydu. Ben daha şaşkınlığımı üstümden atamadan sanki yıllarca tanışan ama uzun süredir karşılaşmayan arkadaşlarmışız gibi konuşmaya başladı. Sevdiği kitaplardan, dinlediği müziklerden, bahsederken o kadar çocuksu bir neşeye sahiptiki konuşarak bu büyüyü bozmak istemedim, zaten bir süre sonra başlattığı sohbet gittikçe derinleşti ve bizi birleştiren ortak noktalar kocaman bir bağ oluşturdu. Sohbetimizin daha da uzayacağı belliydi ve oturduğumuz kafe kapanmak üzereydi. Zamanın nasıl geçtiğini fark etmediğimize güldü. O güldü diye bende güldüm ama gülüşüm olayın komedisine değil o güldüğünde yüzünde oluşan ve içimi ısıtan samimiyetindeydi. Tam vedalaşıp ayrılmak üzereydikki "Dur, bu geceyi bir fotoğrafla taçlandırmazsak ay bile bize küser!" dedi. Hemen poz verdik ve anında fotoğrafı çekti. Anın büyüsünün sadece ilk fotoğrafta olduğunu söylersek ikincisini çekmedi ve fotoğrafı istersem veya işle ilgili bir sıkıntı olursa diye telefon numarasını cebinden çıkardığı bir kağıda yazarak geldiği gibi aynı hızla kayboldu.
O geceyi düşündükçe keşke masama hiç oturmamış, sohbetine katılmamış, fotoğraf çekme isteğini red etmiş olsaydım diyorum çünkü o gece bir trajediyi belki de saflığımın göstergesi olan olaylar zincirini doğrudu. O zaman dilime takılan şarkı bir nevi gerçek oldu diyelim. "Ben sadece beni sev!" dedim. O da beni sevmedi!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
O
RomanceHepimizin hayatında bir "o" vardır değil mi? İstemeseniz bile sanki hayatınızın aslında ona ait olduğunu pervazsızca gösterip hayatınız giren bu kişi bir anda tüm benliğinizin tek sahibi olur. Kendinizi ondan başka bir şey düşünemeyip, ondan başka b...