OZET 1

46 1 0
                                    

Ellerimi ovalayıp damın üstüne çıkabilmek için küçük bir sıçrayış yaptım ve düşmemek için de ardından yanımdaki ağacın dallarından birinden destek alarak dama tırmanmıştım. Dam kelimesi yanıltıcı olabilir gerçi. Bu sadece benim kendim için tasarladığım küçük ağaç kulübenin üstüydü. Dün geceki korkunç fırtınanın ardından oluşması kaçınılmaz oyukları tamir etmem gerekiyordu. Gerçi oyukları tamir etmek için buraya çıkmaya ihtiyacım da yoktu ama yine de en sevdiğim yerin görüntüsü en güzel buradan alınıyordu. Vampir Akademisi.  Bir yıldır... Tam bir yıldır burada sabahın ilk ışıklarıyla bu ihtişamlı akademiyi seyrediyordum. Sıkılıyor muydum? Hayır. Elbette sabahın ilk ışıkları geceler kadar eğlenceli geçmiyordu. Sonuçta strigoilerin gerçek olduğunu öğrendikten sonra geceler güvensiz gündüzler güvenli olarak beynime kazınmıştı. Her ne kadar umursamasam da.  Usulca pençelerini kapıma dayayan birini yakaladı bakışlarım. Sabah eğitmenim boz ayı! Evinizden kaçtığınızda... Ve doğayla ilgili her şey sizi alakadar ettiğinde... Tek arkadaşınız hayvanlar oluyordu haliyle. Doğa da öyle. Tüm ağaçlar, hayvanlar, elementler...  Damın üstünde kısa bir an elimi gezdirip kırılmış ağaç parçalarının tekrar birleşmesini sağladım ve aşağı atladım.  "Günaydın, Bay Letovski."dedim gülerek. Bu söylediğimin onun için hiçbir anlamı yoktu. Elbette bir adı da yoktu. Ama zihnimi ona açtığım için bu söylediğimin iyi bir şey olduğunu fark etmişti. Buna cevaben kafasını önüme uzatıp okşamam için izin verdi.  Doğada işler böyle yürürdü.Hemen hemen her canlının düşüncesini daha doğrusu onlarınki düşünceden çok his olduğu için hislerini algıladığımdan bunu biliyordum. Doğada işler oldukça basit ve ilkeldi. İyi veya kötü vardı. Yapılacaklar veya yapılmayacaklar. Av ve avcı vardı. Ya düşmandınız ya dost.  Bay Letovski buraya geldiğimde korkudan ödümü koparan ve sonra anlaşabildiğim ilk canlıydı. Herhangi bir düşünsel gücü olmasa da duyumsal gücü oldukça kuvvetliydi. Onun için zihnimde açtığım görüntülerde ne istediğimi kolaylıkla kavrayabiliyordu. Bu yüzden, kendileri benim eğitmenim olurdu. Sabah koşuları, yumruk alıştırmaları, kaçma-kovalama gibi yüksek dürtü isteyen işleri beraber yürütürdük.  Eh, karşımdaki bir Dimitri Belikov değildi. En azından eğitmenime aşık olmak gibi bir dertten kurtarıyordu bu durum beni ama karşımda bir Dimitri olması için her şeyimi verebilirdim. Bütün bu özel güçleri... Her şeyi!  Olmayacak duaya amin dememek lazım yine de. Sonuçta Dimitri Belikov tahminime göre yıllar önce akademiden ayrılmış olması gereken bir gardiyan ve aynı zamanda Rose'un sevgilisiydi. Evlenmiş olabilirler miydi acaba? Sonuçta kitaplar sonsuza kadar devam etmiyordu. Gerçi daha az asil olan tarafım kitaptakilerin bir arka planı olması için yalvarıp duruyordu ama eğer bir yıldır burada yatıp kalktığım bu akademi gerçekse, saklanmak için kokumu sakladığım, geceleri baykuşlara zihnimi açıp yattığım bu strigoiler gerçekse... Rose ve Dimitri'nin ilişkilerinin gerçek olmaması için herhangi bir neden yoktu. Canımı yaksa da hiçbir şey onun gerçek olduğunu bilmenin mutluluğunu örtemezdi.  Benim olamayacak bile olsa, gerçekti.  Bay Letovski'yle sabah selamlaşmamızı bitirdikten sonra uzunca bir koşuya çıktık. Ona yetişmek için bir yıldır hiç bıkmadan üstün gayret göstermiştim. Ve başarmıştım da. Artık onu geçebiliyor, hatta fark atabiliyordum. Ama onu geçmeye bile başladıktan sonra bunun bir alıştırma mahsülü değil, üstün güçlerimin bir eseri olduğunu fark ettim. Yeterince odaklanır ve koşmayı gerçekten istersem bunu yapabiliyordum.  Günlerini kocaman bir ormanda geçirdiğinizde vakit konusu genel bir yargı olarak büyük bir boşluktur. Sıkılmak için bolca zaman vardır ve hiçbir şey yapılmayan durumlar daha olağan görülür. Ama benim değil sıkılmak, başımı kaşıyacak vaktim çok nadiren bulunurdu.  Ultra sıkı korunan bir vampir akademisinin etrafında yaşamak ve aynı zamanda bu korumaların hiçbirinden yararlanamayıp strigoilere karşı kendimi korumak için ayık kalmak için sürekli tetikte olmak zorundaydım. Tabii aynı zamanda halam Jessie'yi de elimden geldiğince ihmal etmemeye çalışıyordum. Ona, onu rahatsız etmeyecek şekilde yiyecek ve başka ihtiyacı olan şeyler götürüyordum. Beni görmemesi şartıyla. Halamı üzerek o evden ayrılmıştım. Onunla bir daha karşılaşmaya ne yüzüm vardı ne de içinde bulunduğum durumu anlatmaya halim. O yüzden her şeyi sessiz sedasız halletmek en iyisiydi.  Korunmanın yanı sıra kendimi geliştirmek gibi problemlerim de vardı. Karşılaştığım her sorunda ya da farklı fikirlere yol açabilecek herhangi bir durumda ortaya çıkmamış yeni bir özelliğimi keşfediyordum. Önceleri sadece hayvanları yönlendirmemle başlayan serüvenim şu an hızlı koşu, doğayı iyileştirme, varlıklara yön verme ve elementleri kontrol etme gibi değişik şeylerle devam ediyordu.  Hayatımın akademisi olan Vampir Akademisi için gerekenden fazlasına sahiptim aslında. Bir dampirin çevikliği ve bir moroinin büyü gücü. Fakat olmaz. Oraya asla giremezdim. Adı üstünde, vampir. Sivri dişleri olmadan oraya teşrif eden birine yalnızca tehlike gözüyle bakarlardı. Ve ben de ölmek için kesinlikle çok gencim. Onlar için tehlike arz etmediğimi ispatlamaya çalışmak veya bu uğurda ölmek yerine bir hayalet gibi etrafta olmayı tercih ediyordum.  Düşüncelerime o kadar dalmıştım ki akademi sınırlarına girdiğimi fark edememiştim. Normalde akademinin etrafını koruyan büyü, geçiş esnasında bende garip bir etki bırakırdı. Bu da sınırda olup olmadığımı anlamanın en iyi yoluydu.  Dampirler ve özellikle moroiler kokumu rahatlıkla olabilirlerdi. Elbette burada bu kadar yiğitçe dolaşabilmemin sebebi kokumu bir geyiğin kokusuyla değiştiriyor oluşum. Bunu yaptığımdan nasıl mı bu kadar eminim? Eh, test ettim. Bütün geyiklerin arasına girip erkek bir geyik tarafından da koklanmaya başlayınca... Ulu tanrım, geyiğin zihnindeki cinsel gerçeklik oldukça gerçekti.  "Ben bir an önce parti vermek istiyorum. Prosedürler çok sıkıcı!"diyen sesle kendimi uzaktaki bir duvara sakladım. Akademinin giriş katındaki pencereydi olduğum yer. Ve tahminime göre bunlar bir grup asi moroi kızıydı. Gülümseyerek ilerdeki çalılardan birine yuvarlandım. Moroiler değil, dampirler daha çok ilgimi çekiyordu. Günün ilk ışıkları da onların nöbet değişim vaktiydi. İşe  bakın şu an günün hangi vakti!  "Bundan sonrasını ben hallederim."dedi çok otoriter bir ses. Kadife gibi bir tınısı vardı ama o kadar sert kullanmıştı ki bu tınıyı içimde bir yerde deprem oluyor sandım. Görünen o ki görevi devredecek gardiyan da aynı duygular içindeydi. Aralarında bir süre sessizlik oldu ve adam sonunda kekeledi. "Ta-tabi,efendim." Kafamı kaldırıp bu kalp krizi geçirten gardiyan kim görmek istiyordum. Yapamadım ama. Hatta şu an konuşmaları biter bitmez buradan tüymek için plan yapıyordum. "Hala neden buradasın?"diye sordu sert olan. Hala sesindeki o çarpıcı ton dikkat çekiyordu. Kibar bir şekilde sorduğu soru, hadi çekil ayağımın altından, iması uyandırıyordu. "Üzgünüm efendim. Geleceğinizi bilmiyorduk da..." Derken cümlesini diğerinin hafif ama tehditkar gülüşü kesti. "Kraliçe'nin emri. Bu hafta içinde önemli toplantılar olacak." Kraliçe mi! Bahsettikleri Vasilissa olabilir miydi? Kitabın bir numaralı moroisi, ruh kontrol eden ve kitabın sonunda kraliçe olan? Hadi canım! Gerçi şu an ilgimi çeken bu konuşan gardiyandı. Kralice'nin emriyle buraya gelen biri.. Eh, Dimitri olabilir miydi? Dimitri kitaba göre Christian'ın gardiyanıydı. Rose da kraliçenin. Eğer Rose Lisa'dan Dimitri'nin gelmesini rica ettiyse... Lisa bunu arkadaşından esirgemezdi.  Yerimde takla atmamak, kafamı kaldırıp adını sormamak için zor duruyordum. Bunu yapabilmek benim küçük yüreğimin kaldırabileceğinden fazlasıydı ve şansımı zorlamak yerine bulunduğum yerden hızlıca tüymek konusundaki planımı tamamladım.  Zihnimden yakında olan bütün canlıları aradıktan sonra hızlı gidiş aracımı bulmuştum: bir dağ aslanı. Esinti yönüyle ilgili de ufak ayarları halledip artık gidebilirdim. Tabii o müthiş kelimeler sert olan gardiyanın ağzından dökülmeseydi.  "Burada başka biri daha var mı?"  Donup kaldım. Bir gardiyanla karşılaşıp kendimi arananlar listesinin en üst sırasına çıkartmak şu hayatta en son isteyebileceğim şeydi. Hemen hemen her gün buraya gelip dersleri bile gözetlememe rağmen daha önce kimse benim varlığımdan şüphe duymamıştı. En eğitimli gardiyanlar, en iyi moroiler bile! Duyularım ve doğayla ilgili üstün yeteneğim her zaman kusursuz çalışmıştı. Öyleyse şimdi sorun neydi?  Elinden kaçamayacağımdan değil bu korku tabii. Dediğim gibi; dampir kadar çevik, moroi kadar büyülü. İşte ben buydum. Ama kendimi açığa vermek artık burada kalamam demekti.  "Hayır efendim. Bahçe kontrolü az önce bitti. Bir grup dampir gündüz sefası yapmak isterken yakalandı ama sorun çözüldü."  Adam bulunduğum çalıya doğru birkaç küçük adım attı. Adımının sesini duymuştum. Ve buraya yöneldiğine de emindim. Ve biraz daha nefesimi tutup beklersem burada ölecektim!  Zihnimi çevredeki hayvanlara açarak içlerinden en sevdiğimi seçtim. Vaşak. Kedi kadar masum görünen yüzü kaplan gibi mükemmel vücudu... Görenin aklını başından alabilecek kadar yakıcı ve bir o kadar da asil bir tür. Etrafta oynaşan iki vaşağa akademinin bulunduğum tarafında oynamalarını işaret ettim. Benden gelecek bir görüntüyü asla geri çevirmez veya sorgulamazlardı. Öyle de oldu. Okulun bahçesine çitaları kıskandıracak kadar büyük bir hızla koşmaya başladılar.  İki oyuncu vaşağın kampa giriş yapması bu iki gardiyanın-tabii diğerlerinin de- dikkatini hemen çekmişti. Yabani bir hayvanın neden böyle bir şey yapabileceğini bilmiyorlardı. Doğal olarak bu durum onları hemen olası bir saldırı pozisyonuna geçirmişti. Uzaklaşan kokularla koşarak yerimden ayrıldım. Akademinin büyülü sınırlarında beni bekleyen dağ aslanına nazikçe selam verip sırtına atladım. Kendim de koşabilirdim ama her şeyin bir bedeli olduğu gibi güçlerimi kullanmak beni enerji kaybına uğratıyordu. Aynı zamanda enerji problemi yaşamayacak olsam bile öylece çekip giden belli bir geyik kokusu şüphe uyandırıcı olurdu. Aslan kokusuna karışan bir geyik; "çoktan akşam yemeği olmuştur" düşüncesi yaratırdı.  Başarılı bir ziyaret daha, diye düşünürken vaşaklardan birinin zihnindeki görüntüleri kendimde hissettim. Sarışın, siyah giyimli-ki burdan onun bir dampir olduğunu çıkartıyorum- bir adam onların peşindeydi. Hem de gösterdiği yaşa göre oldukça çevik bir şekilde. Elbette o ikisini bekleyen başka dampirler de vardı. Etrafları sarıldığında bana zihnini açan vaşak hırladı. Benden bir sinyal bekliyordu. Onlara saldırmak için. Ama yapamadım, ona saldırması için bir bilgi gönderemedim. Hiç yok yere bir dampirin yaralanmasını istemiyordum. İstemsizce yüzüm buruştu. O zavallı iki vaşağın deney faresi olarak kullanılmasını da istemiyordum. Kaçması için fırsat kollamasını isteyerek düşüncelerimi oradan uzaklaştırdım.  Eskiden bu kadar doğacı veya hayvan sever biri değildim. Bu güçler... Tıpkı hamile bir kadının etraftaki her şeye duygusal bakmasını sağladığı gibi, benim de doğaya ve hayvanlara hassasiyetle bakmama sebep oluyordu. O ikisini kendi çıkarım için kullanmak kendimi gerçekten kötü hissettirmişti.  Yeterince uzaklaştığımı anladığımda aslanı özür bıraktım. Benim düşüncelerimde o da kaybolmuş gibiydi. Sırtından indiğimde sersemce kafasını sallayıp uzaklaştı. Ben de yakında bulduğum bir ağacın yanına çömelip bağdaş kurdum. Özel güçleriniz olduğunda size verilen bir "Güçlerini nasıl geliştirirsin?"kitabı olmadığı sürece pimi çekilmiş bomba misali deneme yanılma yoluyla neler olduğunu öğrenirdiniz. Benim yolumsa deneme yanılmadan çok... Meditasyon. Evet. Meditasyon yaparak bunca şeyi keşfetmiştim. Zihnimi gerçekten açtığımda doğadaki her şey bana kendini sunuyordu. Suyun akış yönü, bir yaprağın kopuşu, ağacın fotosentez ihtiyacı ve rüzgârla birlikte gelen ferah bir traş losyonu kokusu... Tanrım, ferah bir traş losyonu mu? Dimitri?  Çok uzun bir süredir meditasyon yapmadığımı biliyordum ama demekki trans halinde olmama yetecek kadar bir süredir yapıyordum. Bu kokunun bana hemen Dimitri'yi anımsatması yardırganacak bir durum değildi. Onun olabilecek her türlü kokusunu tasarlayıp beynimin ücra köşesine kaybetmiştim. İşin aslı, uzun süredir bu ücra köşeyi harekete geçirebilecek kokularla karşılamamıştım.  İçgüdüsel olarak yerimden fırlasam da ayaklarım kaçmayı reddediyordu. Beynim "bu riskli, bu çok riskli"diye bağırsa da daha baskın olan bir tarafım bu riski almayı çoktan göze almıştı. Sadece Dimitri değildi mesele. Biriyle konuşmaktı. Gerçekten bir bireyle; ayı değil, ağaç değil. Biri işte! Her hafta, Jessie halama bir şeyler götürdüğümde, kendime yeni kıyafetler almayı da ihmal etmezdim; sanki insanlarla karşılaşacakmışım gibi. Şimdi elimde böylesine bir ihtimal varken... Denemezsem ayıp olurdu. Hem, eğer ters giden bir şey olursa evden kaçan masum kız ayağına yatardım. Yalan da sayılmazdı hani.  Ben olduğum yerde yapmam gereken şey ve istediğim şey arasında gidip geliyorken koku bana gittikçe yaklaşıyordu. Onun da benim kokumu aldığını biliyordum. Bir avcı titizliğinde geçtiğim yerleri takip ederken son adımını attı. Ve zaman;durdu.  Siyah, küçük bir at kuyruğu yapılmış saçları; koyu kahve gözleri; siyah tişörtünün altından ben burdayım diye bağıran yapılı vücudu... Her şeyin ötesinde hem şaşkın hem de dikkatli bakışları...  Ben onu incelerken o da hafifçe havayı kokladı. Strigoi ya da başka bir tehdit olup olmadığımı anlamaya çalışıyordu belli ki ama değildim. Oldukça insan kokuyordum.  "Burada ne arıyorsunuz?"diye sordu sonunda zararsız olduğuma kanaat getirince. Artık daha çok meraklı görünüyordu. Haklıydı da; genç bir kız kışın ortasında böylesine bir ormanda ne arayabilirdi ki? Ama önce... Benim bilmem gerekenler vardı.  "Sen kimsin?"  Onun sorusuna aladırmamıştım ve dışardan oldukça savunmasız göründüğüme yemin edebilirdim. Ses tonum sanki yalvaran bir kurban gibi çıkmıştı.  Zaten bana cevap vermeden önceki çarpık gülüşü ve teslim olurcasına ellerini kaldırması da düşüncemi onaylamıştı.  "Sana zarar vermeyeceğim. Sadece burda napıyorsun? Kayıp mı oldun?"dedi ve bana doğru bir adım attı. Benim hala tepkisiz olduğumu görünce biraz daha yaklaştı. Sanki gerçekten konuşmayı unutmuş gibiydim. İrileşen gözlerimle onu takip ediyordum.  "Donuyor olmalısın."diye mırıldandı ve tabii bunu kanıtlamış olmak için de bana uzanacakken hemen geri çekildim. Muhafazakarlıktan değildi. Evet, kışın ortasında olabilirdik ve evet, ben yırtık bir kot pantonun üstüne ince bir askılı giymiş olabilirdim ama kesinlikle üşümüyordum. Hava beni etkilemiyordu ki! Onu yönlendiren bendim. Vücudumun ne kadar sıcak olduğunu fark etmemesi için kaçmıştım.  "Kimsin?"diye tekrarladım. Kendimi tarzan gibi hissediyordum.  "Sana yardım etmeye çalışan biriyim."dedi tok bir sesle. Gardiyanım diyemiyor tabii.  "Adın ne?"  Istediğim şey sadece bu bilgiydi. Bütün hareketlerimi bu bilgi değiştirecekti.  "Eğer söylersem, sen de sorularıma cevap verecek misin?"  "Tabii."dedim ama bakarız.  Bir süre düşünüyor gibi oldu.  "Adım Dimitri. Ben bir... öğretmenim."  Öğretmen ha? Daha yaratıcı bir şey bulamaz mıydı acaba? Ayrıca Dimitri?  DIMITRI! Attığım şuursuz kahkahalara engel olamıyordum. Gerçi en azından onun boynuna atlama ya da buralarda ters dönme gibi hareketleri bastırdığımı düşünürsek kahkahayı bastıramamak o kadar da önemli değildi.  "Bu kadar komik olan ne?"  "Daha çok güvenlik görevlisi gibi duruyorsun."  Aslında gardiyan ya da koruma kelimelerini tercih ederdim ama bunlar olduğu şeye parmak basmak olacağından kullanamadım.  "Görevlilerden mi kaçıyorsun yoksa?"diye sordu alayla ama gözleri çok sertti.  "Hayır."  "Adın ne?"diyerek konuyu değiştirdi.  "Catherine."  "Pekala, Catherine. Burada ne arıyorsun? Sence de tek başına gezmek için ürkütücü bir ortam değil mi?"  "Sen de tek başına geziyorsun."diye azarladım onu.  Tek kaşını kaldırıp onaylamayan gözlerle bana baktı. İnadımdan ve onun açıklarını yakalamamdan hoşlanmamıştı galiba.  "Yapısal olarak kuvvetliyim, benim için ürkütücü bir şey yok."dedi kararlı bir sesle.  "Yapısal olarak iyi bir savuma mekanizmam olduğundan bence de ürkütücü değil."diye onu taklit etmeye çalıştım ama daha çok mızmızlanan çocuk gibi çıkmıştı.  Onun sabrı da taşmak üzere gibi duruyordu. Yüzünde aşırı kontrollü bir ifade olsa da aurasından onun patlamak üzere olduğunu görebiliyordum.  "Ya ben bir psikopat olsaydım?"dedi dişlerinin arasından. Benim pes etmemi istiyordu.  Kabul etmeliyim ki hayatımın aşkıyla ilk konuşmalarım çok da parlak gitmiyordu. Onu etkilemek yerine sinir ediyordum.  Neyse,  battı balık yan gider.  "Üstesinden gelirdim."dedim ve arkamdaki ağaca yaslandım.  Sonra fark ettim ki onun aurasını yanlış yorumlamıştım. Sinir olmuyordu. Benim nasıl tepki vereceğimi görmek için test ediyordu.  "Demek öyle."demesiyle hızlı bir şekilde üstüme geldi. Ama insan üstü bir hızla değil. Belli ki o da kendini açık etmek istemiyordu.  Geliş hızından ve yönünden uzanacağı yerin iki santim ilerisine kaydım. Afallayıp soran gözlerle bana baktı ve tekrar hamle yapmak için kolunu kaldırdığında sakin bir şekilde onu da savurdum. Bir süre bu şekilde devam ettik. Neredeyse dans ediyor gibiydik. Bana oldukça yakındı ama beni tutamıyordu. En sonunda gerçekten sinirlendiğini hissettim.  Gözle görülmeyen bir hızla kalkıp beni omuzlarımdan tutarak ağaca yasladı. Kendini ele vermişti. Ben de buna karşılık ağacın dallarıyla onu üstümden çekip tepede sallandırabilirdim... Ama yapmadım.  "Nesin sen?!"diye gürledi ve yerime sindim.  "Asıl sen nesin?"  Sorumun cevabını bilsem de onun bana ne açıklama yapacağını merak ediyordum. Böylece ben de onun senaryosundan yararlanıp bir şeyler geveleyebilirdim.Dakikalardır onun bir açıklama yapmasını bekliyordum. Yakınlığı ömrüme ömür katsa da, ona duyduğum şiddetli arzular ve katlanılması her saniye daha bir zor olan sessizliğin ömründen götürdüğü kadarını telafi edemiyordu. Aslında sürekli daha çok üstüme eğilerek konuşacakmış gibi ağzını açıp kapatmasa anın tadını çıkartabilirdim. Ne var ki her beş saniyede bir eğilip o muhteşem kokuyu burnuma soktuktan sonra bir de ağzını hafifçe aralayıp nefesini hissetmeme yol açıyordu. Takdir edersiniz, bu da benim kısa süreli kalp krizi geçirmeme sebep oluyordu. Her beş saniye de bir kalp krizi geçirdiğinizi düşünün.  Yok daha fazla dayanamayacağım.  "Ne olduğunu söylemek için gece olmasını mı bekliyorsun?"  "Hayır."  Cevaba bak. Hayır. Madem konuşabiliyorsun, ne diye burada beni delirtiyorsun;denmiyor tabii.  Oflayarak ellerine baktım.  Sonra da oldukça rahatsız görünen yüzüne. Dimitri, öyle mi? Benim uzun süredir delisi olduğum, Rose'un sevgilisi, Tanrı olan Dimitri. Ve ben şu an onun yüzünü inceliyordum. Çatık kaşlarıyla olduğundan biraz daha yaşlı görünüyordu ama bu onu daha... karizmatik yapmıştı. Siyah saçları hayal ettiğimden birazcık daha uzundu ve bir süredir beni kovalamakta olduğundan darmadağındı. Gözlerinin koyu kahvesi siyaha gerçekten çok yakındı ya da belki de siniri gözlerine bu şekilde yansıyordu.  "Beden eğitimi öğretmeniyim."  "Ha?"dedim anlamsız bir şekilde. Onun suratını incelerken kendimi kaybetmiştim.  "Ne olduğumu sordun. Beden eğitimi, öğretmeniyim."  Bir anda kafamda şimşek çaktı. Bu işin içinden böyle mi çıkacaktı yani? Ne zamandır beden eğitimi öğretmenleri efsanevi hareketler yapıyordu? Kendini bu kadar alçaltmamalı.  "Cidden mi?"diye sordum yarı gülerek yarı somurtarak."Ne zamandır beden eğitimi öğretmenleri kaplana dönüştü?"  Sorum yüzünden biraz suratı asılsa da bozuntuya vermedi.  "Dövüşle ilgileniyorum. Ama önemli olan nokta şu; sen benden nasıl kaçtın?"  Beden eğitimi bahanesini bulabilmek için bana burada kalp krizleri geçirt, salak muamelesi yap sonra da gel önemli nokta diyerek topu bana at. Oldu.  Tek kaşımı kaldırıp hiç inanmamış bir şekilde "demek öyle" bakışlarımı yolladım. Hala açıklamasını düzeltmesini bekliyordum.  "Gece olmasını mı bekliyorsun?"diye sordu alayla.  Öyle olsun, kendisi istedi.  "Sadece dans ediyordum."dedim çok rahat bir şekilde.  Kaşları daha çok çatıldı. Verdiğim cevap onu zerre mutlu etmemişti. Tıpkı onun cevabının da beni mutlu etmediği gibi. Ama ne kadar mutsuz olsa da kendini geri çekip beni serbest bıraktı. Bu işin üzerine giderse zararlı olanın kendisi olacağını biliyordu.  "Artık buradan gitmelisin."dedi çok sert bir tonda. İçindeki karanlık taraf sesine yansımıştı. Ne kadar ciddiye aldığımı anlamak için de dikkatle bana bakıyordu.  "Daha işlerim bitmedi."dedim kibarca. Aslında gerçekten işlerim bitmemişti. Meditasyon yapamamış, büyü çalışmamış ve egzersizleri tamamlamamıştım.  "Hava kararacak. Ve hava karardığında bu ormanda olmayı gerçekten istemezsin."  Ciddi olamazdı. Yani, evet ciddiydi ama aslında burada olmayı asıl isteğim zamanlar gece başlardı. Akademinin beni ilgilendiren bütün dersleri o zamana denk geliyordu. Ha,bundan sonra Dimitri için mi akademinin yolunu tutardım dersler için mi; orasını bilemiyorum.  "Bu seni neden ilgilendiriyor?"diye sordum ama biraz uyanıklık yaparak.  "Haklısın."dedi bir anda. Böyle bir tepki vermesini hiç beklemiyordum. Yeni bir ağız dalaşına yol açabileceğimi ummuştum. Oysa Dimitri tavrını koruyarak kendini gayet güzel geri çekmişti. O kadar ki; ben mal gibi bakarken o arkasını dönüp yürümeye başlamıştı bile.  İtiraf etmesi biraz zor olsa da kokusunu takip ediyordum;gerçekten gidiyor mu diye. Gitmesini istemiyordum. Oralarda bir yere saklanıp beni takip etmesini istiyordum. Hayal ettiğim Dimitri böyle yapardı en azından. Ama öyle olmadı. Hayat hayalini kurduğum gibi gelişmiyordu. Adam götünü dönüp gitmişti. Baya gitmişti işte. Kokusu gittikçe uzaklaşıyordu. Ben de bıraktım. En sonunda onu takip etmeyi bıraktım ve yere çöktüm. Ne yapıyordum ben en son? Hatırlamıyorum.  Sakinleşmek için oturduğum yerden yavaşça toprağa uzandım. Toprağın beni ele geçirmesini istiyordum. Bu da bir çeşit meditasyondu. Daha çok terapi niteliğinde bir meditasyon ama.  Ne kadar uzun süre yattığımı hatırlamayacak derecede bilincimi kaybetmiştim. Öyle ki, birkaç kökle kollarım ve bacaklarım sarmaş dolaş olmuş birbirlerine karışmışlardı. Elbette vücudumu derin uykusundan uyandıran kökler değildi. Zihnim garip bir alarm halindeydi ve içimde üreyen ilginç dürtüler beni ayağa dikmişti. Gözlerimi açtığımda gördüğüm ilk şeyinse gökyüzünde pırıl pırıl parlayan yıldızlar olması, neden uyandırıldığım hakkında bana hafiften ipucu vermişti aslında: strigoiler!  Doğaları gereği strigoiler çevresindeki her canlıya huzursuzluk verdiğinden zihnim bu huzursuzlukları alıp bana getirmişti. Daha kesin bilgiler için zihin araştırmasına çıkabilirdim ama bunun için yeterli vakit yoktu. Ayrıca benim için gereksiz enerji kaybı olurdu.  Hızla akademinin sınırına koşmaya başladım. Bir yandan da kokumu benim tam zıttımda savrulan kopmuş bir yaprak parçasıyla yer değiştiriyordum. İki şeyi aynı anda yapabilmek konusunda pek başarılı olduğum söylenemezdi. Bu yüzden olduğum yerde durmuş, sürekli hareket halinde olan havayla oyun oynuyordum. Eh, koşmadığım için an be an yanıma yaklaşan strigoi kokusunu alabiliyordum. Çok fazlaydılar. Ürkütücü derecede. Daha önce de onlarla karşılaşmıştım. Ama bu kadar kalabalık bir hücum darbesini yalnızca kitapta okumuştum. Onda bile yenilmez diye görülen Dimitri yenildiyse... Benim böyle bir olayda yorulmam çok muhtemeldi. "Çabuk güneye doğru koş! Ve sakın arkana bakma."diyerek strigoilerin geldiği tarafa koşan sesi tanıyordum. Dimitri'ydi. Ve arkasından kokularına aşina olduğum daha bir sürü gardiyan geliyordu. Dimitri'nin oldukça arkasında kalmışlardı. Bu ya bir savaş taktiğiydi ya da kimse Dimitri'ye yetişebilecek kadar hızlı değildi.  Benim dışımda.  Gücümü toparladım. Konsantrasyonumu zavallı yaprağa vermekten vazgeçmiştim. Zaten artık kokumu bulmasalar da beni bulacaklardı. Bütün dikkatimi hızlı koşmaya vererek Dimitri'ye yetişmiştim ve onu kolundan tuttuğum gibi geriye doğru fırlattım. "Çok fazlalar! Tek başına karşılaşırsan sadece ziyan olursun."dedim son kelimelerimin üstüne özenle basarak. Yüzündeki duygu değişimlerini saymayı çok isterdim. Ya da bir yerlere kaydedebilmeyi. Bir Dimitri Belikov kolay yere şaşırmazdı sonuçta.  "Sen... Ne? Yapamazsın." Tereddüt ediyordu. Bir yandan da gözü kulağı karanlıktaydı. Ondan daha iyi hissedebildiğimi nereden bilsin tabii. "Bak,"dedim hızlı bir şekilde. Bunu çabucak halletmemiz gerekiyordu yoksa bunlar son konuşmalarımız olurdu."Çok fazla strigoi var. Tahmin edebileceğinden daha çok. En son böyle bir şeyle karşılaştığında... Her neyse. Sadece, bana güven;bırak yardım edeyim. Sağ kalırsak, kimseye bahsetme ve yarın aynı yerde, aynı saatte her şeyi açıklayayım." Onun bir Rus olduğunu hatırladığımda çok geçti çünkü konuşmayı jet hızında çoktan bitirmiştim. Ama içimi rahatlatan kısmı anlamış bir biçimde söylediklerimi tartmasıydı. Öğrendiğim kadarıyla mantıklı biriydi. Şu an işine geleni seçecekti. "Yarın,"dedi çok sert bir sesle. "Aynı yer ve aynı zamanda." "Tamam. Ama şimdi gerideki gardiyanların yanına dön. Tek kalırsan avlanırsın." diyerek başımla selam verip ileriye koşmaya başladım. Tek kalırsan avlanırsın mı?  Söylediğim son söze bak. Sevdiğin adamla tanıştın ve son sözlerin ne oldu(!) Tavrım biraz da hayvanların iç aleminde gezinen beynimden dolayıydı biraz da. Tam olarak ne yapacağımı bilmesem de etkileşim kurabildiğim her canlı emrime amade konumundaydı. Strigoi öldürmek için ne gerekiyordu diye düşündüm kendi kendime.  En etkili yolu; gümüş kazıktı, şöyle en kalbe saplananından. Ama maalesef gümüş kazığım yoktu. Diğer bir yol yakmaktı. Gelin görün ki buna da imkan yoktu. Ve tek gerçek çarem kafalarını vücutlarından ayırmak olarak kalmıştı. Aslında bitkiler sayesinde uzun sarmaşıklar yardımıyla bunu yapabilirdim ama daha önce çift dal kontrol etmekten daha ileriye gitmemiştim.  Yeterince yüksek olduğuna inandığım bir ağaç gövdesine uzanıp menzilime girmelerini bekledim. Saniyeleri sayıyordum. Ve oldu.  Birbirinden çirkin ve korkunç milyonlarca canavar görüşümü doldurdu. Hemen fark edilmemesi için özellikle arkadan arkadan boğuyordum onları çiftler halinde. Hemen altımda ön saflarda yer alan strigoilerle gardiyanların kapışması vardı. Ne kadar yaptığım şeye odaklanmam gerekse de elimde olmadan onun kokusunu aradım: Dimitri'nin.  Onu görebiliyordum. Hakkına düşenden çok daha fazla canavarla uğraşmaya çalışıyordu. Kendi ferah  kokusunun yerini bol miktarda kan kokusu kaplamıştı. İşin büyük bir kısmını üstlenmiş olsam da hiç bitmeyen bir orduyla karşı karşıyaydık ve kötü olan şey benim daha on dakika geçmeden yorulmaya başlamış olmamdı.  Belki de daha kötü şeyler de vardı. Mesela Doğu kanadından hızla buraya yaklaşan bir başka strigoi topluluğu gibi. O tarafa gidip gitmemek arasında kalırken Dimitri'nin tarafında olanlar vücudumdaki panik duygusunu harekete geçirdi. Az önce onun tepesine binmeye çalışan strigoiler, şimdi onu doğu tarafına doğru geriye itiyorlardı. Eminim olayın içindeyken itmek gibi değil de pozisyon aramak gibi görülürdü ama maalesef Doğu kanadından gelen kesimi de bilen biri için bu pek mümkün değildi.  Nazikçe aşağı atlayıp boğuşan kişilerin arasından süzülüyordum. Kendimi açık etmemem gerektiğini unutmuş gibi gözüksem de kimsenin bana dikkatini ayıracak kadar vaktinin olmamasına güveniyordum şu an. Gerçi, olsa da fark etmezdi.  Dimitri'nin boğuştuğu iki strigoinin bacaklarına kökler dolayarak Dimitri'nin önünden çektim ve o da fırsat bu fırsat diyip arkada kalan ikisine kazık geçirdi. Burada kaldığım süre boyunca ne kadar kötü olursa olsun hiç strigoi öldürmemiştim. Yalnızca kaçmakta kullanmıştım becerilerimi. Şimdi gözlerimin önünde bu kadar olay yaşanması beynimde büyük sızılara yol açmıştı. Belki de yorgunluktandı. Emin olmak çok zordu ama kendimde ters giden bir şeyler olduğunu hissedebiliyordum. Gözümün önüne beyaz perde iniyor gibiydi.  Biraz zorlanarak da olsa Dimitri'yi diğer savaş tarafına çekiştirdim.  "Doğu. Geliyorlar. Dahası var." dedim güçlükle. Söylemek istediklerim bu kadardan ibaret değildi. Sadece konuşacak gücüm bu kadardı.  "Ne yapabilirim?"diye sordu büyük bir telaşla etrafına bakınarak. Bu sorusu az önce söylediğim cümleye değil doğrudan benim durumuma yöneltilmiş bir meraktı. Kanlar içinde kalan elini sanki beş saniye sonra düşecekmişim gibi bana uzatmıştı.  Gözlerimle yan taraftaki ağaç dibini işaret ettim. Ne konuşmak ne yürümek ne de başka bir halt için kaslarımı oynatabileceğimi sanmıyordum.  Dimitri onca yarasına rağmen kolaylıkla beni kaldırıp ağacın dibine getirdi. Kısa bir an için benimle kalmak istiyormuş gibi hissettim ama sonrasında hiçbir şey sorup söylemeden gardiyanların yanına döndü. Oldukça yalnız kalmış bir şekilde bu karmaşada hiçbir strigoinin beni fark etmemesini umuyordum. Nitekim umduğumun zıttı bir durumda kendimi ne koruyacak ne de kendime yardım çağıracak halim vardı. Hatta çektiğim acı o kadar fazlalaşmıştı ki, ölürken bu kadar acı çekmeyeceğimi düşünüyordum.  Bir dakika gözlerimi kapatmanın beni olduğum durumdan daha kötü bir hale sokamayacağını kabullenerek gözlerimi kapattım.  Sıçrayarak yerimden kalktığımda havanın aydınlanmasına çok az bir süre kaldığını gördüm. Ve geldikleri yöne kaçışan strigoiler. Tabii, bir de onların arkasında güneşin doğacak olmasını fırsat bilen gardiyanlar.  Tekrar buraya dönmeden kendi mekanıma gitmeliydim. Açıkçası savaş sırasında nasıl oldu da birinin midesine gece tatlısı olarak inmedim çok merak ediyordum. Eh, savaş tam anlamıyla bitmeden de uyandığım için de oldukça mutluydum. Savaş bitiminde bütün gardiyanlar dönerken orada, savaş alanının tam da göbeğinde, mışıl mışıl uyuyan bir kız olarak bulunmak beni akademinin mahzeninde uyanacağım karmakarışık bir güne hazırlardı.  Hala çok güçlü sayılmazdım ama bıraktığım izleri silecek kadar enerji sahibiydim.  Eve gitmek tahmin ettiğimden çok daha uzun zamanımı almıştı. Kapıda sanki evcil köpekmiş gibi beni bekleyen Bay Letovski'yle karşılaşmaksa beni daha önce hiç olmadığım kadar şaşırtmıştı. Ona hiçbir emir vermemiştim. Ya da zihinsel bağ yardımı almamıştım ama o gelip beni kapımda beklemişti. Duygulanmak mı, düşüncelere dalmak mı artık buna ne deniyorsa öyle olmuştum ta ki Bay Letovski gelip yüzüme ıslak dilini yapıştırıncaya kadar.  "Hadi ama! Anlaşmıştık hani bayım, yalamak yoktu."  İtirazıma aldırış etmeden bir süre daha suratımı yaladı. Şikayetçi görünsem de onun bana zaruri olmadan da bağlı olduğunu onun yöntemleriyle görmek hoştu. Koyu kahve kürkünde elimi dolaştırıp ondan uzaklaştım. Bugün hiç alıştırma havamda değildim. Dün gece bana uzun süre yetecek alıştırmayı yaşatmıştı. Kulübeye girip evim güzel evim anının tadını çıkartıp yatağıma uzandım. Uyumam gerekiyordu. Uyumak istiyordum da ama bir türlü yapamıyordum. Koala gibi yatağın bir yerinden bir yerine yapışıp duruyordum.  Hiçbir şey yapmadan geçirdiğim onca saatin ardından güneşin geliş açısı bana Dimitri'yle buluşmam gerektiğini hatırlatır gibiydi. Sözümü tutmamı gerektiren bir neden yoktu ortalıkta ama onu tekrar görmeyi istiyordum.  Bütün günü tembellikle yemiş olmama rağmen yine de yorgun argın kalktım yataktan. Eski evimde, halamın yanındayken, halamın geç kalktığımda verdiği tepkiler geldi aklıma.  "Uyku depolanmaz güzelim. Bütün bir yıl uyusan, kalktığında yine yorgun olursun." derdi hep.  Haklıydı da. Geç kalkmak vücudu hep yormuştur. Kasları dinç tutmak daha az yorgunluk, daha çok faaliyet demekti.  Eski anılarımı düşünerek dün meditasyon yaptığım yere geldim. Tam aynı noktaya. Onun da buraya geldiğini biliyordum. Kokusunu diyarlar öteden ayırt edebilirdim herhalde. Nasıl görünmem gerektiği hakkında endişelenmeye başlamıştım şimdi de. Oturmalı mıydım? Hazır ol pozisyonunda mı olmalıydım? Neşeli mi olmalıydım, sinirli mi? Ya da belki ciddi? Tehlikeli?  Kokusunu çok yakınımda hissedebiliyordum ve ben daha nasıl durmalıyım sorusunu çözemeden -hatta bu soruyu çözmeye çalışırken kuyruğunu kovalayan kedi gibi etrafımda dönerken- onun güçlü eli kolumu kavradı.  Hiçbir şey söylemiyorduk. Onun yüzünde başta sinir ve merak olmak üzere milyonlarca ifade varken benim yüzüme bakarken ne gördüğünü hiç bilmiyordum ki bir anda anlayışlı ve aynı zamanda mesafeli bir tavırla beni bırakıp elinden geldiğince gülümsedi.  "Baştan alalım istersen?"dedi nazikçe. Baştan almak mı? Ne kadar baştan almak, nasıl almak? Bir kitabı tekrar okumak gibi aynı şeyleri yaşayarak mı yoksa gerçekten en başından mı? En başından alacaksak, ona güvenecek miydim?  "Ben Dimitri Belikov. Kraliçe Vasilisa Sabina Rhea Dragomir'in gardiyanıyım."  Kendini tanıtması kısa ve özdü. Benim karmaşık hayatımla yan yana koyulamayacak kadar temiz bir özgeçmişi vardı. Hem neden Lisa'nın koruması olarak kendini tanıtmıştı ki? Son kitaba göre kraliçenin gardiyanı Rose Hathaway olmalıydı ve bu durumda yine kitaba göre Dimitri kendini kraliçenin erkek arkadaşı Christian Ozeara'nın gardiyanı olarak tanıtmalıydı. Kitap basımından bu yana acaba Rose ve Dimitri işleri ilerletip acaba sürekli beraber olmak için kraliçenin gardiyanlığına Dimitri'yi de eklemiş olabilirler miydi?  Düşüncelerimde kaybolmadan önce asıl önemli olan şeye gelmiştik. Ve bu noktadan sonra, o bana güvenmeyi seçtiyse ben de aynı saygıyı ona gösterebilirdim.  "Catherine,"dedim biraz sonra söyleceklerimi toparlamaya çalışarak. "Adım Catherine Davies ama ne yazık ki tam olarak ne olduğumu bilmiyorum."  "Kendin hakkında tam olarak bilmediğin şeyler varken, benim hayatım hakkında nasıl bilgi sahibi olduğunu açıklar mısın?"diye sordu dedektif tarzında. Sanki sorumun cevabına göre katil ya kapıcı olacaktı ya da ben.  "Vampir Akademisi serisini duymadın mı hiç?"dedim omuz silkerek. Onun hayatı hakkında ne kadar çok insanın bilgi sahibi olduğunu bilse oturur ağlardı herhalde.  "Ah, anlıyorum. Bağışçısın öyleyse."  Gözlerim hayretle açıldı. Yaptığı yakıştırma alınmama yol açtı hatta. Bağışçılar; vampir kitapları okuyup sonra zevkle kanlarını moroilere veren ve iş bitiminde hafızalarının silinmesine izin veren mazoşistlerdi. Her ne kadar moroiler için yaptıklarını takdir etsem de kendimi asla bağışçı olarak görmemiştim.  "Dün sana bağışçı gibi mi gözüktüm?" diye sordum azarlarcasına.  "Hayır, ama bağışçı değilsen ve bu kadar şey biliyorsan neden gizlendiğini merak ediyorum."  "Hafızama önem veriyorum. Benim için öğrendiklerimi kaybetmek belki daha sonradan yıllarıma bedel olur."  Açıklama bekleyerek bana baktı. Gözleri kısılmışken gözlerinin kenarında olan kırışıklıkların ne kadar hoşuma gittiğini fark ettim. Bunun için kendime kızmam gerekiyordu belki ama bu işi daha sonraya bırakacaktım.  "Ben, doğayla çok yakından ilgileniyorum diyebiliriz aslında." dedim ellerime bakarak. Sanki ondan çok kendime ne olduğumu açıklamaya çalışıyor gibiydim. "Havayı dampirlerden veya moroilerden daha iyi koklayabildiğimi varsayıyorum. Çünkü... Şey doğayı kontrol edebiliyorum diyebiliriz. Ya da en azından denediğim şey bu."  "Özel yeteneklerin var ve neden akademiye gelmiyorsun?"diye sordu merakla.  "Adı üstünde "vampir" akademisi."dedim ellerimi vampir kelimesini söylerken tırnak işareti ifadesinde kullanarak.  Bu hareketim onu bayağı eğlendirmişti. Ciddiyetini bir anlığına da olsa koruyamamış ve genişçe gülümsemişti. Bunu görmekse, kitapta yazılanla kıyaslamayacak kadar aklımı başımdan almıştı ama tabi ağzımın aktığını görmesin diye ben de hemen bakışlarımı kaçırdım.  "Ben de vampir değilim ki."diye itiraz etti.  "Yarı vampirsin ama."  "Bu bir şeyi değiştirmez. Onlar için farklı olacağım; eğer yeterince iyi değilsem hafızamı silip postalamak isteyecekler, daha iyisiysem tehdit olarak görüp beni düşman ilan edecekler." dedim ve bir süre duraksadım. Aklıma o zavallı vaşakların hala incelemede olduğu geldi. "Tıpkı o zavallı vaşakların orada boşuna tutulduğu gibi?"  "Sen nereden..."  "Onları ben göndermiştim." dedim daha fazla açıklama yapmaktan çekinerek. Akademinin içinde neden bulunduğumu açıklamak zordu.  "Onları kontrol edebiliyor musun? İkna gibi bir şey mi?"diye sordu.  "Hayır. Yani kısmen evet kısmen hayır. Onlarla iletişim kurabiliyorum. Zorlamıyorum. Ama benden gelen bir fikri henüz reddettiklerini görmedim."  "Sen gerçekten..."derken elimi havaya kaldırıp onu durdurdum. Havada farklı kokular alıyordum. İki kişi, hatta hayır üç. Buraya geliyorlardı.  İkisinin kız birinin erkek olduğunu anlamıştım ama kokuları tanıdık değildi.  "Buraya geldiğini kimseye söyledin mi?"dedim öfkeyle.  O da havayı yokladı.  "Hayır, ama dışarıyı yoklayacağımı düşünüyorlardı. Merak etmiş olabilirler."  Göz ucuyla güneşe baktım. Kısacık bir konuşma geçmişti oysa aramızda. Ne çabuk zaman ilerlemişti?  "Gitmeliyim."dedim zorlanarak. Daha çok konuşmak istiyordum.  "Akademiye gelmelisin, gerçekten."  "Daha sonra tartışırız, belki."diyerek havadan kokumu başka yöne çekiyordum.  "Ne zaman?"  Biraz düşündüm. Onu tekrar buraya getirmek istemiyordum. Her buraya geldiğinde başka gardiyanlar da arkasından gelirse belki de atladığım birşeyleri yakalarlardı ve buna katlanamazdım.  "Yarın, sabah. Nöbet değişiminde."  "İyi ama sen akademiye gelmiyordun?"  Yüzündeki çelişkiyi görebiliyordum.  "Resmi olarak gelmiyorum."dedim alayla. Hatta bir de üstüne göz kırptım. Bak bak cesarete bak. Yılışıklığa bak. Hemen toparlanıp devam ettim. "Orman sınırında olacağım."
"Resmi olarak gelmiyorum."dedim alayla. Hatta bir de üstüne göz kırptım. Bak bak cesarete bak. Yılışıklığa bak. Hemen toparlanıp devam ettim. "Orman sınırında olacağım."  Cüretkar tavrıma hayran kalarak Dimitri'nin yanından uzaklaşmayı başarmış ve kendimi evime atmıştım. Hem mutlu hem üzgün hem kızgın hem yorgun... Aslında şu an her şeydim. Bütün duygular bünyemde vardı. Zihnimi ormanın derinliklerine açarak bu duygulardan arınmayı denedim. Zihnimi açmak, var olan her canlıyı hissetmemi sağlan bir şeydi; en küçük bir karıncayı bile atlamadan onların nasıl büyük bir telaş içinde olduğunu aynı anda görebiliyordum. Bu da düşünmemi olanaksızlaştırıyordu. Her şeyi hissettiğimde tam anlamıyla bir izleyici oluyordum.  Bütün izleme sürem boyunca bir şeye diğerlerinden daha fazla takıldığımı fark ettim: birbirlerinin üstüne çıkarak bir çeşit oyun oynayan anne ve yavru ayı. Onların saf duyguları beni bir nevi oraya bağlamıştı.  Bir an, ne kadar yalnız ve sevgisiz olduğum her şeye rağmen son gücüyle zihnime doldu. Kendi iç dünyama dönmüş ve daha kötüsü bastırdığım bütün duygularla baş başa kalmıştım nasıl olduğunu anlayamadan.  Kendimle ilgili her seçimimden dolayı gurur duyuyordum ama tek bir şey isterdim: kendimi anlatacak biri. Jessie halam gibi biri. Onun en kötü kışlarda bile odayı ısıtan gülümsemesi, beni her zaman sanki bir kraliçeymişim gibi dinlemesi ve bir de ah o nefis turtaları... Yılda bir kez yapardı. Doğum günlerimde. Kendimi bildim bileli o turtalarla kutlamıştım ben yaş günlerimi. En sonuncusu hariç tabii...  Hava, toprak... Toprak, su... Biraz ateş...  Tekrar su.  Tekrar toprak.  Tekrar ateş.  Tekrar ve tekrar...  Yeni günün ilk ışıkları ormanda sessiz bir hareketlilik yaratana kadar hiç bıkmadan büyü çalışmaya devam etmiştim. Enerjimi fazla harcamamış olmak için her büyüden sonra kısa aralar veriyor, sonrasında tekrar deniyordum.  Normalde yeni bir gün bana yeni bir ruh hali getirirdi ama bugün biraz istisnai. Hala dünden kalan o yalnızlık ve özlem duygularının yoğunluğu içindeydim. Bu halde Dimitri'yi görmeye gidip gitmemem gerektiğine de henüz karar verememiştim ama eğer gideceksem bunu bir an önce yapmalıydım.  Ve yaptım. Ayağa kalkıp derme çatma oluşturulmuş, ancak Jessie halamı ziyarete gittiğimde yeni bir şey eklenen dolabımın başına gidip rahat bir şeyler giymeye karar verdim. Rahat derken... Gerçekten rahat. Bordo renkli bir eşofman ve üstüne kalın askılı siyah bir atlet giymiştim.  Yürürken aklımda sürekli olarak Jessie halam vardı. Sınırı yaklaştıkça da bu düşüncenin yerini Dimitri'nin gerçekten orman sınırına gelip gelmeyeceği sorusu aldı. Onu göreceğim için olması gerekenden çok daha fazla heyecanlıydım. Etkilenilmesi gereken bir dış görünüşü de yoktu aslında-aşırı seksi vücudu dışında elbette- ama ben yine de dünyanın en yakışıklısı oymuş gibi hissetmiştim. Belki de kitaptaki karakteristik özelliklerini benimsediğindendir. Belkisi yok gerçi. Kesin olarak böyle. O benim dünyamın yaratılmış en seksi karakteri.  İçimin ürpermesiyle sınırda olduğumu anlayıp hemen bir adım geri çekildim. Kenardaki bir ağaca yaslanıp etrafı boyluca koklamaya başladım. Dimitri'nin kokusunu alamamamın yanı sıra etraf ilginç bir şekilde tatsızdı. Kokunun tatsızlığı nasıl açıklanabilirdi bilmiyorum. Ama kesinlikle öyleydi. Sanki bir yemek yerken yemek yediğini bilmek ama ne olduğu hakkında fikir sahibi olamamak gibiydi. Bu beni oldukça rahatsız etmiş olsa da tanıdık, ferah kokunun uzaktan da olsa burnuma dolmasıyla rahatladığımı hissetim. Sanki beni gergin yapan şey ortamın tatsızlığı değil de onun gelmeyecek olma düşüncesiymiş gibiydi.  O yaklaştıkça daha az bir çabayla daha rahat kokusunu alabiliyordum ve bir süre sonra kokusunu almak oldukça doğal bir şekil aldı. O da benim kokumu alıyor olmalıydı ki doğrudan bulunduğum yere yönelmişti.  Beni bulduğunda çok hızlı bir şekilde beni süzdü ve gözlerini hiç onaylamaz bir şekilde devirdi.  "İyi nöbetler, gardiyan Belikov." dedim bozulmamış görünmeye çalışarak.  Başıyla selam verdi buna karşılık olarak ama hepsi bu. Ağzı mühürlenmiş gibiydi.  Konuşmak için sözleşmiş iki insana göre çok uzun süre sessiz kalmıştık. Aramızdan adeta yüksek gerilim hattı geçiyor gibiydi. Bu o kadar anlamsızdı ki! Gelmiştim, konuşacaktım, konuşacaktık. Ama o şu an aramıza duvar çekiyordu.  "Nedir bu tavrın?"diye sordum dişlerimi sıkarak. Sormamam gereken bir soru olsa da kelimeler ağzımdan adeta kendi zorlarıyla çıkmışlardı.  Hiçbir cevap vermeden uzaklara bakarak bana yaklaştı. Bu yaklaşmanın içinde eğer ufacık bir arzu, istek görsem bu düşüncenin hazzına tutunabilirdim ama hayır. Tamamen avını ilk kez gören bir avcının daha yakından inceleme isteği gibi yaklaşmıştı.  "Ne arıyorsun?"  "Benimle alay mı ediyorsun?"dedim bir adım ona yaklaşarak. Ses tonuma güçlükle hakim oluyordum. Bağırmak istiyordum.  "Ciddiyim, "dedi soruma cevaben ve söylediği gibi ciddiyetle de devam etti. "Bir kaçak gibi sınırda dolaşarak ne yapıyorsun?"  Bir kaçak gibi... Öyle mi?  "Neler hissettiğimi, davranışımın nedenini anlatmıştım."  İkna olmadığını söylercesine başını iki yana salladı ve aramızda bir adımlık mesafe kalıncaya kadar yürüdü.  "Koskoca bir akademiyi kandırıp herkesi hiç sayman... asla böyle bir davranışın açıklaması olamaz."dedi kelimeleri güçlükle seçerek.  Ağzım açık ona bakarken bir yandan da eğer beynimin de ağzı olsa o da açık kalırdı diye düşündüm. Çünkü, tat alamadığım havada almam gereken bütün ayrıntılar geri gelmişti. Ve o kadar çoktu ki! Bir sürü gardiyan kokusu vardı. Çoğunu da koku olarak biliyordum üstelik. Ve bütün bu konuların yanı sıra,  Dimitri de o bir adımlık mesafeden ben birden hücum eden akımın şokundayken beni kapıp yere yapıştırmıştı. Düşmanıymışım gibi.  Gerçekten yapmış mıydı?  Bana tuzak mı kurmuşlardı yani?  Hiçkimse benim kadar aldatılmış hissedemezdi eminim. Dimitri'yi üstünden atmak çok kolay bir hareket olurdu ama belli ki bu kadar gardiyanı yapabileceklerimi göz önüne alarak yanında saklamıştı. Kaçmama olanak sağlamayacak kadar çoktular ve çember şeklinde etrafı kuşatarak geliyorlardı. Belli ki üzerinde epeyce düşünülmüş.  "Bana tuzak kurdun."diye fısıldadım. Sesim hayalkırıklığımın aynası gibiydi.  O da toprağa mıhladığı bileklerime dikkatle bakarak konuştu. Hafif rus aksanını da katarak hem de. "Mecburdum."  Bana bakması için bekledim. Pişman bir bakış herşeyi değiştirirdi. Ama yapmadı. Dümdüz -sanki topraktan her an bir şey çıkacak gibi(aslında haksız da değil)- bakıyordu.  Arka taraftan çok hızlı koşan beş kişilik bir gardiyan grubunun gelmesiyle üzerinden kalktı ve ben deyim yerindeyse "el değiştirdim." Aşırı derece sigara kokan ve yaşlı bir o kadar da yaşlı olan adam, tek bileğimden tutup kolumu yerinden çıkarmak istercesine beni kaldırdı. Diğer dört kişi adamın beni kaldırmasıyla etrafımızı çevreledi. Aslında eğer kendi hayatıma bir saniye dışardan bakabilecek olsam onure olurdum herhalde. Bütün bir teşkilat benim için toplanmış gibi, vay be!  Ben neymişim dedirtiyor tabii insana.  En uçtaki gardiyanların fısıldaşmalarını duyuyordum. "Hadi ama,"diye mızmızlandı cırtlak sesli bir kız. "Bu kadar zavallı bir şey için bunca gardiyan normal mi? Karşı bile çıkmadı."  Kokusundan daha yaşlı olduğunu anladığım çocuk hafifçe öksürdü.  "Sonra konuşuruz bunu Lena."  Kız flört edercesine saçlarını savurdu ve bir süre onun kokusu burnumda asılı kaldı.  Daha sonrasında farklı sesler duymaya başladım. Dedikodudan çok homurtu şeklindeydiler. Bir hareketlilik vardı. Gereksiz bir hateketlilik... derken panikle etrafa zihnimi açtım.  Elbette Bay Letovski'nin benim için mücadele etmeye geliyor olduğunu tahmin etmem gerekirdi ama müdahale etmek için çok geç kalmıştım. Gardiyanlar kontrol çıkmış bir şekilde koşan bu ayının peşine düşmüşlerdi bile.  Letovski'ye kesin bir emir gönderdim: onlardan kaç.  Av ve avcı şeklinde ifade etmek işimi oldukça kolaylaştırmıştı ama bu durumda beni neden bırakması gerektiğine anlam verememişti. Benim için ölmeye hazırdı. Ben değildim. Tam olarak zihnimde ruhumda hissettiğim bir varlığın ölümünü kaldırmak istemiyordum. Bay Letovski'yi seviyordum.  "Lütfen,"diyerek beni tutan adama baktım yavaşça. "Hayvanlara zarar vermeyin." Sesim gerçekten yalvarırcasına çıkmıştı. Gözlerimi ilk kez ayaklarımdam ayırdığım için de çabucak adamı incelemiştim. 40 veya 45 yaşlarında olması muhtemeldi.  Alev alev bakan mavi gözlerinde tiksintiden başka birşey bulamamıştım ki zaten adam bana cevap verme zahmetine bile girmedi.  Bay Letovski'nin son sürat koşan benliğine geri döndüm. Ama çemberden ayrılan üç gardiyan onun peşindeydiler."Neden bir ayının peşinden koşuyorsunuz?"diyerek ortalığı birbirine katmak istiyordum ama işleri olağan halinden daha karmaşık bir noktaya sokabilirdim. Kimse beni umursamadığı için beynimi tamamen Letovski'nin tarafına yönlendirmiştim. Korkusunu algılayabiliyordum. Peşindeki üç kişi onu köşeye sıkıştırmak üzereydi. Hava, koku ya da başka bir şey... Onları durdurabileceğim hiçbir şey kalmamıştı. Beyninden uzaklaşmak istiyordum ama yapamıyordum. Onun gözleriyle çevreye odaklanmıştım. Köşeye sıkıştığının kendi de farkındaydı ve gerekirse savaşacaktı. Önüne gelen üç kişiyi tehditkar homurtularla izliyordu. Biri kız ikisi erkek üç öğrenci gibiydiler. Küçük durmaları ve aceleci tavırları bana bunu düşündürdü. Kız ellerini ovuşturarak diğerlerinin önüne geçti. "Götürelim şu şeyi." Çocuklardan daha iri olanı sağa doğru kayıp ipe benzer bir şeyi kıza fırlattı. Üçüncü olan da diğer köşeye geçerek tam bir kuşatma yaptılar.  Hayır. Diye düşündüm Letovski'nin zihninde. Onlara saldırmamalıydı. Fakat işler kızın Letovski'nin üstüne atlamasıyla tabiiki farklı bir boyut kazandı. Her şey o kadar ani oldu ki... Kızın atlayışı Letovski'nin refleksiyle yarım kalmış ve beş metre ileri çakılmasına yol açmıştı. Eğer sol tarafta ağır bir şekilde hissedilen acı olmasaydı bu görüntüden haz alabilirdim. Ama yapamadım. Üçüncü çocuk aceleci davranıp ķızın pençe yemesiyle Letovski'ye ateş etmişti. Silah... Bir gardiyanın o kadar eğitiminden kullanması en adice sayılan aletti.  Letovski acıyla inlerken ben de acı çekiyordum. Ve kız ilk seferde başaramanın verdiği hırsla kalktı. Şekilli bir hamle yapıp gümüş kazığı kalbini sapladı.  Acı, korku, bilinç kaybı, binlerce anı ve daha da fazlası beni sarmıştı.  O ana kadar etrafa nasıl bir izlenim bıraktığımı fark edememiştim ama zihnim sessizleşince etrafımı farkettim. Kendimi duydum. Acı çığlığım bütün ormanı kaplamıştı. "Katiller!"

Vampir AkademisiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin