Uzun süredir ismi bile geçmediği için neredeyse ismini unuttuğum adamın faaliyete geçmiş olması, doğrusunu söylemek gerekirse başımdan aşağı kaynar su dökmüştü ama yine de belli etmemek için nefes alıp verişimi kontrol altına tutarak yüzümü onlara çevirdim. Tam "neden" diye ağzımı açacakken kraliçeyle göz göze geldim. Gözlerindeki korkuyu yakalayabiliyordum. Benden önce o konuştu. "Krallıkların ayrılmasına hiç gerek yokmuş. Makamımı istiyormuş."dedi buz gibi bir sesle. Korkusunun sebebini de makam meselesini de artık anlayabiliyordum. Geçirdiğim bir dönem içinde ister istemez hem oldukça fazla kişiyle arkadaş olmuş hem de kulaktan kulağa yayılan bütün hikayeleri dinlemek zorunda kalmıştım. Rose'un gerçekten bir önceki kraliçe olan kraliçe Tatianna'yı öldüğünü ve bunun üstüne akademiden Adrian'la beraber kaçtığını söyleyenlerden tutun da başından beri Rose ve Dimitri'nin kavgalı olduğunu söyleyenlere kadar çeşitli teoriler mevcuttu. En güvendiklerim top 3'te kraliçe Vasilissa, Jo ve Joseph'in söyledikleri yer alıyordu haliyle. Dimitri'nin de buralarda bir yerde olmasını içten içe çok istemiştim ama maalesef onun ne söylediğini ne yaptıklarını anlamak mümkün değildi. Ve tıpkı onu anlamanın mümkün olmadığı gibi onunla doğrular hakkında konuşmak da mümkün değildi. Jo'ya göre Adrian ve Rose tartışmasız birer şeytandılar. Rose ve Adrian'ın birbirlerine aşık olduklarını düşünüyordu. Ve ikisinin tek derdi de güçtü. Doğrusunu söylemek gerekirse kitapta okuduğum Rose karakterine de Adrian karakterine de uymuyordu onun teorisi. Ama bunu ne zaman dillendirsem "Burada düşündüğün gibi gerçekleşen bir şey oldu mu ki?" sorusuna da cevap veremediğim için kabullenemesem de onun fikrini de kayda değer buluyordum. Kraliçe ve Joseph'in görüşleri hemen hemen aynıydı. Ama bir temel farkla. Vasalissa işin içinde olan kısımdı. Ve o, tahta geçmeden önce tıpkı Adrian gibi moroilerin de dampirlerle beraber savaşması gerektiğini savunurken tahta geçtikten sonra hem gittiği okulun kattığı şeyler hem de geleneklerin yüzünden reformist yapısından sıyrılıp tekrar hakim olan fikre geri dönüş yaptı. "Moroiler her zaman önce gelir." fikrine yani. Joseph'in fikri burada Adrian'ın seçilmemiş olmasına kızmasıyken kraliçenin söylediği, tekrar gelenekçi olmasından dolayı Adrian'ın sinirlenmesi yönündeydi. Ve gerçekten de, yani Vasalissa'nın söylediği gerçeklere göre, Dimitri strigoi'ye dönüştükten sonra Rose sadece bir süre onu aramıştı. Ardından Adrian'la sevgili olmuş ve Dimitri'yi aramayı komple gözden çıkartmıştı. Birlikteliklerinin Rose'u daha... tehlikeli biri yapması yüzünden de Vasalissa Dimitri'yi kurtarmanın yollarını aramaya başlamıştı. Vasalissa'yla Rose arasında olan mistik bağ da Rose'u Lisa'ya yardım etmeye zorlamıştı. Zaten Dimitri'nin strigoiden tekrar dampire dönmesinden sonra Rose'un yüzünü bile görmek istememesi her şeyi daha ileri boyuta taşımıştı. Ardından kraliçe Tatianna'nın öldürülmesi falan patlat vermiş ama hiçbir şey düzelmemişti. En yalın kaynağın kraliçe olduğunu da düşünürsek eğer... Hem en yakın arkadaşını kaybedip hem de kendini koyu bir savaşın eşiğinde bulan birinin korkularına eşlik etmemek saygısızlık olurdu. Benim bütün bu olaylardaki yerim ise Jo'nun akademiye katılmasıyla başlamıştı. Adrian'ın karşısına aldığı bir tarafın olduğunu öğrenen Jo akademiye kendi isteğiyle katılmış ve hatta savaşı kazanmanın da garantisini vermişti. Çünkü yakın zamanda bir "diádoc" ın ortaya çıkacağını biliyordu. Evet, artık ne olduğumu da biliyorum. Bir diá. Doğa ananın varislerine verilen isim diádoc ve seçilen kişiye verilen isim ise diá imiş. Doğa ananın kendisi olmadığımı da belirtmem gerekir haliyle. Doğa'nın tanrısı sayılmam ama onun asistanı sayılabilirim herhalde. Her şeye sınırsız bir şekilde erişimim olmasa da doğadaki düzeni bir nevi korumak amacıyla mütevazi bir savaşçıymışım. Canlı olan her şeydeki değişikliği görebilmek, duyabilmek gibi yeteneklerimin yanı sıra insaniyetimin sınırları çerçevesinde değişikliklere müdahil de olabiliyorum. İzlemenin bedava ama karışmanın bir bedeli var da diyebiliriz aslında. Tam anlamıyla bir insanın gösterdiği sıradanlıkta olmasam da Jo gibi diğer diádoc ların olduğu kadar büyülü de değildim. Hala burjuvazi varken başa geçmiş bir meclis başkanı gibiydim hatta. Öylesine halktan öylesine sıradan... Ve Jo'nun bu açıdan bana bildiklerini öğretmesi büyük şanstı. Gerçi, eğer kardeşini Adrian zorla tutuyor olmasa ikisi bir olup benim ayağımı kaydırmak için elimden geleni yaparlardı diye de düşünmüyor değilim ama garip bir şekilde yapabildiklerimden etkilendiğini de söylemem gerekir. "Ben giderim."dediğini duydum Dimitri'nin. Uzun süredir sessiz kalmasının ardından gür bir sesle konuşması bir anda kafamı kaldırıp ona odaklanmama sebep olmuştu. Toplantılarda genel olarak o da benim gibiydi çünkü. Ona soru sorulmadıkça konuşmaz ve ne olursa olsun yorum yapmazdı. Konudan yine oldukça uzaklaşmıştım anlaşılan. Ağır adımlarda masanın benim için ayrılan kısmına geçip sandalyemin üstünde ellerimi kavuşturdum. "Nereye?" Dimitri de benim sesimle refleks olarak bana döndü. Masadaki diğer herkes konuşmaya devam ederken "Adrian'a." diye cevap verdi. Adrian'a? Adrian'a. Bir tek kendisi mi gidecekti? Bunu yapamazdı. Ölmek istiyorumun bir başka versiyonu olurdu bu yaptığı. Çünkü bildiğim tek bir şey varsa o da Adrian'ın Dimitri'den Dimitri'nin de Adrian'dan hoşlanmadığıydı. Mesele ister Rose olsun ister taht kavgaları. "Ölmek için daha kolay yollar vardır,"diye alay edip dişlerimi sıkarak Vasalissa'ya döndüm. "Neyden bahsediyor bu?" Dişlerimin sıkılı olmasının yanı sıra yumruklarım da sıkılıydı. Sanırım bugün olup bitenleri daha dikkatli dinlemem gerekirdi. Bugün, diğer günlerden farklıydı. Önemli ve tehlikeliydi. Vasalissa'nın ellerini o güzel buklelerin içinden geçirip hafifçe öksürmesiyle masadaki herkes susup pür dikkat ona döndü. Yazık, diye geçirdim doğrusu içimden. Böyle bir dönemden geçiyor olmasa çok da mükemmel bir yönetici olabilirdi. Yönetmek için yaratılmıştı. "Adrian'a bir geri dönüt yapmak zorundayız. Ve bunu tıpkı onun yaptığı gibi elçi yollayarak yapmalıyız ki oradaki insanları kazanabilelim ve bizim tarafımızdakilerin güvenini kaybetmeyelim." Herkes büyülenmiş bir şekilde onu dinlerken bir tek benim aykırı olduğumu fark ettim. Sözlere başlayış şekli bile hoş değildi. Tam bir gerçek dünya siyasetçisi gibi konuşuyordu. Onu sarsıp "Sen moroisin, kraliçesin, elinde en iyi dampirler var, Jo var, ben varım! Neden onları şaşırtıp devirmiyoruz?"diye hesap sormak geliyordu. Ama bunun yerine ağzımdan sadece "Ne kadar da politik bir başlangıç." sözü çıktı. Alayları sözlerimle birlikte irileşen gözlerini gözlerime dikti ve konuşmasına öncelikli olarak bana cevap vererek devam etti. "Bu bir oyun değil, insanlar zaten gelenekleri sorgularken onları sebepsiz şeyler yapmaya zorlayamam. Elçi gönderilmesinin bir sebebi vardı; herkese Adrian'ın kendine güvenini ve haklılığını kanıtlamak. Eğer biz önce saldırırsak biz haksız oluruz. Kimse senin tarafında olmadıktan sonra bütün krallığa sahip olmanın ne anlamı olabilir ki?" Gözlerini benden ayırdı. Teker teker herkesin gözünün içine baktı. "Bizim de elçi göndermemiz gerekecek ama gerçekten sözünü dinletebilecek ve Adrian'ın tarafına geçmeyecek biri olması gerekiyor. Adrian'ın bağlayamayacağı biri olmalı." Sözünü geçirebilecek, bağlılık yemini ile bağlı demek. Ölmeye dünden hevesli biri demeyi unutmadı mı? "Neden Dimitri gidiyor peki?"diye sordum ısrarla. Git gide yılan gibi tıslıyordum. Masadakilerin bana attığı küçümseyici bakışlar umurumda bile değildi. "Gönüllü oldu çünkü."diye basitçe cevapladı sorumu. Sanki o herhangi bir dampirmiş gibi. Sanki hiçbir önemi yokmuş gibi. Öylesine bir kobay faresiymiş gibi. Belki de öyleydi onun için ama benim için değildi. Konuşmuyor olabilirdik ama bu onu öylece ölüme göndermeye razı olacağım anlamına gelmezdi. Beni sevmiyor olabilirdi ama buna Rose özgür olduktan sonra ikisinin tepkilerine bakarak karar vermek istiyordum. Eğer Rose'u gerçekten seçecekse de seçsin, ama yaşasın. "Yarın bu saatlerde Dimitri yola çıkacak. Tartışma bitmiştir. Gidebilirsiniz."dedi Vasalissa ve gözleriyle herkese kapıyı işaret etti. İlk çıkan Dimitri oldu. Ve ardından birer birer bütün masadakiler çözülüyordu. Benim dışımda elbette. Ellerim hala yumruk şeklinde sandalyeye asılı bir şekilde boşluğa bakıyordum. "Onun orada öleceğini biliyorsun."dedim baktığım boşluktan gözlerimi ayırmadan. "Ölmeyebilir de."dedi oynadığı basit bir kumar oyunuymuş gibi. "Dimitri hayatta kalma konusunda oldukça başarılıdır." O son cümlesinin ardından gelen o bıyık altı gülüş... Ah, yemin ederim saç diplerime kadar diken diken oldum. "Ona hayatını yeniden kazandırmış olman aynı zamanda alabileceğin anlamına mı geliyor?"dedim hışımla ona dönerek. Her an bir doğal afet çıkartmaya hazırdım. Bu kadar rahat olması normal değildi. "Sınırını aşma Catherine. Diá olman benim bağlılığım altına olduğunu değiştirmiyor." Tabii, ona ettiğim bağlılık yeminin geçersiz olduğundan hala haberi yoktu. Bu, Jo'yla aramızda kalmaya devam eden minik bir sırdı ve bunu bilmeyen kraliçe, burada benim sabrımı zorluyordu. "Hayır, bir de gece yolculuğa çıkartacaksın. Cidden? Onu niye öldürmek istiyorsun yani? Dampirlerin içinde en iyisi oyken neden onun gibi birini riske atıyorsun?" Bir süre sözlerim üstünde düşündü. Gerçi, düşündü mü yoksa sadece boş boş etrafa mı bakındı bilmiyorum ama oldukça uzunca bir süre sessiz kaldı. Belki de cevap vermediği için çekip gideceğimi düşündü. Ama ben bekledim. Hem de en yakınındaki sandalyeye kollarımı dayayıp gözlerimi yüzüne dikerek bekledim. "Gece yolculuğa çıkması herkesin elçi gönderdiğimizden haberi olması için."dedi en sonunda pes edip. "Onun ölmesini istemiyorum Catherine, inan bana. Ama bir kişi için herkesi gözden çıkartamam. Dampirlerin en iyisi Dimitri değil. Ama eğer onu öldürürlerse de bizim zayıf olduğumuzu düşünerek hata yapacaklar." Sinirlerimin bozukluğundan olsa gerek, bütün odayı çınlatacak derecede yüksek sesli kahkaha attım. Zaten loş ışık ve büyük bir masadan başka pek de bir şey olmayan odada sesim birkaç tabloya takılıp geri geliyordu. "Affedersin,"dedim tek elimle şakaklarıma baskı yaparak. "Bir an için Dimitri'nin dampirlerin en iyisi olmadığını söyledin sandım." "Aynen öyle dedim."dedi buz gibi bir sesle. Hem de hiç tereddüt etmeden. Yüzüme sinirden gelen gülümseme dondu. "Hadi ya?"diye döndüm elimi yüzümden çekip. "Ben olmalıyım o halde en iyi dampir(!)" Bu sefer o küçük bir kahkaha attı. Benimki kadar oda çınlatan tarzda değildi. Kendine yakışır; kibar ve küçümseyen bir kahkaha atmıştı. Neredeyse benim halimle de eğleniyor diyebilirdim. "Beni fazla küçümsüyorsun, küçüğüm. Benim bilgimle seninki bir mi sence?" "Benim bilmediğim muhteşem dampir kimmiş ya?" "Joseph." Odada sessizlikle asılı kaldı onun son sözü. Suratımı yalayıp geçen şaşkınlık duygusu bir süre susmama sebep oldu. Joseph? Benim aylardır güvenerek konuştuğum tek insan gerçekten başka biri olabilir miydi? Joseph, Joseph'ti işte ya. O sadece uygulama derslerinde başarılı olan ve Dimitri'ye yardım eden bir öğrenciydi. Nasıl Dimitri'den daha iyi olabilirdi? Böyle bir şey varsa bana söylemeyi nasıl es geçerdi? Benim şu an elimi kolumu bağlaması nasıl bir çaresizlikti? "Çıkabilirsin Catherine." dedi kraliçe ben hala kendi içimde çelişiyorken. Sen söylemesen de çıkacaktım zaten bakışlarımdan birini fırlatıp hışımla çıktım odadan. Elim ayağım titriyor desem yeriydi herhalde. Hangisine daha çok sinirlendiğimi ise hiç bilmiyorum. Bunca zaman boyunca Joseph'in bana bunu söylememesi mi yoksa Joseph yüzünden Dimitri'nin ölebilecek olması mı? Etrafta koşuşturan ve derse yetişmeye çalışan insanları yararak Joseph'in bulunduğunu düşündüğüm yere ilerliyordum. Antrenman yaptığımız salona. Hava hafifçe ılımıştı ve bunun normal biri üzerinde gevşetici bir etki yapması gerekirdi. Ama ben sanki her adımda yüzüme buz gibi bir hava çarpıyormuşcasına daha çok geriliyordum. Salon kapısının önüne geldiğimde gülümseyerek önündeki insanlara bir şeyler anlatan Joseph'i hemen yakaladı gözlerim. Bütün herkesle çok yakından ilgiliydi. Hem kibar hem de bilgiliydi ve bilgisini paylaşmaktan çekinmiyordu. Akademide tanıdığım herkesi onun sayesinde tanımıştım neredeyse. Bana neden böyle bir şey yapsın? Bana neden yalan söylesin? Beni görebileceği bir alana geçtiğime emin olduğumda sabırla konuşmasının bitmesini bekledim. Zira yanına gidersem çok da sakin konuşabileceğimi sanmıyordum ve bu konuşmanın öğrenciler önünde gerçekleşmemesi gerektiğinin de farkındaydım. Bekledim. Sabırla. O kahkahalar atarak önündekilere uygulamalı ders taktikleri verirken ben bekledim. En sonunda başını sağa kaydırdığında beni gördü. Gözleri benimle buluştuğunda önce beni görmekten dolayı duyduğu memnuniyeti belirtircesine gözlerinin içi parıldadı ama ardından beynine yüz ifademden çıkartılabilecek kötü şeyler listesi ulaşmış olacak ki yüzü düştü ve gözleri matlaştı. Etrafındakilerden izin isteyerek ağır adımlarla yanıma geldi. Bir yanının da benden korktuğunu varsayarsak ayakları şu an geri geri gitmek için uğraşıyorlardı eminim ki. "Yine en korkunç ifadeni takınmışsın ama."dedi yanıma geldiğinde yalancı bir gülüşle. Oysaki beni kandırmaya çalışmaması gerektiğini ona defalarca anlatmıştım. Gerçi... Başından beri kandırdığına göre kime konuşmuştum ki ben? "Neden?"diye sordum fısıltı halinde. Kaşlarını çatıp bir süre düşündü. "Yani, hani şu kaşların ve gözlerinle yaptığın-"derken içine çektiği havayı boğazına tıkıp tekrar yüzüne baktım. Gözlerinin içine. "Neden,"diye sordum ısrarla. "Neden yalan söyledin?" Cevap vermedi. "Başından beri onun gizli oyuncağıydın ve sadece bana yakın tutmak istedi seni değil mi?" Yine cevap vermedi. Ne hakkında konuştuğumu biliyordu. Üstüne her türlü duygunun oturduğunu görebiliyordum. Her ağzını açışında karar veremeyip geri kapatıyordu. Benim de içimdeki o saf hisler sağ olsun; o her ağzını açtığında "İşte, şimdi onu affedebileceğim bir bahane geliyor."diyordum. Evet, geçerli bir neden duymak istiyordum. Onu hayatımdan silmek zorunda kalmak istemiyordum. İyi biri olduğunu düşünmüştüm. İyi biri olduğuna inanmıştım. Beni önemsediğine, bana yardım ettiğine, arkadaş olduğumuza inanmıştım. "Özür dilerim."çıktı ağzından sadece. Boğazına takıla takıla. Küçük bir özür çıktı ağzından. Ben ondan sayfalara sığmayacak açıklamalar, bu kadar kişinin arasında konuşulmaz denecek tavırlar, hiç değilse biraz çaba beklemiştim. Öfke dolu gözlerim bir anda bomboş oldu. Değmezmiş ifadesi aldı yerini biraz hayal kırıklığıyla süslenen. "Git."dedim elimle herkesin hızla doluştuğu salonu göstererek. Ders başlamıştı. Dimitri'nin kokusunu öteki uçtan alabiliyordum. Derse yetişiyordu o da. Bir gün sonra ölüm yolculuğuna çıkacaktı ama hala derse gelme zahmetine giriyordu. Madem en iyi Joseph'di, o zaman neden dersi başından beri o vermiyordu? Kapının önünde Dimitri'nin gelmesini bekledim. Kokusunun yaklaştığını hissedebiliyordum ve bunca zaman onunla hiçbir şey konuşmamış olmam heyecanımdan en ufak bir şey götürmemişti işin kötüsü. Kokusu yaklaştıkça heyecanım da artıyordu. "Dimitri."dedim onu köşede görür görmez. Yanıma gelmesini bile bekleyememiştim. Paniğim öyle bir panik işte. "İçeri gir Catherine."dedi. İfadesiz. Hissiz. Taştan. "Konuşma-" "Derse geç dedim Katarina."diye böldü benim konuşmamı rüzgar gibi yanımdan geçip kapıdan içeri girerken. Arkasından bakakaldım öylece bir süre. Kapının ileri geri sallanmasını izledim. Joseph, Dimitri, ben ve bildiğim bütün gerçekler toplanıp bir ders yapacaktık öyle mi? "Harika!"diye inleyerek kapıyı sertçe ittim ve yerimi aldım. Antrenman eşimin Joseph olduğunu düşünürsek işim hiç de kolay olmayacaktı. Bütün o kendini kontrol altına alma derslerini yabana atmak istemiyordum ama diğer bir yandan kendimi kontrol altına almak da istemiyordum. Dimitri'nin dersi başlatmasını bekliyordu herkes, tıpkı her zaman yaptığı gibi. Önce yapamadıklarımızı söyleyecek ardından yapmamız gerekenleri sıralayacak ve herkesten pozisyon almasını isteyip sırayla bizi izlemeye başlayacaktı. Ama öyle yapmadı. Önce uzun bir süre dikili duran sınıfı izledi. Ardından kollarını göğsünde kavuşturup "Düşmanınızın sadece gözlerinizle gördükleriniz olmadığını hatırlatarak bu derse başlamak istiyorum."dedi sakin bir ses tonuyla. "Fiziksel acılarınıza katlanabilir, kapasitenizi sonsuza uzandırabilirsiniz ama asıl korkmanız gereken zihninizde hissettiğiniz acı. Onu yenemezseniz, fiziksel gücünüzün hiçbir anlamı kalmaz. Beş tur koşu, ardından doğrudan olmayan saldırılara verdiğiniz savunmaları izlemek istiyorum. Stratejiniz olsun!" Herkesin gayet normal tavırlarla onun söylediklerini yapması sinirime dokunuyordu. Adam orada veda konuşması yaptı. Kimsenin ruhu duymadı. Daha fazla sinir olamam derken de canımın sıkkınlığından dolayı Joseph'in beni durmadan düşürmesine izin vermem yüzünden yandakilerin dalga geçtiğin duydum. Tatsızlık çıkmasın diye erken çıkıp uyumak için odama gittiysem de odanın içinde sabaha kadar dört dönmek dışında hiçbir şey yapmadım. Yakıp yıkmak istiyordum sadece; her şeyi, her yeri. Birkaç saate Jo'nun yanına gitmem gerekecekti ve onun Dimitri'nin ölecek olma fikrinden aldığı haz dolayısıyla daha beter öfkelenecektim. Gözüme bir dirhem uyku girmemişti ve aklımı kaçırma sınırında yürüyordum. Camdan doğmaya başlayan güneşi de gördükten sonra topuklarım üstünde dönüp odanın içinde birkaç tur daha attım. Geceden beri sayacak olursak, birkaç bininci tur oluyordu da her neyse. Birden durdum. Kapının önüne geldiğimde el freni çekilmiş araba gibi öylece durdum ve kapıya diktim gözlerimi. Kendimi yiyip bitireceğim, üzülerek harcayacağım, başkalarına öfkelenip Dimitri'nin çok değerli emirlerine bırakabileceğim bir durum değildi bu. Aklımda tek bir şey vardı: Dimitri. Ayakkabılarımı bile giymeden öteki binaya koşmaya başladım. Bunu ne onun ne de başka birinin kararına bırakamazdım. Buraya geliş nedenim de burada kalış nedenim de o iken birden oyun dışı bırakılmazdı. Kapısına geldiğimde yine frenim çekildi. İçimdeki kapıyı kırarak girme isteğine bir dur diyip yavaşça kapıyı tıklattım. Ama açmazsa, kırardım. Sabırsız iki oflamaya kalmadan açılan kapı, kendini kırılmaktan kurtarmış oldu ve izin beklemeden içeri girdim. Sağa sola dağılmış uzun saçlarının arasında elini gezdirerek bana bakıyordu sevdiğim adam. Konuşmadan sevdiğim, uzaktan da olsa sevdiğim adam. Kaşları çatılmıştı. "Daha çalışma saatine var diye biliyordum."dedi. Hala akademiyi düşünüyor. Hala çalışmak diyor. Gel de çıldırma. "Çalışmalar umurumda değil."diye cevap verdim. Panikle buraya gelmiştim ama neyi nasıl söyleyeceğimi planlamamış olmam gerçekten kötü olmuştu. Ben de doğaçlama yaptım biraz. İçimden geldiği gibi davrandım. Kısa ama kendinden emin bir şekilde attığım iki adımla önünde durdum ve onu göz hizama çekebileceğim bir yaka aradım. Ve o an daha önce hiçbir erkekte görmediğim o görüntüyü gördüm. Geniş omuzları, açıkta kalan boynu, yorgunlukla inip kalkan göğsü... İtiraf etmek gerekirse bir an için neden burada bulunduğumu unuttum. Ama toparlanmam da uzun sürmedi. İki elimi boynuna dolayıp onu aşağı çektim. Gözlerini kaçıramıyordu, doğrudan bana bakıyordu. "Gidemezsin,"dedim yalvarır gibi neredeyse. "Seni ölüme göndermelerine izin veremezsin." Boynunu tutan ellerimin titrediğini hissedebiliyordum. Onun yanında ben güçlü olamıyordum. Söz konusu o olduğunda kendim olamıyordum. Sonraki hayatını benimle asla geçirmeyeceğini bilsem bile onu yokluğunu yaşamak istemiyordum. Çünkü; tanıdığım birinin ölümünü tatmıştım. O yokluğu biliyordum. Özlem duymak nedir biliyordum. Sonsuzluk kadar uzun sürecek olan boşluğu tanıyordum ben. Gözlerimde biriken yaşlara engel olmayı deniyordum. Onun gözlerinde bulduğum tek şey ise katı, soğuk bir duvardı. "Gitme,"dedim bu sefer biraz daha kısık bir sesle. Kendimde ikna edecek gücü bulamıyordum. "Sonu ne olursa olsun... Sadece senin hayatta olduğunu bilmek istiyorum." Son sözlerimi sarf ettiğimde bir şeyler değişti. Önce gözlerinde. Soğuk duvar kalktı,yerini sıcakcık ve bir o kadar da derinden etkileyen gözler aldı. Doğrudan bana bakıyordular. Ama yüzeysel bir bakış değil, içimi görmeye çalışarak bakıyordu. Sonra kollarında. Aşağı sarkan kolları bir anda beni çevreledi ve kucakladı. Ardından yan tarafındaki duvara bana sarılmayı bırakmadan beni yasladı ve alnını alnıma dayadı. Sağ elimi ensesinden çekip yavaşça çektim. Yanağında gezdirdim biraz. Yanağında gezen elime huzurla gözlerini kapatması var ya... İşte şu an ölebilirdim. Yanağından omzuna uzanan saçlarının arasına geçtim. Birden gözlerini açtı ve sanki az sonra ölecek olan benmişim gibi korkuyla bana baktı. Ellerini sırtımdan çekti. Kırılmamdan korkuyormuş gibi yavaşça yanaklarıma yerleştirdi ve bir anda dudaklarıma kapaklandı. Büyük bir açlıkla, istekle. Onun dudaklarımda hissettiğim ezici ağırlığına karşılık vermek istiyordum. Ama buna bile izin vermeyecek kadar kapanmıştı bana. Bir eli sıkıca ensemi tutarken diğeri boynum ve saçlarım arasında mekik dokuyordu. Kendini zorlayarak dudaklarımdan bir santim uzağa çekildi. "Katarina,"dedi ondan duymayı hayal dahi edemeyeceğim kırılgan bir sesle. "Benim seçim şansım yok. Kraliçenin benim için çizdiği sınırlar var. Ve seni onun oyununun içine dahil etmektense bu şekilde seni her şeyin dışında tutmayı tercih ettim. Tercih edebildiğim tek şey bu oldu.""Katarina," dedi ondan duymayı hayal dahi edemeyeceğim kırılgan bir sesle. "Benim seçim şansım yok. Kraliçenin benim için çizdiği sınırlar var. Ve seni onun oyununun içine dahil etmektense bu şekilde seni her şeyin dışında tutmayı tercih ettim. Tercih edebildiğim tek şey bu oldu." Söylediklerine anlam yüklemek için uğraştım bir süre. Tek anladığım şey beni düşündüğü için benden uzak durduğuydu. Ama bunu neden yapmıştı veya neden tam da şimdi bunu yaptığını açıklıyordu anlamamıştım. "Anlamıyorum." diyebildim. Aslında söyleyecek çok şeyim varken sadece bunu söyleyebildim çünkü mantıklı hesap soruşlar şöyle dursun aklımı başımda zor tutuyordum. Beni saran kollarını gevşetti ve benden hiç istemediğim bir şekilde uzaklaştı. Çok da uzaklaşmamıştı, hala kolları belimdeydi ama artık birbirimize dokunacak kadar, birbirimizin nefesini hissedecek kadar yakın değildik. Suratımın düştüğünü hissediyordum ve düzeltmek için çaba da harcayamıyordum. Dimitri ise sakin bir şekilde gülerek beni yatağa çekiştirdi. Ne yalan söyleyeyim, bir an için aklımda "Acaba?" soruları yankılandı. Yatak ve biz mi? Gerçi Dimitri beni utandıracak bir şekilde kafasını iki yana salladı ve gülmemek için özel çaba göstererek beni bırakıp yatağına geçti. Yastığını düzleştirip uzandı ve bana döndü. "Otursana." dedi. Yatağının ucuna geçtim ve bağdaş kurarak oturdum. "Anlat bana." diye mırıldandım. "Neler olduğunu anlat." Anlat ki çözüm bulayım, diye de geçirdim içimden. Onu öylece ölüme göndermeyeceğimi belki henüz bilmiyor olabilirdi ama öğrenmek üzereydi. Hafifçe doğrulup kolumdan yakaladı ve yakaladığı gibi de kendisine çekti. Açıkçası onun beni çekişiyle çok garip bir şekilde yana düşmüş ve romantiklikten oldukça uzak komik bir pozisyonda kalmıştım. Bağdaş yaptığım dizlerimi çözerek kendimi yanına ittim ve o da memnun bir şekilde iç çekip bana sarıldı. Tek eli belimde diğeri saçlarımdaydı. "Sana bütün olayları baştan anlatacak ne gücüm ne de sabrım var Catherine. Ama şu kadarını söyleyebilirim ki Rose'un gidişi aslında sadece tek bir kişiyi etkiledi. Vasalissa'yı. Tam anlamıyla makamına geçtiğinde yanında ona yol gösterecek kimsesi kalmadı. Ben oradaydım ama hiçbir zaman onun için bir gardiyandan fazlası olamazdım. Ve... Artık Lisa'nın düşünebildiği tek şey savaşı kazanmak. Hangi yolla olursa olsun." O konuştukça nefesi saçlarımı okşayarak geçiyordu. Ve hala kendisiyle ilgili olan kısmına gelmediği için dikkatimi anlattığı şeyden çok nefesi çekiyordu. "Bütün bunların seninle ilgisi ne?" dedim. Onun konuşmasını bölmüş olmamak için düşündüğü minik araya sıkıştırmıştım bu soruyu. Saçlarımı öptü. "Çünkü" dedi ve bir süre düşündü. "Ben senin dikkatini dağıtan bir etkenim. Adrian'a gitmenin beni öldüreceğini biliyordu Lisa. Ve onlar öldürmese bile benim kendimi öldürmem gerekecek." Bana sarılan vücudunu ittirerek ona döndüm. "Ne-" diye bağırmaya başladığımda eliyle ağzımı kapattı ve susmamı işaret etti. "Bak, buraya getirilmene ben sebep oldum. Çünkü sürekli ama sürekli gözden kaçırdığın şey; kraliçeye bağlı olduğum. Her gün ona rapor vermek ve o ne isterse yapmakla yükümlüyüm. Seni nasıl etkilediğini bilmiyorum ama beni bu şekilde etkiliyor. Tıpkı hipnoz yeteneğinin bilinçaltına geçmiş olan versiyonu gibi düşün. O istiyor ve ben yapıyorum." Nefes alışımdaki bozulmalar gittikçe çığırından çıkıyordu. Lisa böyle biri değildi. Lisa bu değildi! Burada bunlar yaşanmamalıydı! "Seni ilk gördüğümde istemsiz bir şekilde gidip ona anlattım ve benden seni yakalamamı istedi. Ve yaptım. Bundan kaçamıyorum. Senin bana olan zaafını bildiği için sen bana yakınlaştığın an seninle ilgili her şeyi öğrenmemi istedi. Ve şimdi de, ben seninle yakın olmadığım için ölmem gerektiğine karar verdi." "Bu anlattıkların... Çok saçma Dimitri." dedim neredeyse suçlayarak. "Yani... Mantıksız. İmkânsız. Tamam, belki onun isteklerini yerine getiriyor olabilirsin ama ölmen? İçgüdüsel olarak bu düşünceden uzaklaşman gerekir senin. Hem... Lisa bu. Yapma ama..." Ona inanmadığımı düşündürdüm galiba ki sinirle kaşlarını çattı ve beni bıraktı. "Öyle mi?" dedi tek kaşını kaldırarak. "Joseph seni öptüğü için ona hayatı boyunca unutamayacağı bir ders verdin. Joseph bizim hakkımızda konuştuğu zaman ilk kez resmi olarak bizi ifşa ettin. Güzelliğinle ilgili herhangi bir şey söylendiğinde utanıp konuyu değiştiriyorsun. Ölen ayının ismi, Bay Letovski ve sık sık onu özlüyorsun. Oldukça sinirlisin ama merhametin de sinirini gerektiğinde örtebiliyor. Dia olduğunu öğrendiğinde Joseph'e güvendiğini kanıtlamak için gidip bunu ona anlattın." O aralıksız bir şekilde konuşurken benim söylediği her kelimeyle daha çok dilim tutuluyordu. "Benim hayatımdan, mutluluğundan ne istedin?" diye bağırma isteği geliyordu Lisa'ya. Söylediklerinin hepsi doğruydu ve hepsi sadece Joseph varken yaşadığım veya sadece Joseph'e anlattığım şeylerdi. "Nerden mi biliyorum?" diye yüzüme eğildi. "Çünkü Joseph bunları rapor olarak veriyordu. Sen sabah güneşinden faydalanmak için geceleri uyurken hem de." Evet, sabah güneşinden faydalanmak istediğimi de Joseph'e söylemiştim. Utanç ve sinir tüm hücrelerime ulaşırken yanaklarımın yandığını hissettim. Ağlayıp ağlamadığımı bile hissedemezken tek hissettiğim yüzümün alev alev yandığıydı. Elini yanan yanağımın üzerine koyup "Hayır," diye mırıldandı. "Üzülmeni istemiyorum. Bana inanmanı istiyorum. Çünkü ölüyorum Catherine. Sana yalan söylemek için hiçbir nedenim yok." "Hatta," diye devam etti ben konuşmayınca. "Doğayla o kadar ilgili olmana rağmen çiçeklerden ve özellikle çiçeklerin hediye olarak kullanılmasından hiç haz etmiyorsun. Açelya. En sevdiğin çiçek bu. Hayvanlara karşı küçüklükten beri bir ilgin var ve küçükken ikiye bölünmüş bir solucanı görüp onu büyülü zannetmenden beri de doğayı daha bir ilgi çekici buluyorsun. Jessie halanı 18. Yaşını doldurduktan bir hafta sonra terk ettin." Her bir cümlesinde daha çok ağlamaya başladım. Ağlamaya başlamış olacağımdan emindim en azından. Gözlerim sanki içini oyuyorlarmışcasına acıyordu çünkü. İşte şimdi beni korkutmayı başarmıştı. Çünkü bunları kimseye anlatmamıştım. Bunları kimseyle paylaşmamıştım, paylaşmazdım da. Özeldiler. Eski yaşamıma ait şeylerdiler. "Sen... Nasıl?" diye sordum burnumu çekerek. "Jessie halanı ziyaret ettim." dedi omuz silkerek. Gözyaşı ile dolan gözlerimi kocaman açıp ona baktım. "Ne yaptın dedin?" "Sakin ol," dedi burukça gülerek. "Joseph'e Jessie halanın varlığından bahsetmiştin. Ben de en sevdiğin çiçeği gelip senden öğrenemeyeceğime göre... Kaynağından öğrendim." Gittikçe daha çok kafamı karıştırıyordu. "Dimitri. Jessie halama öylece gitmiş olamazsın. Sana bunları niye anlatsın? Hem en sevdiğim çiçek?" "Eh, bütün bunlar bittiğinde... Sana yaptığım her şey için makul bir özür dilemem gerekecekti." Bir şey söyleyecekken ağzımı kapattı. "Merak etme, halana gittiğimi kimse bilmiyor. Ve ona kendimi eski bir arkadaşın olarak tanıttım." "Kafamı gittikçe daha çok karıştırıyorsun. Sana inanıyorum ama şu andan sonra neler olacağı hakkında bir fikrin var mı?"dedim neredeyse tehdit eder bir tonda. Bunları bana anlatması ona nazik bir şekilde veda etmemi değil, onun için savaşmama yol açardı. Nitekim açtı da zaten. Kafamda onu kurtartmak için yapabileceklerimin listesi oluşmaya başlamıştı bile. Ağzı düz bir çizgi halini aldı. "Bundan sonra bir şey olacağı yok. Sana bunları kafanı karıştırmadan anlatmak isterdim ama maalesef bunun da bir yolu yokmuş. Beni bir daha görmeyeceksin. Senden tek istediğim; dikkatli olman. Saflığın benim için ayrı bir görkem olsa da... Saf olmamalısın. Senin için çabaladığımı hatırlamalısın." Sözleri beynime birer birer yerleşirken artık daha fazla çaresiz olamayacağımı biliyordum. Aynı birine tokat atmaya benziyordu. İlk kez tokat atılan birinin canı yanardı. Ama artarda gelen tokatlar bir süre sonra hissizleştirir ve can yakmamaya başlardı. Sadece... Neler olduğunu bilirdin. İşte, tam da böyle bir şey benimkisi. Ve ben, daha fazla çaresiz çaresiz oturmak istemiyordum. Hayatımızın asla düzeltilemez olduğuna dair bir inançta olsaydım ne burada olurdum ne de şu an bunları düşünüyor olurdum. Sevdiğim adam, bana veda edip gidemezdi. Seni sevdiğim için ölüyorum diyerek beni zan altında bırakamazdı. Sevmek, savaşmak gerektirirdi ve benim yaptığımın sevmek adı altına olduğunu ona anlatacaktım. Ellerimi beni saran ellerinden çektim ve hızla ayağa kalktım. Ben hiçbir şey söylemeden kapıya yöneldiğim için o da panik olmuş benimle beraber hareket etmeye başlamıştı ama onu geri ittirerek ondan kurtulmayı amaçladım. Odasının içinde küçük çaplı bir kasırgayla onu baş başa bırakarak bu sefer başka bir yöne doğru koşmaya başladım. Onun pesimist bir şekilde beni koruma çabasına son vermem gerekiyordu. Korunmaya ihtiyacım yoktu. Bunca zaman boyunca tek istediğim şey bana beni sevdiğini söylemesiydi ve bunu öleceğini düşündüğü için yapmak yerine çok daha önceden söylemiş olsa belki de ölmesine gerek bile kalmazdı. Adımlarımı sıklaştırıp alıştırma yapmak için hemen hemen her gün bulunduğum kulübenin önüne geldim. Jo, beni bahçesindeki sandalyeye oturmuş olarak bekliyordu. "Geç kaldın." dedi hiç onaylamayan bir şekilde. "Gelmek niyetinde bile değildim Jo. Konuşmamız gerek." dedim ayaklarımı yere vurarak. Sabırsızlığım gözle görülür boyutu aşıp görülmeden hissettirecek boyuta gelmek üzereydi. Jo, önce çıplak ayaklarıma ardından da suratıma anlamsız anlamsız bakıp "Konuşalım bakalım." dedi ve kulübesine geçti. Kapıyı sertçe kapatıp sırtımı kapattığım kapıya yasladım. "Dimitri'nin ölmesini sen de istiyordun," dedim şu sıralar çok kullandığım bir teknik olan doğrudan suçlamaya başlayarak. "Tahmin et bu isteklerin nelere mal olacak." Tahmin etmek yerine ters ters suratıma bakındı. "Bu kadar aptal olma Catherine. Dimitri ölmüş gibi de konuşma. Sadece ona bir görev verildi." Serinkanlılığı canımı çok sıkıyordu. Birkaç ay önce olsa onun huyuna gitmeye çalışır, orta yol bulmak isterdim. Ama artık kimsenin büyüklük taslamasını kaldıracak konumda değildim. "Madem öyle neden tam şimdi gidip görevin ikimizden birine devredilmesini istemiyoruz?" dedim. "Tekrarlıyorum;" dedi gözlerimin içine bakarak. "Aptal olma Catherine." "Bağlılık yeminin nasıl bozulacağını söyle." diye karşılık verdim sanki o hiçbir şey söylememiş gibi. Birden neşesi yerine gelmiş bir şekilde kahkaha atmaya başladı. O kadar ki, gözlerinden yaş gelmişti ve karnını tutuyordu. Onun daha önce bu kadar gülebileceğini bile düşünmezdim ancak bugün ilklerin günüydü demek ki. Joanna Ran, kahkaha atıyordu. Keşke güldüğü olay benim de alay edebileceğim bir şey olsaydı. "Ciddiyim." dedim keskin bir şekilde. Bir anda gülmeyi kesti ve bana gözlerini devirdi. "Sence," dedi üstüme yürüyerek. Bir yandan da işaret parmağını bana sallıyordu. " Bağlılığı çözmenin bir yolunu bulmuş olsam... Beni burada tutan en ufak bir şey olabilir miydi?" Azı dişlerim ortaya çıkacak şekilde sinsi ve ukala bir gülüş attım ona. Gözlerim ışıl ışıldı. İnsanlar hakkında iyi düşünmeye çalışmam, onların ne yaptıklarını görmediğim anlamına gelmezdi. "Evet," diye başladım konuşmama ve o bana salladığı parmağını kendi sarmaşıklarından birine dolayıp çekiştirerek koltuğuna oturttum. İtiraz etse, edebilirdi gibime geliyor ama niyeyse müdahile etme gereği hissetmemişti. "Çözmenin yolunu bulmuş olsan burada olmazdın. Ama sorunu çözebilmenin yolu benden geçtiği için buradasın. Bu yüzden bana yardım ediyorsun." Arkasına yaslanıp çok şiddetli bir şekilde beni alkışlamaya başladı. Alkışının ardından oturduğu yerdeyken çekmecesinin içinden bıçak çıkartıp yanımızdaki masaya saplattı. Elini bile kaldırma zahmetine girmemişti bunu yaparken. Hatta bakmamıştı bile. Zehirlemek istercesine bana bakıyordu. "Aferin! Böylesine bir gizemi çözdüğüne göre bana bağlılık yeminini bozmayı nasıl söyletmeyi planlıyorsun?" dedi yanımda sapladığı bıçağa bakarak. "Öldürmekle mi tehdit edeceksin? Yoksa işkence etmek mi? Ya da şantaj?" Cevap vermedim. Öldürmek ve işkence etmek benim kesinlikle yapamayacağım şeylerdi. Strigoi öldürmek başka bir şey elbette ama sırf istediğim bir bilgi için öldürmek gibi kirli işler yapamazdım. Buradaki soru belki de kendimce koyduğum sınırlar mı yoksa sevdiğim adam mı daha önemli, olabilirdi. Ve burada bütün kahramanları hayal kırıklığına uğratacak olduğumu bilsem de koyduğum sınırları seçmek zorundaydım. Çünkü öldürmek ve işkence etmek olaylarının süslendirildiği kadar harika bir şey olmadığını düşünüyorum. Belki de hayattan yana olduğum, canlı olan her şeyi hissettiğim için böyle düşünüyorum; bilmiyorum. Ama işin özü bu. Özellikle keyfi olan durumlarda bir can olmak çok alçakça bir davranış. Can almak olmasa bile zarar vermek de öyle. Benim sevdiğim insanı kurtarmak zorunda değil sonuçta. Onun lehi için ihtiyacım olan bilgileri vermek zorunda da değil. İradesi onu kendisi için faydalı olan tavrı sergilemeye itecekti tabii ki. Bense benim için faydalı olan tavrı sergileyip Dimitri'yi farklı şekillerde hayatta tutacaktım. Ben de ayrı bir manyağım tabii ama neyse, bu da benim iç meselem işte. Herkesin bir kusuru olmalı. "Ben de öyle düşünmüştüm." dedi Jo bir anda. Sanırım benim konuşmayışım ona otomatik cevap olarak gitmişti ve bu cevap da "Hayır" olmalıydı ki, sırtını dikleştirip daha kendinden emin olarak sandalyede ileri kaydı. "Zarar vermenin benim doğamda olmadığını biliyorsun." dedim karşısına çömelip. Bir an için kendimi çocuğuna laf anlatmaya çalışan bir ebeveyn gibi hissetmiştim. Çok da haksız sayılmazdım hani. Karşımda benden oldukça küçük duran biri vardı. "Ama eğer bana yardım etmezsen... Benden geçen o çözüm yolun var ya, onu da unutabilirsin." Sözlerimin ona ulaşması için bekledim bir süre ve çömeldiğim yerden kalkıp kapıya yürüdüm. Artık ondan bana fayda gelmeyeceği kesin bir gerçekti. Kapının önündeyken ayağa kalktığını duydum. "Ne yaparsan yap, onu kurtaramazsın!" diye bağırdı. "Yemin, onu kendini öldürtmeye zorlayacak olmasından onu korusan bile artık onun kaderinde ölüm var. Yemini bozmak da ölüm sebebidir." Kapıdan çıktım. Söyledikleri kalbime 'kal' getirse de hareketlerimi hızlandırmıştı. Artık olaya önem kazandırmam şart hale gelmişti. Olumsuzlukların beni yıldırmak yerine harekete geçirmesi iyi bir şey olsa da son bir çarem olduğunu içten içe bilmek de pek iyi hissettirmiyordu. Jo'yu ikna edememe durumumda kraliçeye başvuracağımı biliyordum. Ama artık kraliçeye başvurmanın yanı sıra kraliçeyi ikna da etmeliydim. Ondan Dimitri'ye bunu yapmaması gerektiğini söylemeliydim. Kraliçenin rızası, benim çıkış yolum olacaktı. Büyük binaya, kraliçenin kabul salonun olduğu binaya ilerlerken havada Dimitri'nin kokusunu hissedebiliyordum. Buralarda bir yerdeydi. İşin ilginç yanı, yanında başka kokular da vardı. Ve bu saatte uyanık insan sayısı benimle sınırlı kalmalıydı. Son birkaç ayda eğer kendimi biraz dahi olsa anladıysam, ben bir şey hakkında kötü hissediyorsam orada kötü şeyler gerçekten de var demekti. Ve aldığım kokular da bana iyi olmayan şeyler fısıldıyorlardı. Topuklarımın üstünde dönerek -ki bu hareket canımı acıttı- kokunun gittiği yeri takip etmeye çalıştım. Fazla dağınık, fazla her yerde olan bu koku kümesini takip etmekte zorlanmak beni daha çok strese sokmuştu. Öfkeyle başımı gökyüzüne kaldırıp Dimitri'nin gitmesine ne kadar kaldığını tahmin etmeyi denedim. Fazla olmasa gerekti. Dimitri'den çıkarken en tepeye ulaşan güneş, yavaş yavaş terk etmeye başlamıştı zirvesini. "Catherine," diye bir fısıltı duydum yan taraftan. "Napıyorsun? Delirdin mi?" Yan binanın moroilere ait yatakhane olduğunu düşünürsek eğer, uykusu kaçmış ve camdan beni seyreden bir moroi olduğunu söyleyebilirdim bu kişinin. İsmimi de biliyordu, güzel. Bakışlarımı yan tarafa çevirip bir süre onu aradım. İkinci katta camdan aşağı yarasa gibi sarkmış bir adet Sarah'tı bu şahıs. Gözlerim onun albinoya kaçan sarı saçlarını seçmekte pek de zorlanmamıştı. Sarah, hava elementini kullanan üçüncü sınıf bir moroiydi. Joseph'in de yakın arkadaşlarından biri sayılabilirdi ve zaten bu vasıtayla onunla tanışmıştım. Benim yeteneklerime pek bir hayran ve bana havayla ilgili yeni şeyler öğretmem konusunda baskı yapan özünde sevimli bir kızdı. Meraklı olduğu da su götürmez bir gerçek tabii. "Senin uyuman gerekmiyor mu?" diye sordum kısık sesle. "Senin yatakhanende olman gerekmiyor mu?" diye sorumu bana çevirdi. Öyle görünüyor ki onunla daha önce sabah hiç karşılaşmamıştık. Başka bir zaman olsa diğer tanıdıklarımla konuştuğum gibi onunla da konuşmak ve durumu izah etmek isterdim ama şu an ciddi bir alarm halindeydim. "Hayır," dedim sorusuna cevap olarak ve arkamı dönüp emin olamasam da kokunun beni götürdüğü yere yöneldim. Çok karışık kokular vardı, neredeyse hareket ediyordular diyebilirim hatta. Jo'nun yanından az önce ayrılmış olabilirdim ama bu işin içinde de Jo var gibi hissediyordum. Benim bu kadar yanılmam normal bir durum değildi ve yeteneklerimdeki açıklıklardan yararlanabilecek fevkalade tek insan Jo'ydu. Bugün ya yer yerinden oynayacaktı ya da ben şurada patlayıp gidecektim. Sonu hangisi olurdu bilmiyorum ama bu kadar problem sonucunda mutlaka bir şeyler doğururdu. Bahçenin ortasındaki heykele konmuş, beni izleyen kuzgunla göz göze geldim bir an için. Tam da tekrar deli danalar gibi etrafta koşturmaya başlayacakken. Ama kuzgunun kafasını eğerek bana bakmasıyla aklım daha bir berraklaştı. Ne yapacağımı biliyordum. Gülümseyerek dikkatimi kuzguna verdim. Onun gözleri de benim gözlerim olacak ve arka planda bana gözlemcilik edecekti. Birkaç dakikalığına dinlenmek için heykele konan kuzgun, zaten uçup gitmek üzereymiş de. Ona akademinin etrafında turlamasını belirten bir görüntü gösterdikten sonra camları ve yerleri dolaşması gerektiğini gösteren birkaç görüntü daha gösterdim. Gerçi o hepsini gerçekleştirmeden ben kraliçeyle olan konuşmamı bitiririm diye düşünüyordum. Harekete geçme vakti.
Gülümseyerek dikkatimi kuzguna verdim. Onun gözleri de benim gözlerim olacak ve arka planda bana gözlemcilik edecekti. Birkaç dakikalığına dinlenmek için heykele konan kuzgun, zaten uçup gitmek üzereymiş de. Ona akademinin etrafında turlamasını belirten bir görüntü gösterdikten sonra camları ve yerleri dolaşması gerektiğini gösteren birkaç görüntü daha gösterdim. Gerçi o hepsini gerçekleştirmeden ben kraliçeyle olan konuşmamı bitiririm diye düşünüyordum. Harekete geçme vakti. Suratıma yapışan yarım gülümsemeyi sildikten sonra eski öfkeli ifademe büründüm ve kraliçenin odasına yöneldim. Beynimin arka tarafında mini bir harita gibi çalışan farklı iki gözden de etrafı seyretme olanağına erişebiliyordum. Ve gördüğüm kadarıyla da bugün her zamankinden çok daha sıkı korunuyordu sınır kapıları. Normal zamanlara göre çok daha fazla gardiyan dışarıdaydı ve uyanık birkaç moroi de göze batıyordu. Lüzumsuz kalabalık bana buraya ilk sürüklendiğim günü hatırlatmıştı. Koskoca akademinin bütün dampirleri benim üzerimdeydi herhalde. Gerçi o zamanlar şimdi yaptıklarımın zerresini bile yapamadığım düşünürse... Gerçekten çok gereksiz bir zahmete girmişlerdi. "Nasıl yardımcı olabilirim?" diye açtı kapıyı Marcus. Marcus, daimi olarak kraliçenin yanında bulunan gardiyanlardan biriydi. Oldukça bebek yüzlü olmasına rağmen zihin açısından oldukça yaşlıydı diyebilirim. Çok konuşmaz ve genelde etrafta çok gözükmezdi de. Kraliçenin gece bekçisi gibi bir şeyiydi galiba. Ama hem kibar hem de iyi biri olduğunu söyleyebilirdim. En azından çok kısa süreli sohbetlerimiz bana bunu göstermişti. "Kraliçeyle görüşmeliyim."dedim aciliyetimi ses tonumla belli etmeye çalışarak. Ama o bu çabama güldü. Nezaketini koruyarak olsa da yine de güldü sonuçta. "Kraliçe bir görüşme olacağı talimatını vermedi,"dedi o nazik gülümsemesinin altından. "Üzgünüm." "Ama-"diye başladığım cümleyi bir an için yarım bırakmak zorunda kaldım. Beynimin harita işleri için ayırdığım küçük bölümünde bir görüntü yakalamıştım. Jo'nun görüntüsünü. Kuzgunun yüksekten uçtuğu bir alanda görüşüne girmişti. Neredeydi? Kuzgunu hafifçe alçalması için yönlendirdiğimde kütüphane binasını gördüm. Jo kütüphanenin tepesinde ne yapıyordu, sorusu kafamı kurcalasa da açık havada kitap okumadığı kesin bir gerçekti. "Marcus." dedim dikkatimi tekrar olduğum yere çevirerek. "Kütüphane binasında kütüphane olarak kullanımda olmayan başka yerler de var mıdır sence?" Sorumu sanki bilmece soruyor gibi sormuştum. Bir yandan gülüyor bir yandan da gözlerimi dikmiş onun gözlerinin içine bakıyordum. Hipnoz yeteneğim olmayabilirdi belki ama ikna edici bakış konusunda gittikçe kendimi geliştiriyordum. O da afalladı zaten bir süre. Sanırım kendisini beni içeriye alamayacağına dair bir konuşma için hazırlamıştı. Üzülme, diye sırtını sıvazlamak istedim onun. Bu değişken ruh halime ben bile ayak uyduramıyorum. "Şey... Ben... Bilmem." dedi en sonunda. "İyi düşünsen? Eski olabilir, kullanılmayan veya kapatılmış?" Ya da gizli. "Yani, altında eskiden sıklıkla kullanılan bir zindan olması lazım ama kapatılmış zindanlar neredeyse her yapının altında var."dedikten sonra duraksadı. "Yok, hayır. Herhangi değişik bir şey yok." Senin o kullanılmıyor dediğin zindanlar var ya... "Neyse, teşekkür ederim." Ben cevabımı aldım. El sallayarak arkamı dönsem de Marcus'un arkamdan bakakaldığını hissedebiliyordum. Garip konuşma yüzünden olabilirdi ama bir saniye... Ayaklarım hala çıplak mıydı benim? Sanırım evet. Eh, garip bakışların bir başka nedeni de bu olabilirdi elbette. Düşüncelerimden sıyrılmaya çalışırcasına kafamı salladım ve bu sefer yönümü kütüphaneye çevirdim. Enerjimin yavaş yavaş düştüğünün de farkındaydım. Üstün bir performansa sahip olsam da enerjimin normal insan düzeyinin çok da dışında olmadığını unutmasam çok iyi olurdu. Zira bu unutkanlıklarımın sonu bana pahalıya mal oluyordu. Jo'dan öğrendiğim farklı yollar da vardı elbette. Örneğin, enerji aktarımı. İsim olarak havalı gözüküyor olabilir ama havalı olmakla uzaktan yakından alakası bile yoktu. Kendi enerjimin yaklaşık yüzde birini karşılayabilmek için bir canlının bütün enerjisini söndürmem gerekiyordu. Söndürmek derken... İşte, öldürmek. Orta karar diyebileceğimiz bir durum da söz konusu değilmiş. Odaklanıp bağ kurulduğu zaman enerji aktarımı bitene kadar bağ kurduğunuz canlıdan ayrılamıyordunuz. Ne müthiş ama! Ve hayır, hiç denemedim. Sadece Jo'nun bunu nasıl yaptığını onun gözlerinden izledim. Kesinlikle korkunçtu. Kendisi de bunun korkunç olduğunun farkındaydı ama yaparken hiçbir acıma hissetmiyordu. Ha, ama şöyle bir de durum var. Kendisi bir dia olmadığı için enerji alma kısmından faydalanamıyor. Yani, sadece boşu boşuna öldürmüş oluyor. Ve aynı zamanda kendi enerjisinden israf ediyor. Tabii, bu tip bir transfer için aşırı odaklanma gerektirdiğini unutmamak lazım. "Bayan Davies!"diyerek bana doğru gelen iki gardiyanla karşılaştım. Seslenen kişinin ismini hatırlamasam da yanındaki gardiyanı çok iyi tanıyordum. Gardiyan Dannowen. Ondan eskisi kadar ürkmesem de... Yine de onun ben de uyandırdığı duygular gerçekten çok farklıydı. Onu görmek bir an için hayatı kesintiye uğratıyor ve onun üstüne düşünmemi gerektiriyordu. Ve belki de bana olan tavrından pişman olduğu veya benim onu cezalandıracağımı düşündüğü için akademiye ayak uydurduğumdan beri ne benimle doğrudan göz teması kurmuş ne konuşmuş ne de herhangi başka bir iletişimde bulunmuştu. "Buyrun."diyerek yürümeye devam ettim. Ortada bir yerde buluşmamıza az kalmıştı ama onların beni alıkoymasına izin vereceğimi de sanmıyordum. "Bu tarafa geçişler bugünlük yasaklandı bayan Davies." Hadi canım! Umrumda mı? "Benim için geçerli olmadığına eminim." dedim genişçe gülerek. Akademideki neredeyse bütün dampirler ve moroiler neler yapabildiklerimi biliyorlardı çünkü. Her detayıyla olmasa da dampirler kadar çevik moroiler kadar elemet kullanıcısı olduğumu biliyorlardı en azından. Yanıma geldiklerinde Dannowen kolumdan yakaladı. İnandığım her şey üzerine yemin ederim ki, aylardır yapmadığı bu davranış için ya yürek yemiş olması lazımdı ya da gerçekten ölümüne imza attırılan başka bir hipnoz gösterisiydi. Sinirli bir şekilde güldüm. "Gardiyan Dannowen." dedim uyaran bir tonla. Gözlerim kolumu tutan eline kenetlenmişti. Yanındaki gardiyan da şok olmuş bir şekilde ona bakıyordu ama belli ki onu uyaracak kadar cesareti yoktu. Hafifçe öksürerek elini benden çekti ama kapı gibi önümde dikiliyordu. İki metreye yakın boyuyla ciddi anlamda kapı gibi dikiliyordu. "Gerçekten bayan Davies." dedi uzun zaman sonra ilk defa benimle doğrudan konuşarak. "Kütüphanenin oraya geçmemelisiniz. Geçmeyi istediğinizde engelleyemeyiz elbette ama... Oradan uzak durmanız daha iyi." Dannowen'la yanında duran dampirin arasından süzüldüm. "Benim için iyi olanı söyleme gardiyan." dedim sert bir sesle. Başım dimdik bir şekilde kütüphanenin oraya gidiyordum. Beni uzak tutmaya çalıştıkları şeyin ne olduğunun farkındaydım. Uzak tutmaktaki amaçları ister emir almaları ister gerçekten korumaya çalışmaları olsun, ne yaptığımı biliyordum. Bu zamana kadar beni kimse korumamıştı. Bu zamandan sonra da kimsenin beni korumasına ihtiyacım yoktu. Bomboş olan kütüphanenin içine girip merdivenleri aramakla vakit kaybetmemek için dışarıdan dolaşıp doğrudan zindanlara inen kapakları bulmayı hedeflemiştim. Ön kapının ihtişamlı döşemelerine kısa bir süre baktıktan sonra iç çekerek arka tarafa yürüdüm. Adımlarım aceleci değildi ama yine de büyük adımlar attığım için hızlı hareket ediyordum. En azından ben hızlı hareket ettiğimi düşünüyorum. Hızlı ve temkinli. Arka tarafta açık olarak duran kapaklarsa hızlı adımlarımın bir anda durmasına sebep oldu. Kobay farelerinin deneylerinde olur ya hani, koskoca labirentli bir yolun başında peyniri bulunca şaşırıp kalırlar. Veya zor olduğunu düşündüğünüz bir sorunun cevabını hemen bulunca bir yerde yanlış yaptığınızı düşünürsünüz ya... İşte tam anlamıyla öyle bir durum. Beynim olası ihtimalleri sıraya diziyordu. Kapıyı açık unutmuş olabilirler miydi? Hiç sanmıyorum. Kapıdan görevli olanlar gardiyanlar beni durdurmaya çalışan Dannowen ve yanındaki çömez olabilir miydi? Ve birazdan arkama atlayarak beni yere yatırmaya çalışacak olabilirler miydi? Belki... Veya iç kısımda beni bekleyen yine düzinelerce gardiyan olabilir miydi? İşte bu en büyük ihtimal. Hatta Jo'nun da gardiyanlar ordusunun başını çektiğine dair bir düşünce de geçti içimden. Jo'nun küçük bedenini göz önüne alınca bu görüntü bir hayli komik oluyordu; sanki onu tatmin etmek için askercilik oynamak kadar komik hemde. İşin iç tarafı ise Jo'nun üç kişiyle bile koca orduya bedel olabilecek bir kapasiteye sahip olmasından dolayı o kadar da komik değildi. Bu düşünceye gülebilmek için ya birkaç tahtanızın eksik olması ya da canınızın yanmasından keyif almanız gerekiyordu. Veya Batman'ın Joker'i gibi bir kişilik olmalıydınız. Umarım gülmemişimdir. Derin bir nefer alıp aldığım nefesi tutarak açıkta olan kapaklara koştum. Üçüncü fikre o kadar inanmıştım ki bunun gerçekten olmakta olduğuna kanaat getirip hafifçe yan döndüm ve yumruklarımla yüzümü kapatacak şekilde kapağın bulunduğun merdivenlere atıldım. Merdivenlerin bulunduğu kısımda en azından iki üç kişi olacağına ve bu şekilde atlayarak onları yere devirebileceğime o kadar emindim ki... Kendi başıma yere düştüğümü anlamam biraz vakit aldı. İşte bu, bir kahraman nasıl rezil olur başlığı adı altına işlenebilecek çok yegane bir durumdur. "Catherine?" Sesin berraklığıyla içine düştüğüm komik durumu unutup bir sıçrayışta ayağa kalktım. Fakat bir elimde de kafamı ovalıyordum. Merdivenlerden aşağı düştüğüm ve duramadığım için kafamı mermere yapıştırmıştım. Beynimin içindeki sıvıyı yere akıtmadığım için duacıyım desem yeriydi ama eğer bir çizgi filmin içinde olsak kafamdan uzun bir şişlik çıkıp üstümde kuşlar döneceğine bahse girerdim. "Catherine, iyi misin?" diye sordu tekrar Dimitri. Demir parmaklıklara sıkıca yapışmış endişeli gözlerle hareketlerimi takip ediyordu. Gerilen kaslarından parmaklıkları sadece tutmayıp aynı zamanda kırmaya çalıştığının da farkındaydım. Yersiz ve imkansız bir girişimdi ama yine de endişelenmesi hoşuma gitmişti. Hızlı adımlarla bulunduğu yere gidip ellerimi ellerinin üstüne koydum. "Tamam,"diye fısıldadım. "Ben halledeceğim." Parmaklıkları eğebilmek gibi kabiliyetlerim yoktu elbette ama ufak bir toprak kaymasıyla demirleri yerinden çıkartıp hava olaylarıyla da çok çok uzaklara fırlatabilirdim. Ve aslında Dimitri'nin ellerine dokunduğumdan beri de toprağı kımıldatmak için çaba sarf ediyordum. Ne kadar odaklanırsam odaklanayım parmaklıkların hala yerinde olmasıyla kaşlarım çatılmış bir şekilde ellerimi Dimitri'den çektim ve doğrudan parmaklıkları tuttum. Belki de daha fazla odaklanmam gerekiyordu. Bir anda Dimitri'nin omuzlarımı yakalayıp beni sarsmasıyla kendime geldim. "Beni duymuyor musun?"diye bağırıyordu beni sarsarken. Hayır, duymuyordum. Ne zamandır bağırıyordu ki? "Çık dışarı! Şimdi, koş!"diye emretti ama paniğinin sebebini algılayamadım. Neden bağırdığını da anlayamadım. Aklım durmuştu adeta. Gözlerim parmaklıklara sıkı sıkıya yapışmış ellerime takıldı. Titriyordum. Zangırdayan ellerimi kendime çekip bir an beynimin ücra köşelerinde bunun nedenini aradım. Fazla mı enerji harcamıştım? Hayır. Hatta neredeyse hiç harcamamıştım. Bir saniye, ben üşüyordum! Ben üşümezdim ki! Korku dolu gözlerle önce Dimitri'ye sonra odaya baktım. Dimitri hala bana bir şeyler söylüyor gibiydi ama duymuyordum. Kulaklarımda garip bir basınç vardı. Gözlerim etrafı ve renkleri net seçemiyordu. Bayılacak gibi hissetmiyordum ama kendim gibi de hissetmiyordum. Çok... İnsan gibi hissediyordum. Bir iki adım geriledikten sonra dönüp hızla merdivenlere yöneldim. İlk basamakta başımı kaldırmamla beraber Dannowen ve yanında dört gardiyan daha gördüm. Korkmalıymışım gibi hissettim. Fazla değillerdi. Normal şartlar altında karşıma çıkmaya bile cür'et edeceklerini sanmıyordum fakat oradaydılar işte. Buradan dışarı çıkmama izin vermeyecek duruşlarıyla bana bakıyorlardı ve ben ne dışarıdaki havayla onları dışarı itebildim ne içerideki havayla kapıları kapatıp girememeleri için basınç uygulayabildim. Hiçbir element hiçbir canlı bana yardım edemiyordu şu an. Kafamın içi bomboştu. Ben hamle yapmak için beklerken onlar önce davranıp önlerinde Dannowen olmak üzere içeriye girdiler. Şu halleriyle tam bir asker olduklarını söyleyebilirdim. Korktuğumu belli etmemek için hala yerimde dikiliyordum. Bana ne olduğunu bilmiyorlarsa konuşarak bu durumdan yırtabileceğimi sanmıştım ama Dannowen'ın iner inmez koluma yapışmasıyla bunu bildiklerini, hatta ve hatta bu durumumu planladıklarını fark ettim. Dannowen'ın aşırı ifadesizdi, yanında gelen diğer iki gardiyansa oldukça temkinli gözlerle Dannowen'ın arkasında kalmayı tercih ediyorlardı. Tek biriyle bile normal şartlar altında-yani insani şartlarda- mücadele edebilme şansım yoktu. Bir kere, erkek kadın arasındaki fizyolojik dengesizlik onların dağ gibi olması sebebiyle tepeye çıkmışsa da, dampir erkek ve insan bir kadının arasındaki fizyolojik dengesizliğin ne denli büyük bir uçurum olabileceğinden bahsetmek dahi istemiyorum. Yine de... Savaşmadan bırakamazdım. Geri adım atmayı reddettim. Hafifçe duruşumu değiştirip öne bir adım attım. "Ne yaptığınızı sanıyorsunuz?" sorusunu soramadan tek kolumu kavradı Dannowen. Belki de soruyu sordum da öyle yakaladı, emin olamıyorum. Diğer her şey gibi sesleri de kaybetmiştim. Normal hızda yaptığı bu harekete suratına sıkı bir yumruk yapıştırıp kolumu kendime sertçe çekerek cevap verdim fakat sonrası çorap söküğü gibi geldi. Eğer eğitimde olsaydık, şu pozisyondan sonra bir mola isteyip kendimce yaptığım şeyle övünürdüm. Çünkü çıkan ses odada yankılanmıştı. Kemik kırılma sesi gibiydi. Umarım, kırılan benim kemiğim değildir. Tekrar anı yakalayabildiğimde çoktan Dannowen'ın kolları arasında kalmıştım. Bir kolu komple belimi sararken diğer koluyla başımı sıkıştırmıştı. Ne tekme atmam ne de tırmalamam ona etki etmiyordu sanırım. Ha beton ha Dannowen. Tarafların eşitsizliği sebebiyle oldukça kısa süren kavgamız benim Dimitri'nin karşısındaki hücreye tepilmemle sonuçlandı. Sert zemine yüzümün üstüne kapaklanmamla beraber cenin pozisyonu alıp ellerimi yüzüme kapattım ve bir süre anlamsızca -acıdan olsa gerek- sağa sola yuvarlandım. Yüzüme kapattığım ellerim öyle bir hal almıştı ki, bir daha hareket etmemek için yemin etmiş gibi kilitlenmişlerdi. Ve ellerimi tekrar hareket ettirebildiğimde zaman algım kaymıştı. Günlerdir süren bir uykudan yeni uyanmıştım sanki. Panik halinde yattığım yerden sıçrayıp bağırdım. "Dimitri!" Gerçi bağırışımla beraber parmaklıkların önünde bağdaş kurmuş, başını da parmaklıklara yaslamış halde bana bakan kendisiyle göz göze geldim. "Dimitri?"diye küçük bir fısıltı çıktı bu sefer ağzımdan. Neler oldu, dercesine fısıldamıştım ona. Bana cevap vermek yerine gözleriyle köşede oturan iki gardiyanı işaret etti. Gardiyanlar da dizi izliyormuşcasına gözlerini bize dikmişlerdi zaten. Ellerinde bir tek çerezleri ve biraları eksikti. "Sizi..."diye başlayıp büyük bir öfkeyle parmaklıklara sarılsam da Dimitri'nin aşırı kontrollü ve telkin eden sesiyle durdum. "Catherine,"dedi ve ben durup ona dönünce devam etti. "Sakin kalmalısın." Sakin kalmalısın mı? "Sakin kalmak mı?" diye çıkıştım. Şu an içinde bulunamayacağım tek durum varsa o da sakinlikti sanırım. "Bunu nasıl söyleyebilirsin? Onları bunu yaptıklarına pişman-" "Bunu onlar yapmıyor."dedi tok ama benimkini bastıran bir sesle. "Bana meslektaşlarını koruma!" Meslektaş kelimesini kullandığımdan olsa gerek gözlerini abartılı bir biçimde devirdi. "Bunca şeyi oturup dampirler mi tasarladı sence? Catherine, görmüyor olamazsın; yeteneklerin gitti. Seni bu halde tutabilecek Jo'dan başka biri varsa sen söyle." Haklı olduğunu biliyordum ama bir yanım hala reddediyordu. "Buraya gelmeden önce onun yanındaydım..."diye fısıldadım. "Bu imkansız." "Bunu daha önce yaptığını da gördüm. Seni ilk akademiye götürüşümüzde. Onca gardiyanın ormanda toplanma sebebi seni alıkoymak değildi; Jo'yu korumaktı. Senin güçlerini etkisiz hale getirmek için bir nevi karantina yaratabiliyor." dedi ve acı acı güldü. "Sanırım bu durumdan nasıl kurtulacağının dersini vermemiştir sana?" Kafamda çılgın senaryolar dönüyordu. Yeteneklerim, çaresizlik, bir küçük kaçış planı, Jo'yu öldürme isteği ve sonra aniden... Kaçmama olanak sağlamayacak kadar çoktular ve çember şeklinde etrafı kuşatarak geliyorlardı. Belli ki üzerinde epeyce düşünülmüş. "Bana tuzak kurdun."diye fısıldadım. Sesim hayalkırıklığımın aynası gibiydi. O da toprağa mıhladığı bileklerime dikkatle bakarak konuştu. Hafif rus aksanını da katarak hem de. "Mecburdum." Gözlerimin önünde bu sahne belirdi. Beni tuzağa çekmişti. O zaman yeteneklerimi kullanmak için çaba sarf etmemiştim bile ama şimdi... Şimdi her şey çok daha farklıydı. Tuhaf bir burukluk hissettim. Çaresiz olmaktan hoşlanmıyordum. Bu şimdi mi söylenir, diye sinirlenip ellerimi parmaklıkların dışına çıkartıp onu alkışlamaya başladım ama yine beni böldü. "Duygularına hakim olmanı istiyorum, tamam mı?"dedi ve benden bir onay bekledi ama alamayınca tekrar devam etti. "Sabah, yeteneklerini hissedemeyince sanırım şok geçirdin ve-" "Sabah?" Sesim, onu bölebilecek kadar kuvvetli çıkmamıştı aslında. Daha çok kendi kendime sormuştum bu soruyu ve o da bunu duyup olan biteni idrak etmem için cümlesini bitirmemişti. Hesaplamaya çalışıyordum. Eğer sabahtan geçmiş zaman olarak bahsediyorsak gece tüm karanlığıyla üzerimizde demekti. Ve gece olduysa Dimitri'nin gitmesine ne kadar kalmıştı? 5 dakika? 1 saat? Belki az sonra? "Katarina."diye uyardığında boşluğa dalan gözlerim onunkilerle buluştu ardından iki gardiyana gözlerini dikip tane tane konuşmaya başladı. "Seni yarına kadar burada tutacaklar. O yüzden ben gidene kadar sakince oturmanı istiyorum." "Ne istiyorsun? Ne?" Hem bağırıp hem bir yerlere vuruyordum. Ofladı ve tekrar bana döndü. "Yapabileceğin hiçbir şey yok. Bu duvarlar arasında olduğun sürece Jo yeteneklerini kullanmana izin vermeyecek ve ikimiz de biliyoruz ki ben gidene kadar seni buradan çıkartmayacaklar." "Peşine düşeceğim."dedim hem kararlı hem tehditkar bir tonda. Gardiyanlara bakarak söylemiştim. Panik olsunlar istiyordum. Beni öldürmek istemediklerinin farkındaydım ama böyle de yaşatamazlardı. Dimitri haksız olmasa da ben de haksız değildim. Cevap vermedi. Bana laf yetiştirip durumu anlatsa mı daha kötüydü yoksa bu bakışları mı, hiç bilmiyorum ama ne demek istediğini anlıyordum. Peşine düşmek için çok geç olacağını düşünüyordu. Öleceğini düşünüyordu. "Buna izin vermeyeceğim! Duyuyor musun? Vermem." "Bırak artık."dedi benim katlanarak yükselen sesime aldırış etmeden. Ölümü ondan başka bu kadar olağan karşılayabilecek bir canlı daha tanımıyordum. "Asıl sen bırak," dedim işaret parmağımı ona doğru sallayarak. "Bu saçma, vazgeçmiş tavrını bırak. Benim tanıdığım Dimitri-" "Senin tanıdığın Dimitri öldü!" Öyle gür bir sesle bağırdı ki sesi yarı boş zindanın içinde yankılandı ve gardiyanlar bir an için ayağa kalkacak gibi harekete geçtiler. İtiraf etmek gerekirse ben de irkilmiştim. Yine de itiraz etmek istesem de izin vermedi. "Beni tanımıyorsun Catherine. Sen artık burada olmayan, başka bir Dimitri'yi biliyorsun. Ben sandığın kadar cesur değilim, iyi değilim, hele Tanrı, hiç değilim." Söylediklerinden sonra bir süre boş bir gülüşle boşluğa baktı. "Beni tanımıyosun," diye tekrarladı. "Beni sevdiğini sanıyorsun ama aslında kafanda kurduğun o diğer adama aşıksın. Hatta sadece hayransın." Söylediklerinin ne kadar kırıcı olduğunun farkında mıydı bilmiyorum ama içimi ezip geçen sözler sarf ediyordu. Onun için yaptıklarımı, ondan vazgeçemeyişimi nasıl görmezden gelebilirdi? Onu kitaptaki haliyle kabullensem... Ondan ilk haftadan vazgeçmem gerekmez miydi? Ölmek üzere olanlar sevdiklerine değerli olduklarını hissettirerek konuşurlar diye biliyordum oysa ben. "Yanılıyorsun." çıktı ağzımdan sadece ama fazlası yok. Kalp kırıklarım boğazıma dizilmişti. Gardiyanlar üzerimize atlayacak gibi bize bakıyorlardı ve böyle bir konuşma onların önünde hiç yapılmamalıydı. Sonrasında açıklamak zorunda kalabileceğimiz bir konuşmaydı. Beynimde bir ışık yandı. Tek kaşımı kaldırıp ona baktım. Sonrası olmayacağı için böyle konuşuyordu. Onca şeyden sonra "hala burada kalıp, buranın kurallarına uymak" isteyecekmişim gibi. Bana bahane uydurmam için malzeme ve şahitler veriyordu. Söyleyeceğim çok şey vardı ama daha fazla konuşmadık. O pür dikkat gardiyanları izledi, ben de onu. Dimitri'nin bakışlarının koyulaşmasından gitme vaktinin yaklaştığını hissediyordum. Her bir hücremle yanlış hissediyor olmak için yalvarsam da ben onu anlıyordum. Tam da acaba ne kadar vaktimiz kaldı diye düşünürken sayamadığım kadar çok gardiyanın arasında bir "boşluk" gördüm kapıdan giren. Boşluğun Jo olduğunu belirtmeme gerek var mı? Kapı gibi gardiyanların ortasına 1.50'lik bir varlık koyarsanız tabii orası boş dururdu. Ortaya geldiklerinde Dimitri'nin zindanına denk gelecek şekilde V hizasında açıldılar. Onların V şeklinde açılmaları benim görüş alanımı tıkıyordu ve ben de eğilip bir şeyler görmeyi denedim. Tek görebildiğimse Jo'dan başkasına ait olamayacak Fransız usullü eteğin alt dantelleriydi. Ardındansa gıcırdayarak açılan zindan kapısını duydum. "Gitme vakti."diyen çocuksu ama düz ses bütün tüylerimin havaya kalkmasına sebep oldu. En kötü kısmının geldiğini tescilliyordu. Gitme vaktiydi. "Bunun yanına kalacağını mı sanıyorsun?"diye haykırdım yerden kalkıp. Kalmazdı. Kaldırmazdım. Beni burada tutmalarının sebebi eğer öldürmek değilse, benim gazabımdan kurtulamazlardı. Gerçi öldürmek isteseler bu kadar zahmete katlanacaklarını da sanmıyordum. Ama ne cüretle bunları yaptıklarını da aklım almıyordu. Tamam, tek başıma hepsiyle aynı anda savaşamayacak olsam bile 'gerçek savaşta' onlarla işbirliği yapmamı kendileri istemişlerdi. Beni bu yüzden eğitmişlerdi ve bana bu şekilde davranarak herhangi bir şey elde edebileceklerini sanıyorlarsa büyük yanılgı içindeydiler. Hayır, kraliçe bağlılık yeminine güvenerek bu kadar rahat ve özgüvenli davranıyor olabilirdi ama Jo? Sanırım, savaşın sonunda ona yardım etmeyeceğimi söylemiş olmamdan kaynaklıydı onun da bu öfkesi. Sonuçta kimin kazanacağıyla zerre ilgilenmiyordu. Dimitri'nin sürüklenerek yukarı çıkan adımlarını dinledim bir süre. Başkaları tarafından zorla götürülmüyordu. Kendi başına yürüyordu ama 'iç savaşında' karşı koymaya çalıştığı için ayaklarını sürüyordu. İşte benim tanıdığım Dimitri buydu. Pes etmezdi. Gardiyanların bu sefer benim tarafımdan çekilmeleriyle parmaklıklara yaklaşıp bütün dikkatimi Jo'nun olduğu tarafa yönelttim. Kızıl saçlarını yarım toplamış, yine kendine has kıyafetlerinden biriyle karşımda duruyordu işte. Porselen teni her zamankinden daha beyazdı. Birazdan şeffaf olacak kadar beyazdı ve olduğum yerden üflesem yere düşecek bir kağıt gibi görünüyordu. Bana her ne yapıyorsa onu oldukça yorduğu her halinden belliydi. "Sence,"dedi zayıf bir sesle. " Bütün bunları hatırlamana izin verecek miyim?" Ne saçmalıyorsun sen, bakışlarımdan birini yolladım ona. Onun akıl oyunlarına kafa yorabilecek konumda değildim. Felsefe yapmak için hiç doğru bir zaman değildi. Dimitri gitmişti ve nereye gittiğini bile bilmediğim bir durumda ona yetişip onu durdurmam gerekecekti. Acilen buradan çıkmalıydım. "Sana bütün bu aptallığı yaptıran aşk mı? Yoksa gerçekten mi aptalsın?" diye sordu ben cevap vermeyince. "Bu odadaki tek aptal sensin. Eğer buradan çıkıp Dimitri'yi durdurmama izin vermezsen seni temin ederim beni yanında diri tutmak istemezsin." Sesim ölümcüldü. Benim kadar kibar birinden böylesine tehditkar sözler çıkmamalıydı aslında. Ben sevgi ve barış dolu olmalıydım. Ama şartlar... "Keşke güçlerine güvenebileceğin kadar zihnine de güvenebilecek olsaydın."dedi gülerek. Onun bu ortada çok komik bir şey varmış gibi genişçe sırıtan halleri gerçekten hem ürkütücü hem de sinir bozucuydu. İşin korkutan tarafı, gerçekten planı olmadan Jo asla böyle gülmezdi. "Aklında ne var Joanna?" "Biraz düşün. Eminim bu kadarını tahmin edebilirsin."dedi ve arkasını dönüp yürümeye başladı. "Ah, bu arada." diyip durdu ama bana yüzünü dönmedi. "Bir ipucu vereyim. Benimle yaptığın ilk dersi hatırlamak isteyebilirsin." Ardından gitti. Bir gardiyan dışında artık kimse yoktu. Gardiyan kısa, korkak bir bakışı bana fırlattıktan sonra sandalyesine oturdu ve bakışlarını yere dikti. Bense öylece ayakta kalakalmıştım. Jo'nun dedikleri kafamda yankılanırken öfkem yerini endişe ve hüzne bırakıyordu. Karşımdaki boş zindan... Her şey olabilirdi, herkes olabilirdi... Ben olabilirdim. Savaşabilirdim, karşı koyabilir, diplomasi yapabilir, tutsak düşebilir... Ama bu? Sevdiğim birini ölüme göndermek? Ölüme gitmesini izlemek? Onurlu bir ölüm bile değildi! Savaşta ölmüyordu veya istediği bir şey uğrundaki bir ölüm değildi. Gözyaşlarım karşı koyulmaz bir hal aldığında gardiyana sırtımı dönüp duvarın bir köşesine kafamı dayadım. Ağladığımı görmesini istemiyordum. Ses çıkartmamak için dişlerimi dudaklarıma bastırmaktan ağzıma kan tadı gelse de hıçkırmıyordum. Ağlamak için doğru zaman değildi, biliyorum. Ne yapabileceğimi bilseydim keşke! Veya Jo'nun ne yapmak istediğini... Benim onunla ilk dersim ne zamandı ki? Jo ise kapıyı kapatır kapatmaz yan tarafına dönüp kitaplığının önündeki tekli koltuğa oturmuş ve gözlerini üzerine dikmişti. Üzerinde asırlar öncesinden kalma uzun, beyaz gecelik olmasa onun ciddi bakışlarını daha çok dikkate alabilirdim belki. Aklıma gelen ilk görüntü bu olmuştu. Jo'ya ilk gittiğim zaman. "Uyuman gereken şu saatte kapıma geldiğine göre bir şeylere ihtiyacın var?"dedi soru sorar bir sesle. Ama cümlesi soru değil, durumumun açık bir özetiydi. "Hele ki çok sevgili gardiyanını da peşine taktığın düşünülürse..." "Onu peşime ben takmadım."diye karşı çıktım hemen. Akademideki yüksek çoğunluk gibi onun da çift kişilik problemleri vardı ve bu durum benim sorunum olmamalıydı. İstemsizce gülümsedim. Dimitri hiçbir zaman Jo'ya güvenmemişti. Haksız olduğunu da söyleyemezdim. "Tamam."dedim tekrar. Bir an önce bana yardım ettiği kısma gelmek istiyordum. Geceliğini süzdüğümü fark edince daha da hayret etti. "Gerçekten mi? Şimdi mi başlamak istiyorsun?" Kafamı evet anlamında sallayıp kapıya yöneldim. Kaşlarımın olması gerekenden bile daha çatık olduğunu hissedebiliyordum. Ani değişimle ciddi olmama verebileceğim tek özür; körle yatan şaşı kalkar olurdu. Evet, yana yakıla yardım istediğim ilk zaman buydu. Peki o gün ne yapmıştık? Ormana gittiğimizi hatırlıyorum. Bana, doğanın gözlerinden doğayı tanıtmaya çalıştığı gündü. Ondan çok daha hakim olduğum bir konuyu... Bir saniye. O gün ne demişti? "Sadece bana şu, el tutarak akıl okuma şeyini nasıl yaptığını söyle." O da güldü. "Akıl okuma değil bu. Zihnini açma. Başkalarının zihnine girmesine izin veriyorsun. Eğer aranda özel bir bağ varsa yeterince odaklanarak temas olmadan karşındaki kişiye zihnini açabilirsin. Ama özel bir bağ yoksa fiziksel temas gerektirir." Kafamda tarttım. Mantıklı görünüyordu ama "Nasıl yapılıyor?"dedim. Soru kısmını sesli söylemem iyi olmuştu. "Aslında bu çok basit bir şey. Zor olan zihnini korumak. Her neyse." diyip omuz silkti. Bunu söyleyerek beni meraklandıracağını bildiğine adım kadar emindim. "Zihnini boşalt; kendin de dahil hiçbir şey düşünme. Zihninde olduğumu hissettiğinde yaptığın istediğini düşünmeye devam edebilirsin. Ama dikkat et, düşündüğün her şeyin içinde ben de olacağım. Zihnini korumak kelimesi anılarım arasında adeta yankı yaptı. Ve bu düşünceyle daha da gerildim. Gerçekten, Jo'nun yapabileceklerinin sınırı neydi? Ne kadar zihinle oynayabilirdi? Zihnimi ondan korumam gerekirse... Omzumdan çevrilmemle yaşlarla dolmuş gözlerimi kocaman açtım. Düşüncelerimi bölen hadsiz kim? Ve ne oluyor? Korkuyla geriye sürünüp gözlerimi sildim. Karşımda Jo'nun olmasını istemiyordum. En azından şimdi değildi. "Jo-" "Ssss." diyip parmağıyla sus işareti yaptı Joseph. Gelen Joseph'ti. "Seni çıkartacağım." dedi ve ben şaşkın bir biçimde bakmaya devam ettim. Rüya mı görüyordum? "Cathy,"diye dürttü beni. "Seni çıkartacağım ama bana bir söz vermen gerek." "Ne?"diye sordum. İstediği sözü alabilirdi benden. Yeterki bana tek çözüm yolum olan özgürlüğümü versin. "Dimitri'yi kurtar veya kurtarama; buraya geri döneceksin. Tamam mı?" "Bunu neden yapayım!"diye sordum. Böyle bir sözü tutmamı bekleyemezdi. Buraya geri dönersem burada katliyam olurdu, kaos başlardı. Uslu kız modunda buraya geri dönmemi bekleyemezdi. Hele ki Dimitri'yi kurtaramazsam. "Sana yardım etmeye çalışıyorum Cathy. Ama senin de bana etmen gerek. Söz ver." Başka çıkışım yoktu. Ama nedenini bilmeliydim. "Neden sözümü istiyorsun Joseph? Neden buraya geri dönmemi istiyorsun? Ya da madem öyle neden beni serbest bırakıyorsun?" "Çünkü,"dedi elleriyle şakaklarını ovup. "Bir daha bana güvenebilmeni istiyorum. Ama aynı zamanda yaşamak da istiyorum. O yüzden git. Ama geri geleceğine dair söz ver. Bir nevi kutsal sayılırsın, sözünü tutmak zorundasın." Joseph'le olan duygusal bağımı ve ona olan kırgınlıklarımı düşünmek için daha doğru bir vakit olmasını dilerdim. Ve kahretsin ki haklıydı. Eğer söz verirsem, geri dönecektim. Bunu benim için yaptığını görmezden gelemezdim. Gözlerinin içine baktım. "Söz veriyorum, Joseph."
Yıllarca üstüne tartışılan, felsefeler yapılan özgülük neydi? Nasıl elde edilirdi? Ya da başlıca olarak özgürlük, kazanılan/ elde edilen bir şey miydi? Belki de çok küçüklükten beri bunu öğrenmeye çalışıyorduk hepimiz. Çocukken özgürlüğün sınırlarla alakalı olduğunu düşündüm hep; ev sınırları, ülke sınırları, okul kapıları... Bunlar özgürlüğü kısıtlayan şeylerdi. Sonra büyüdüm. Düşüncelerde özgür olmak gibi ütopik bir bakış açısına yöneldim. Ve şimdi bulunduğum yerdeyim. Ne düşünceler ne de sınırlarla tanımlayabiliyorum kendi özgürlüğümü. Dışarıya çıkmıştım. Ormanda bütün gücümle koşuyordum ve beynim belki de olabilecek en iyi şekilde çalışıyordu. Düşüncelerim kendime aitti ama ben yine de Dimitri'yi kurtardıktan sonra akademiye geri döneceğimi biliyordum. Sanırım bilmediğim tek şey Dimitri'yi nasıl kurtaracağımdı. Derin bir of çekip yarım saatlik tempomun ardından duraksadım. Joseph'in beni o hücreden çıkartmasının ardından ufak karıncalanmalarla bütün hislerim geri gelmişlerdi. Görüşüm yine eşsizdi. Her türlü kokuyu alabiliyor ve her canlıyı iliklerime kadar hissedebiliyordum. Beynimin içi yeniden işlemeye başlamış gibiydi. Dimitri'nin kokusunu tekrar alabilmek için durmuştum zaten şimdi de. Belli bir rotada ilerliyordum ama kokusu bu noktada ne kadar yoğunlaşsa da gittiği yönler karışmıştı. Gideceği yer bilmeyen birinin bütün çıkışları denemesi gibi her yol ayrımında onun kokusu vardı. Daha uzun soluklu bir araştırmayla gittiği yönü kesinleştirip tekrar koşmaya başladım. Bu arada gökyüzünün hakimlerinden birkaç görüntü koparmayı umarak zihnimi onlara açmıştım. Gerçi işin şöyle bir tarafı vardı ki, hücreden çıktığımdan beri beynimi olabildiğince çok canlıya karşı açmıştım. Ortak paylaşım alanı olarak kullanıyordum sanki kendimi ama kesinlikle zorlanarak yaptığım bir şey değildi. Beynim adeta rahatlamak istercesine etrafa doğru genişlemişti. Belli bir alandaki bütün canlılar beynimin içindelerdi. Küçük haritalar halinde her birinin neler yaptığını nereye gittiğini gözlemleyebiliyordum ve bu dikkatimin belki de %1'ini bile almıyordu. Ormanın içinde her yerin börtü böcek, yırtıcı hayvan, bitki kaynadığını düşünürsek çok imkansız gibi geliyor kulağa ama yemin ederim, nefes almak kadar doğal. Ve işte! Onu bir atmacanın gözlerinden gördüm. Tam önümdeydi. Belki beş belki on dakikalık bir mesafede... Elimi uzatacak ve tutacaktım birazdan onu. Ama o da koştuğu için bu pek kolay bir iş olmayacaktı. "Dimitri!"diye bağırıp duymasını umut ettim. Beni duymaması imkansızdı. Çok yakındık. Durmadı. "Dimitri, benim!" Tekrar deniyordum. Yine durmadı ve bana zor kullanmaktan başka çare bırakmadı. Her karışında koca koca ağaçların bulunduğu bir ormanda üstüne atlayıp ikimizin de beyin kanaması geçirmemesini umacaktım artık. "Niye durmuyorsun inatçı şey, bir anlasam." diye söylendikten sonra da rüzgardan da yardım alarak üstüne sıçradım. Veya üstüne uçmuş da olabilirim. Planladığım şey tam olarak Dimitri'nin sırtına düşüp onu ve kendimi yerde bulmakken Dimitri'nin refleksleri yüzünden her şey tersine döndü: Daha ben onun üstüne atladığımda kendini korumaya alıp koluyla beni tam tersi yöne itmişti. İtmişti derken... Baya öteki tarafa fırlatmıştı yani. Refleks olarak yaptığının farkındaydım ama benim reflekslerim onunkilere nazaran "fazlasıyla" zayıf olduğu için ne yapacağıma karar verememiş ve karşı taraftaki ağaca bütün vücudumla yapışmıştım. Son anda kendimi yavaşlatmayı akıl etsem de yine de kaburgalarımı ağacın kavuğunda hissetmiştim. Önce güçlü bir "çat" sesiyle yapıştım sonra bir de yer çekimi konunları gereği yere yapıştım. Yere yapışma hızım ağacın gövdesine oranla solda sıfır kalırdı. Yere kapaklandıktan beş saniye sonra Dimitri tam tepemdeydi. "Catherine! Tanrı aşkına- Sen? Ne?" diye saçma sapan şeyler sıraladı. Hatta bir yerden sonra da Rusça konuşmasına döndü. Ve avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Elleriyle alnına düşen saçlarını geriye atıp hayretler içinde başını tutuyordu. Konuşmak istedim ama ağzımdan kısa bir inilti çıktı önce. Vücudumda en fazla çıkık vardır öyle değil mi? Kırık olsa duramazdım(!) Elleriyle nazikçe koltuk altıma girdi ve beni ayağa kaldırıp az önce vurduğum ağaca yasladı. Kahverengi gözleri olabilecek en koyu halini almıştı. Ve yüzünde anlamsız kan izleri vardı. Burnunda ve ağzının yakınındaydılar. Dövüşmüş gibi duruyordu ama dövüşmesini gerektirecek hiçbir şey yoktu bu yolda. "Sana ne oldu?"diye elimi uzattım istemsizce. Yüzünü çekti. Kaşları çatılmıştı. "Nasıl geldin."dedi. Sesi soru sormaktan çok uzaktı. Bunu nasıl yaparsın diye azarlar gibiydi daha çok. "Vazgeçmeyeceğimi söylemiştim." diye cevap verdim ona. Yüzümde zafer gülümsemesi vardı. Ama sanırım onda aynı zafer hissiyatı onda uyanmamıştı. Kaşları neredeyse v şeklinde çatıldı ve kafasını çevirip kısa bir süre az önce gittiği rotasını izledi. Nefes alışverişlerini düzenlemeye çalışıyor gibiydi. Kafasını tekrar bana çevirdiğindeyse yüzü, var olmuş her ifadeden yoksundu. Gözlerimin içine baktı. "Canını yaktığım için üzgünüm. Artık geri dönmelisin." dedi. Bir; dayak nedir? İki; neden atılır? Sorularına birazdan cevap arayacaktım Dimitri'nin üzerinde. "Senin için geldim ve böyle mi teşekkür ediyorsun?" İki adım uzaklaştı. Sanırım tahmin ettiğimden daha tehlikeli bakışlar atıyordum. Hava bile daha sert esmeye başlamıştı. Her an bir yıldırım aracılığıyla beynini kızartabilirmişim gibi bir durum söz konusuydu hatta. Bir şeyler söyleyecek gibi ağzı açıldı ama hemen kendini frenledi ve 'sen iflah olmazsın' edasıyla kafasını sallayarak yoluna geri döndü. Peki ben ne yaptım? Elbette sinirimden kudurup ona güzel bir yer sarsılması sundum. Tek adım daha atarsa çatlakların içine düşeceği bir yer sarsıntısı. Ve ağır adımlarla yanına yürüyüp parmak uçlarıma kalkıp derin derin yüzüne baktım. Gözlerinin içine. Ardındansa... Göğsümün en derin yerinden şiddetli bir tokat koptu. Aklını başına getirir miydi, en ufak bir fikrim yok ama bu tokatı beni bu kadar yorduğu için atmıştım ona. Tokat atmakla ilgili de ayrı bir takıntım var galiba. Özellikle söz konusu erkeklerse. Muhtemelen bir erkeğin canını en az acıtacak olan şey tokattı. Birinin canını yakmak isterseniz yumruk veya tekme atmak hatta kafa atmak çok daha faydalı olabilirdi ama ben; tokat atmanın erkekler üzerinde daha etkili olduğu fikrindeyim. Fiziksel olarak canları daha az acısa da çok daha onur kırıcı bir hareketti tokat atmak. Küçük düşürücüydü, patronun kim olduğunu hatırlatıyordu. "Sana yardım etmek için harcadığım-" "Yardım etmek mi istiyorsun!"diye bağırdı sözümü kesip. Kıpırdamıyordu, yüzü yine kaskatıydı ama gözleri... Ağlamaklı gibiydi. Nedeni tokat değildir, yani herhalde. "Öldür beni! Tam şimdi, yap bunu." Ölü balık gibi suratına bakakaldım. Onu öldürmek mi? Düşünmeme fırsat kalmadan burnundan akan kana gözüm takıldı. Soru sormama gerek kalmadan Dimitri açıklamaya başlamıştı. Bir yandan da elindeki bezi burnuna tıkıyordu. O kadar bıkkın konuşuyordu ki... "Bundan kurtulabilmemin hiçbir yolu yok, Catherine. Sana yemin ederim denedim. Karşı koymayı da denedim. Ama ne zaman caymakla ilgili bir plan geçse kafamdan... Beynim... havaya uçacak gibi oluyor." "Yemin..."diye mırıldandım. O da kafasını salladı. "O yüzden,"diye de devam etti. "Yardım etmek niyetindeysen öldür beni. Yoksa bırak çizdikleri şekilde öleyim." "Ölmene izin vermemek için buradayım Dimitri."dedim. Sesim bell belirsiz titremişti. Nasıl olduğunu bilmediğim için güven veren bir şekilde konuşamıyordum. Gözümün önünde kanlar içindeydi ve durmak yerine her saniye çoğalıyordu. Düşünmek için zamana ihtiyacım vardı. Zamansa sahip olamayacağım tek şeydi. Toprağı tekrar eski haline getirip Dimitri'nin koluna yapıştım. "Ne taraftan?" diye tısladım. Suratıma Çince konuşmuşum gibi bakıyordu. "Ne taraftan dedim."diye tekrarladım. Bu sefer sesim daha gür çıkıyordu. Koluna da sıkı sıkıya yapışmıştım. Beni itmemesi için ayrı bir çaba sarf ediyordum. O kıpırdamayınca rüzgarı aleyhine kullanıp onu ittirmeye başladım. "Bunun ne faydası olacak?"diye sordu bu sefer. Elindeki mendille burnunu bir kere daha sildikten sonra mendili katlayıp indirdi. Kanaması durmuştu. "Senin yanında başka birinin olup olamayacağı konusunda bir hüküm var mı?" "Yok," "Öyleyse yolculuğa beraber devam ediyoruz bir süre."dedim. Aklıma gelen en iyi zaman kazanma tekniği buydu. Dimitri'nin aklına girmenin yollarını düşünüyordum veya onu kendi aklıma sokmanın yollarını... Bir yolunu bulsam bile iki durum da bize fayda sağlayamazdı. Fikrileri görüp gösterebilsem bile onları nasıl değiştireceğimi bilmiyordum. Tan ağarmaya başlamıştı. Eğer birkaç gün sürecek bir yürüyüş yapmayacaksak bir yerden sonra araç kullanmamız gerekecekti. Bir vasıtaya geçiş yapana kadar endişelenmeden sakince düşünmek istiyordum. Acaba düşüncelerini değiştirebilir miydim? Veya başka bir yemini kendime ettirebilir miydim? Ya da... Ne yapabilirdim? Asıl yeminin açıklarını kullanabilirdim. Lisa'nın emri, Dimitri'nin Adrian'ın krallığına dönüt iletmesi. "Her ne yapmayı planlıyorsan... Şimdi uygulasan iyi olur. Yoksa bu intihar girişiminde sen de kurban olacaksın."dedi ağacın birine yaslanıp. "Daha yaklaşmış olamayız ki. Bu ormanı biliyorum Dimitri. Bana oyun oynama. Bu ormana iki krallık sığmaz." Gülümsedi. Hatta gülümsemek bile değil adeta kıkırdadı. Ağacın kenarına oturup ellerinde kalan kan izlerini toprakla silmeye başladı. "Dağın ardındaki şelaleyi biliyor musun peki?" diye sordu büyük bir dikkatle elini incelerken. Elbette biliyordum. Evet anlamında kafamı salladım. "Peki şelalenin arka tarafının nereye çıktığını biliyor musun?" İşte bu soru beni hazırlıksız yakalamıştı. "Şelalenin arka tarafı?"diye kekeledim. "Bilirsin... Dikine inen suyun arkası... Orası bir geçit Catherine. Bir çeşit kapı. Ve orayı geçtikten sonra... Bir daha çıkabileceğimizi sanmıyorum. O yüzden; bir planın varsa hemen uygulamalısın."dedi ve gözlerimin içine baktı. Umutla baktığına yemin edebilirim. Sanki bir ilaçmışım gibi... Veya çöldeki o bir yudum suymuşum gibi baktı gözlerime. Şelalenin arka tarafı muhabbeti işimi zorlaştıracağa benziyordu ama yine de elimdekinin en iyisi buydu. Derin bir nefes alıp "Şimdi,"dedim. Tam bir konuşmacı gibi davranmaya çalışıyordum. Kendi planımı daha henüz bitirmediğimi hissetmemeye çalışıp hem de bu bitmemiş planımın kesinlikle işe yarayacağına ikna etmem gerekiyordu. İKİMİZİ DE. "Lisa sana emir verirken tek olman gerektiğini şart koştu mu?" "Hayır," "Mesajı iletip geri gelmende bir sakınca var mı peki?" "Her ne düşünüyorsan işe yarama-" "Var mı yok mu?"diye böldüm. İşe yaramayacak bıdı bıdısını dinlemek istemiyordum. Nasıl büyük bir halt yemek üzere olduğumun farkındaydım. Hayatımız pahasına kumar oynayacaktım. "Yok."dedi isteksizce. Gülümsedim. İçeriye Dimitri'yle girebilirdim ve eğer onu korumayı da başarabilirsem sapasağlim akademiye dönerdik. Oradaki sorunlarla da o zaman ilgilenebilirdim. Artık Lisa da ona yeminli olmadığımı anlayacağına göre gönül rahatlığıyla onu da tehdit ederek Dimitri'nin üstündeki yemini kaldırmalarını isteyebilirdim. Gerçi arkada bıraktığım öfkeli bir de Jo faktörü vardı ve asıl endişelenmem gereken şeyin Jo olduğunu söylüyordu. Ben dönene kadar kendini toparlayıp eskisinden de güçlü olmak için ne gerekiyorsa yapacaktı. Keşke kardeşini de oradan çıkartabilseydim...Belki de böylece bütün öfkesi dinerdi. Kavgaya, entrikaya hiç gerek kalmazdı. Tek ihtiyacım olan... Bir tanıdık yüz! Aman Allah'ım. Bulmuştum! Muhtemelen ölüyor olsam seçeceğim bir seçenek değildi ama Dimitri'nin ölecek olması söz konusu olunca... Dimitri'nin önüne çöktüm. Yüzünü avuçlarım arasına aldım. "Rose'a güvenebilir misin?"diye sordum. Ağzımdan çıkanı kulağım duyuyordu ama kalbim, kulağımın sağır olmasını diledi. Dimitri'nin yüz ifadelerini sırayla saymak gerekirse: önce 'ha?!' tepkisi oldu, sonra bir 'ne!' ve 'ne?' ifadesinden sonra kafasından bir düşünceyi atmak ister gibi başını salladı. "Ben,"dedi bir an yutkunup. "Bilmiyorum." Başka bir soru. "Rose, Adrian'la beraber değil mi?"diye sordum. Bu hem özelden de merak ettiğim de gerçekten tam da şu an işimize yarayacak bir bilgiydi. Kaşları çatıldı. "Evet,"çıktı ağzından belli belirsiz. Haklısın, diye geçirdim içimden. Rose ve Adrian hakkında konuşmak beni de huzursuz ediyordu. Özellikle senin Rose için olan hislerini bilince çok daha huzursuz ediciydi. Yine de... Devam etmeliydim. "Yani, eğer mesajı Rose'a iletirsek... Adrian'a ulaşmış olur?" Hayretle açılan gözlerinden heyecanını okuyabiliyordum. "Evet."dedi. "Güvercinle falan yollasak olmaz mı?"diye dalga geçip gülümsemeye çalıştım. Dimitri'yi kurtaracak olan bendim, yani teoride bendim ama asıl kahraman Rose olacaktı. Onun sayesinde kurtulduğunu düşünecekti. Eliyle saçlarımdan bir tutam aldı ve yavaşça okşadıktan sonra çenemi tutup doğrudan kendisine bakmaya zorladı. "Yapmak zorunda olduğun hiçbir şey yok Katarina. Sana söylediğim/yaptığım onca şeyden sonra bunun senin için ne demek olduğunu anlayabiliyorum."dedi her bir kelimesinin altına basarak. Gözlerimin dolacağını hissettiğim için başımı elinden kurtardım ve şelalelin olduğu tarafa çevirdim. Yapmak zorunda olduğum bir şey yok muydu? Sevgiyi gerçekten çok yanlış anlatıyorlardı herhalde bunlara. Sevgi, onun Rose'a geri döneceğini bilsem bile kurtarmak için buna razı olmaktı. Önemli olan oydu. Yıllarca böyle sevmiştim zaten onu. "Ölmene izin vermeyeceğim,"dedim kararlı bir sesle ve ayağa kalkıp ona elimi uzattım. "Umarım Rose da izin vermez."diye mırıldanıp şelalenin olduğu tarafa koşmaya başladım. Dimitri de peşimden geliyordu. Aramızdaki o kavga etmeden oluşan gerilimi hissetmiştim. Şu an ne yapacağımı çok merak ettiğine adım gibi emindim ama beni incitmemek için soru sormaktan kaçınıyordu. Bense etrafta kuzgun arayışı içindeydim. Güvercin fikrimi oldukça yaratıcı bulmuştum. Evet, elçinin mesajını bizzat iletmesi gerekirdi ama yer belirlemek için karşı tarafa kuş yollanmaz diye bir kural yoktu. Neyse ki böyle saçma fantezileri düşünmüyorlardı. Kuzgun seçmemin sebebi ise manidardı. Bir anda Dimitri'nin kolumdan çekmesi ile duraksadım. "Öylece şelaleden içeri giremezsin."dedi kötü kötü bakarak. "Güçlü olduğunu biliyorum ama orası çok iyi büyülerle korunuyor. Geçitten geçer geçmez gardiyanlar bizi bekliyor olacak zaten. Girip Rose'u görüp çıkamazsın!" İçinde biriktirdiği şimdi patlamıştı işte tıpkı bir volkan gibi. Gülümsedim. Ki bu gülümsenin çok sinir bozucu olduğuna çok emindim. "İçeri girmeyeceğiz."dedim. Ve kuzguna yanımıza inmesini talimat verdim. Zaten yakınımızda olan kuzgun yavaşça süzülerek omzuma kondu ve önce bana sonra Dimitri'ye baktı. "Seni güvercinimizle tanıştırayım." Dimitri de gülerek kafasını salladı. "Elçilerin mesajlarını kendileri-"derken işaret parmağımla dudaklarına dokundum. "Ama buluşma yerini güvercin yardımıyla seçip seçemeyeceğini söyleyen bir kural yok?" Kafasında tarttı bir süre. "Sen..."diyip sustu. Sanırım zekama uygun iltifatı seçememişti. "Kalem kağıdımız olmadığına göre..."diye mırıldanıp izin istemeden Dimitri'nin gömleğinden bir parça kopardım eline tutuşturdum. Sonra kuzgundan bir tüy parçası rica ettim. Mürekkebimiz de olmadığına yapabileceğimin en iyisi çamurdu. Tüyü çamura hafifçe batırdıktan sonra bez parçasıyla beraber Dimitri'ye uzattım. "Durumu hem çok iyi özetle hem kısa olsun."diye uyardım. Bez fazla büyük olmamalıydı, çamur dağılmaya müsait bir yapıdaydı ve imkanları değiştiremediğimize göre de... Kısa ve öz olmalıydı. Bir süre suratıma bakarak düşündü. Bir an hiçbir şey yazamayacağını düşündüm. Tam "Ben yazayım." demek için elimi uzattığımda hızlıca bir şeyler karaladı. Bez parçasını bana uzattığında ne yazdığını okudum. "Her zaman beni koruyacağına söz vermiştin. Sana ihtiyacım var. Gecenin karanlığında, geçitte. -D.B." Çok romantik değil miydi? Yer ve zaman belirtmişti, neden gelmesi gerektiğini can evinden vuracak şekilde söylemişti, durumu da en kısa şekilde anlatmıştı. Ve tüm bunları yaparken müthiş bir şairanelik barındırmıştı içinde. İçimdeki bütün kadınlık hormonları bu bez parçasını yırtıp atmamı veya kuzgunu asla o geçitten geçirmememi söylese de... Ben lanet olasıca doğruluk ve ahlakın kutsallık bulmuş haliydim. Tam cennetlik olduğum düşünürse bu iyi bir şeydi ama ne kadar güç ve kudrete sahip olursa olsun insan bazen cehennemlik olmayı bizzat kendi istiyordu. Bezi kurutup yavaşça katladıktan sonra kuzgunun bacağına bağladım. Şimdi asıl soru; Rose'un gerçekten geçite gelip gelmeyeceği idi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Vampir Akademisi
FanfictionArkadaşlar, eski hesabıma giriş yapamadığım için, buradan devam ettiğim bir çalışmadır. 1-2.bölümler eski hesabım (kitapseversarisin)daki ilk 20bölüme kadar birebir aynı ki böylelikle kurguya doğru ve anlaşılır bir bağlamda devam etmiş olabileyim...