OZET 2

22 1 0
                                    

Haykırış? Normal bir insan için belki doğru kelime olabilirdi. Benim içinse bir haykırıştan çok daha ötesi olduğuna yemin edebilirdim. Yeri göğü inletmek içinde bulunduğum duruma daha yakın bir tabirdi.  Kaybetmenin acısı çok büyüktü. Sadece anılar bile insan zihnine, ruhuna kalıcı hasarlar verebiliyorken; ölenin yerine kendini koyabilmek... Hatta ölüyorken onun zihninde olmak inanılmaz yıkıcıydı. Ölen bir insan olmasa bile! Önemli olan ne olduğu değildi zaten. Hisleriydi; ölüm korkusu.  Tıpkı onun ölü beynine kazındığı gibi benim de beynime kazınmıştı gümüş kazıklı hırçın gardiyanın görüntüsü. Kızıl saçlarının karanlıkla kahverengimsi görüntüsü, aşağılayıcı ve iğrenmiş bakışlarla dolu alev alev yanan yeşil gözleri... Ve unutulmaz darbesi... Vücudunu ustalıkla kullanmayı öğrenmişti belli ki. Ama unuttuğu şey, O HAVALI MANEVRALARI STRİGOİLERE UYGULAYACAKSIN GERİZEKALI! Evet, unuttuğu şey tam olarak da karşısındakinin bir strigoi olmadığıydı.  Biri kolumu sarsınca etrafımdaki yüzleri incelemeye başladım. Çok fazla yüz vardı ve seçmekte oldukça zorlanıyordum. Bir süre sonra fark ettim ki sebebi hem yüzümü yıkayan gözyaşları hem de buna eşlik eden yağmurdu. Elimin tersiyle gözlerimi ovalayınca yüzler netleşti. Beni sarsan kişi, kolumdan kavrayıp akademiye sürükleyen sarışın gardiyandı. Çevremizde toplanan sürüsüne bereket insandan ziyade ilk onu seçebilmemse tamamen onun yüzünün yüzüme beş santim mesafe olmasıydı. Rahatsız edici bir yakınlıktı ve bana kaçmama müsaade edecek tek bir yer bile bırakmamıştı. İri elleri omuzlarımı kavramış beni sarsıyordu ve tam da bu yakınlıktan bana avazı çıktığı kadar bağırıyordu.  "Yeter diyorum sana! Yeter!" diyordu.  Kaç bininci yeter diyişi olduğu hakkında bir fikrim yoktu ama belli ki bana ulaşabilmek için çok çaba sarf etmişti. Yüzünün mora dönen bir kırmızılıkta olmasından bunu anlıyordum en azından.  "Bence sürüklemekten vazgeçip taşımalıyız." dedi biri. Ardından bıkkın bir sesle devam etti. "Kalkacak gibi durmuyor. Kalksa da yürüyebilecek gibi durmuyor."  Sesin sahibini görmek için yüzümü o tarafa çevirme ihtiyacı hissetmedim. Son cümlesindeki Rus aksanı bana kim olduğunu hemen söylemişti zaten. Bu kadar gaddar olmasına anlam veremiyordum. Ama bununla kafa yormak yerine kendi halime baktım. Yere çökmüş ayaklarıma aşırı kalın köklerin dolanmasını sağlamıştım. Çöktüğüm yere mıhlanmış gibiydim. Yağmur da büyük bir ihtimalle benim eserimdi. Ben kendime geldikçe yağmur hafifliyor ve daha doğal bir hal alıyordu. Rüzgârın uğultusuyla etrafımdakileri fark etmeye başlamamla çoktan kesilmişti.  Bütün bunların benden alıp götürdüğü enerjiyse paha biçilemez derecede çoktu. Adam omuzlarımı bıraktığında yere kapaklandım. Yapmayı istemeyerek yaptığım kontrol işini bıraktım ve kökler yavaşça benden ayrılmaya başladı. Ayrılırken ayağımda karıncalanmalar hissettim. Kendimi bu hale nasıl getirdiğimi henüz çözememiştim.  Beni sarışın gardiyanın kucaklamasını bekliyordum ama beklediğim gibi olmadı. Beni belimden kavrayıp küçük bir çuvalmışım gibi omzuna fırlatan Dimitri'ydi. Küçük bir çuval hatta çok iyimser bir yaklaşım olmuştu. Bok çuvalı gibi atmıştı.  O adım attıkça benim iç organlarım yer değiştiriyordu. Yağmur artık tamamen durmuş olsa da yerin çamur olması Dimitri'nin yürümesini kolaylaştırmadığı gibi benim sarsılan vücudumun işini de kolaylaştırmıyordu.  Akademi kapısından geçmek üzerimde çok yoğun bir enerji akımı yaratmıştı.  Akademi sınırları içinde olanın verdiği büyük rahatlıktan olsa gerek koca çember tek tek dağılmış ve geriye Dimitri'yle beraber dört kişi kalmıştı.  Daha önce hiç konuşmamış biri söze girdi.  "Kraliçe'ye siz mi haber vereceksiniz, gardiyan Belikov?" dedi. Çocuğun Sesindeki aşırı resmiyet ve titreklik Dimitri'nin onda ne kadar korkunç bir izlenim yarattığını gösteriyordu zaten.  Sarışın olan hafifçe güldü ama benden başka kimsenin anladığını da sanmıyorum. Bu kısacık duraksamanın ardından sarışın beni Dimitri'nin omzundan aldı ve kollarımı kafamın arkasına birleştirerek sanki az sonra idam edilecekmişim gibi yer diz çöktürdü.  "İdare edebilecek misiniz?" diye sordu Dimitri bana dik dik bakarak.  Sarışın hafifçe küfretti ama homurdanma şeklinde bir küfürdü. Kollarıma biraz daha asılarak "Tabii." cevabını verdi.  Gözlerimi kapatıp etraflıca düşünmeye çalıştım. İhtimaller neydi? İhtimaller... Beni bu noktaya getiren şeydi ihtimaller. Şu an hiçbir iyi ihtimal görememekse canımı yakıyordu. Kaçmak bir ihtimaldi veya burada kalıp olabilecek en kötü şeyi beklemek bir ihtimaldi. Ama ikisi de iyi bir nitelik taşımıyordu. Kaçsam ne olacaktı ki? Benim akademi yakınında seve seve dolaşmamı, saklanmamı sağlayan şey; aşk değil miydi? Aşık olduğumu sandığım kişinin aslında olduğunu düşündüğümden çok daha farklı biri çıkması amaçsızlaştırmıştı beni. Kaçıp yapabileceğim daha iyi bir şey bilmiyordum. Daha da önemlisi başka bir şey yapmak da istemiyordum. Burada kalırsam da en fazla ölürdüm. Değil mi? Ben galiba, bu kadar hayal ve umuttan sonra vazgeçmiştim.  "İçeri getirin." diye seslenen Dimitri'yle herkes ayaklandı ve "Bay Ben Kibarlık Bilmem" beni yine sürükleyerek içeri soktu.  Yoğun moroi kokusu alıyordum; çiçeğimsi, vanilyamsı çeşitli parfüm kokularıyla beraber. Gözlerimi açıp etrafı incelemek istesem de ikna yeteneği olan vampirler arasında gözlerimi meydana çıkartmak istemiyordum. Olumlu olup olmayacakları hakkında bir fikrim yoktu ama denemeye de gerek yoktu.  Gürültülü bir kapı kapanış sesi ve dibime gelen moroi kokularıyla kraliçenin huzurunda olduğumu düşündüm.  "Ona bu kadar kaba davranmamalıydınız!" diye gardiyanları azarlayarak bana yaklaşan vanilya kokulu moroiydi büyük ihtimalle kraliçe olan. Vasalissa mıydı acaba? Rose da burada mıydı mesela?  Keşke gözlerimi açabilseydim. Her şey daha net olurdu.  Vasalissa olduğunu tahmin ettiğim moroi nazikçe elini yanağıma uzattı ve yere kapaklandığımda oluşan kurumuş çamur izlerinde parmaklarını dolaştırdı.  "İyi misin küçüğüm?" diye sordu şefkatle. Gerçekten Vasalissa'ya yaraşır bir nezaket içindeydi.  Eğer biraz daha iyi duygularla buraya getirilmiş olsam içimde bu nazik soruya cevap verme isteği olabilirdi. Ama şu an canım hiçbir şey istemiyordu. Hiçbir şey!  Ah, bir saniye... Nedeni belki de gerçekten masum ve gerçekten değer veren bir ayıyı öldürmelerine tanık olduğumdandır(!)  "Bu şekilde getirmek zorunda kaldık." diyerek söze başladı Dimitri.  "Evet, dinliyorum." dedi kraliçe yanımdan kalkıp Dimitri'nin olduğu tarafa yönelerek. O hareket ettikçe burnuma vanilya kokuları doluyordu.  "Onu yakaladığımızda gayet sakindi ve sakince getirecektik ama sonra birden... Çıldırdı." diyerek duygu değişimimi özetlemiş bulundu Dimitri.  "Çıldırdı?" diye küstahça soru sorarak öne çıkan bir başka gardiyan oldu. Bayan bir gardiyan. Belki de şanslı Rose buydu.  "Doğayla ilgili anlattıkları gerçekmiş. Büyük bir oranda da kontrol edebiliyor. Kendini toprağa kilitledi."  Anlattıkları gerçekmiş.  Bu, aldatılmışlık hissinin doruğunu yaşamaktı.  "Öyleyse simyacıların aradığı kayıp kızımızı sonunda bulduk." dedi kraliçe ellerini birleştirerek. Yüzüne bir gülümsemenin yerleştiğini neredeyse görmüştüm.  Şok olmuşluk ifadesini gözlerime de vermek amaçlı gözlerimi açmak vardı şimdi. Ama tonlamayla yetinmem gerekecekti.  "Kayıp kız mı?" diye inledim yorgun argın. "Kızınız mı?" diye düzelttim sonra kendimi.  "Ayıkmış!" diye koşarak yanıma geldiler hem kraliçe hem diğer dampir kız.  "Neden gözlerini açmıyor? Kör mü?" diye sordu dampir. Sorusundaki üçüncü tekil şahıs ekine dikkat edersek de belli ki bana sormuyordu.  "Vampir Akademisi hayranı desem?" dedi Dimitri neredeyse kahkaha atarak.  Bir anda odadaki herkes gülmeye başlamıştı. Bu kadar komik olan da neydi? Hayatlarına gıpta etmiş olmak benim problemimdi. Alay konusu etmeleri gereksizdi.  "İkna kullanmayacağım. Lütfen gözlerini açar mısın?" diye sordu kraliçe bu sefer eliyle çenemi kavramış ve kendi yüzüne bakabilmem için kaldırmıştı.  "Lütfen elini yüzümden çeker misin?"  Ses tonum o kadar ruhsuzdu ki bir an için kimden çıktı bu soru diye düşündüm. Beynim benim sesim olduğunu teyit ettiğinde içimde ne korku ne de başka bir şey hissetmiştim. Galiba gerçekten öyle hissettiğim için sesim ruhsuzdu.  Ortamdaki artan gerilimi hissedebiliyorum. Hepsi x-man filmlerindeki gibi gözümü açınca lazerlerin falan çıkacağını düşünmeye başlamış olmalıydı. Kalp atışları hızlanmış, nefes alışverişleri değişmişti. Sinirli ve tedirgin nefes alışverişler...  Sadece... Kraliçenin yüzündeki şok dalgasını görmek için gözlerimi açmak istedim ama. Gerçekten, bunu çok istedim.  "Bak," dedi kraliçe nefesini yüzüme üfleyerek. "Bunu zor yolla da yapabiliriz."  Adeta bir ayıymışım gibi genzimden bir homurtu çıktı ve kahkahalarla gülmeye başladım. Vücudumun her hücresi bağımsızlığını ilan etmiş benden ayrı hareket ediyordu. Tam bir kaos hali!  "Bu kadar komik olan ne?" diye sordu kadın olan dampir.  "SİZSİNİZ." diye bağırdım ona dönüp. Benim ona bağırışımla bir adım geri çekildi. Onu sıçratmıştım. Bunu düşündükçe daha çok kahkaha atmaya başladım. Ve beni ne zaman susturacaklar diye merak ediyordum ama kimse beni susturmak için daha fazla çabalamadı.  Ne sözlü ne de fiziksel olarak. Beni bıraktılar ve ben dakikalarca güldüm.  Yüz ve karın kaslarım ağrımaya başlayıp gözümden yaşlar boşalınca beynim yavaş yavaş kendini hissettirmeye başladı. Büyük bir ağrıyla hem de. Sanki saatlerdir kendini fark ettirmek için çabalamış da anca anca sesini duyurabilmiş gibi.  Temel komutları veriyordu beynim: güçlü dur, kendine gel, zırlamayı kes ve en önemlisi çözüm bul.  Yüzüme amaçsızca sarkan ellerimle yüzümü haşince sildim ve boğazımı temizledim. Özür dilemeli miydim? Ya da soru sormalı mıydım? Kimse konuşacak mıydı?  Kimse konuşmayınca kendi kendimi gözlerimi açmak konusunda ikna etmeye çalışıyordum. Sonuçta beni öldürecek olsalar çoktan yaparlardı, değil mi? Hafızamın silinmesi benim için ölümden kötü bir seçenek olsa da enerjimi az da olsa toplamış hissediyordum ve bu da çaresiz değilim demekti.  Sımsıkı yumduğum gözlerimi ani bir hareket olmasından çekinerek de olsa açtım. Gözlerimde kalan ıslaklık rahatsız ediciydi ve insanları tam görmeme engel oluyordu. Yaşlar tamamen gitsin diye de birkaç kez kapatıp açtıktan sonra etraf tamamen aydınlanmıştı.  Etraf dediğim; odadaki kişilerin ayaklarıydı. Parke zeminde birbirinden havalı bir erkek iki kadın ayakkabısı. Kaba, postal tarzı kadın ayakkabısı dampir kadına aitti. İncecik topuklu bir ayakkabıysa böylece kraliçeye ait olmuş bulundu. Onun ayaklarına sabitleyip ne diyeceğimi düşündüm. Ya da ne demeyeceğimi.  "Ufak bir kriz geçirdin." diye mırıldandı kraliçe bana eğilirken. Geriliyordum ama yapabileceğim bir şey yoktu. Artık bu gerçekle yüzleşmek zorundaydım. Sonsuzluk gibi uzun süresi olan vampirlerle zaman yarışına giremezdim.  Uzun, bukleli sarı saçları daha çömeldiğinde görüş alanıma girmişti. Yüzünü gördüğümdeyse ikna etmesine bile gerek kalmadan ona odaklanmıştım. Tavşanın karanlıkta ara farı görünce kitlenen gözleri gibi ona bakıyordum. Herhangi bir şey yapmadığının da farkındaydım ama o kadar güzeldi ki!  Porselen beyazlığındaki teni, ışıl ışıl sarı saçları, koyu yeşil iri gözleri ve vişne kadar koyu bir kırmızı rujla taçlandırılmış ihtişamlı dudakları... Bir kişinin bu kadar güzel bir yüze sahip olması diğer herkese haksızlıktı.  "Özür dilerim," diye mırıldandım çok kısık bir sesle. "Siz... Vasilisa mısınız?"  Sesim eski tonlamasını ve gücünü kaybetmişti.  "Benim," dedi ve hıza ayağa kalkıp arkamdaki gardiyana yaklaştı.  "Onu bırakmanı istiyorum, gardiyan Dannowen. "  "Ama..." diye başlayan itirazı anında elini kaldırarak durdurdu ve ben serbest kaldım.  Kendimi adamın ellerine o kadar teslim etmiştim ki o beni bırakınca neredeyse yere kapaklanıyordum. Üstümü başımı silkeleyip doğruldum. Ayağa kalkıp kalkmamam sorun olur mu olmaz mı diye etrafa bakıyordum. Bir yandan da yüzümü temizlemeye çalışıyordum haliyle.  Gardiyan Dannowen denen insaniyetsiz varlık beni omzumdan yakalayıp ayağa dikince de herkesin ayağa kalkmam için beklediğini anladım. En çok da kraliçenin.  Gülümseyerek – içtenlikle hem de- bir adım atıp başıyla selam verdi.  "Ben kraliçe Vasilisa Sabina Rhea Dragomir."  Baştan aşağı asalet kaynağıydı. Dik duruşu, bakışı hatta nazikçe ismini söyleyişi bile. Kitapta onu her zaman ikinci plan olarak düşünmüştüm. Yanılmışım. İkinci plana atılamayacak kadar asildi.  Reverans yaptım. Kendini kaybetmiş davranışlarımdan sonra bir şekilde de olsa aslında iyi biri olduğumu göstermeliydim.  "Catherine Davies," dedim ve durdum. Sonuna ne demek gerektiğine karar verememiştim. Majesteleri? Belki kraliçem? Ama benim kraliçem değildi. Ben buraya ait değildim ve yalaka gibi davranmış olmak istememiştim. Galiba bu kadarla sınırlı kalacaktı.  "Lütfen, otur. Seninle konuşmak istiyorum." dedi bana masasının tam karşısındaki koltuğu işaret ederek.  Dediğini yapıp oturdum ve ilk defa o zaman diğer insanları da incelemeye başladım.  İlk gördüğüm bana kazık atan, aşık olduğum adamdı. Burada olmamın sebebi... Hafifçe onu süzdüm. Sert, soğukkanlı ve tetikte... Onun hakkında ne hissetmem gerektiğini keşke bilebilseydim. Duruşu bile bende farklı etkiler uyandırıyorken unutamayacağım şeyler yapmış oluşu... Çok zor bir çelişkiydi.  Başımı öteki tarafa çevirip kadın dampirin yüzüne odaklandım. Bakışlarımı kaçırmak gibi bir niyetim yoktu. O süzdüğümü bilmesini ve hatta rahatsız olmasını istiyordum. Kadını kitaptaki Rose Hathaway karakteriyle uyuşturmak için çok büyük çabalar sarf etsem de olmuyordu. Kitaptaki Rose, Dimitri'den küçüktü. Aslında geri kalan her şeyiyle (kahverengi gözleri ve saçları, kısa boyu, buğday teni vs.) Rose olmaya adaydı. Ama yaşı? Bu kadın çekici bir duruşa sahip olsa da Dimitri'den bir hayli büyük duruyordu.  Sarışın adam, gardiyan Dannowen denen adam, kadın dampirin yanına gelince bakışlarımı Lisa'ya çevirdim. Dannowen'dan hoşlanmıyordum. O adama bakmaya kalkacak olsam sanki beni yine tutup sürükleyecekmiş gibi geliyordu.  "Ne konuşacağız?" diye geveledim ağzımda ama eminim herkes duymuştu.  Lisa soruma cevap vermek yerine önündeki birkaç dosyayı kurcalıyordu. Sabırsızlıkla elindeki dosyalara baktım. Masasının harikulade simetrik yapısına fazlalık olan şeylerdi. Zaten Lisa'da böyle düşünüyor olacak ki masasına koymayıp elinde tutarak masaya birkaç santim uzakta kalmasını sağlıyordu.  Sonunda bana döndüğünde dosyaları masasının bir köşesine fırlattı.  "Çok... Karmaşık bir durumun içindeyiz." diyerek söze başladım ama sanki hangi kelimeleri kullanması gerektiğini bilmiyormuş gibi bu cümleyi kurabilmek için uzun soluklar almıştı.  "Ne gibi?"  Gözlerini gözlerime dikti ve bir an için ikna kullanacağını sandım. İrileşen gözleri bana psikolojik baskı yapıyor gibiydi ve hemen gözlerimi çevirdim.  "Senin durumun gibi." dedi biraz daha bekledikten sonra.  "Benim durumum?" diye merakla döndüm. Sesim istediğimden daha yüksek veya daha heyecanlı çıkmış bile olabilirdi.  Acaba beni akademiye kabul edecek olabilirler miydi? Hani "Seni akademiye kabul edeceğiz ama bazı şartlarımız var."tarzı bir şeyler?  Lisa uzunca bir süre sanki kaçırdığım şeyler varmış da anlamam gerekiyormuş gibi bana baktı. Biraz daha buna devam ederse "Akademiye mi giriyorum yoksa!" diye çığlık atacaktım.  Akademiye girmek, hayal üstü bir durum!  "Catherine," dedi acı bir sesle Lisa. Adımı söyleyişinde bile bir çaresizlik vardı. "Suçlu görünüyorsun."  Bam! Koca bir yumruk. Suçlu mu?  "Efendim?" dedim milyonlarca kez gözümü açıp kapatarak. Yanlış anlamış olmak için çırpınıyordum.  "Sadece bizim tarafımızdan da değil. Bir yıldır, hem simyacılar hem gardiyanlar tarafından aranıyorsun."  Simyacılar bizim tarafın yani daha insan olan tarafın doğaüstü işlerle ilgilenen ve doğaüstü şeylerin insanlar tarafından öğrenilmemesini sağlayan dengeleyici kısımdı.  Şimdi, asıl soru şu; kim beni nerden bilsin? Neden arasın? Ne yaptım da suçu oldum?  Mantıklı değildi. Ve yanlış anlaşılma olduğuna emindim. Güçlerimi kendini ilk kez bir sene önce fark ettirmişti zaten ve o zamandan beri işlediğim tek suç Jessie halamı terk edip burayı bulmamdı. Hiçbir şey yapmamıştım.  Hafifçe tebessüm ettim.  "Yanlış anlaşılma olduğuna eminim. Ne suçum varmış ki?"  Lisa bir süre düşünür gibi oldu. Yaptığı her hareket oldukça yavaş ve sancılı bir süreçti. Parlak sarı saçlarında ellerini dolaştırıp bir şeyler hesaplayarak bulunduğumuz mekâna zihinsel olarak geri döndü.  "Simyacılar, güçlerini haberdar etmeyip bunları kendine münhasır kullanmandan dolayı seni suçlu buluyor. Uzun süredir her yerde seni arıyorlar. Ve izini hiçbir yerde bulamamalarından dolayı da yeteneklerini iyi yönde kullanma ve geliştirme durumunu reddettiğin kanısına varmışlar."  Bam. Daha büyük bir yumruk.  "Saç-saçmalamayın," diye kekeledim. Ne zamandan beri özel güçler  kayıt tutulmasını gerektiriyordu? Nüfusa geçecek yeni bebek miydim ya ben? Onlara ne benden! Nerden bilebilirdim simyacıların benden haberdar olduklarını? Hem ne demek simyacılar benden haberdar?  "Ben nerden bilebilirdim beni aradıklarını?" diye düşüncelerimin bir kısmını daha doğrusu son kısmını dışa vurdum.  "Bilemezdin, ama saklanmamalıydın da." diye cevap verdi katı bir şekilde.  "Saklanmak doğru karar değil miydi ama? Hepiniz bunu yapıyor musunuz? İnsanlar ne olduğunuzu bilmemeli çünkü? Ben de aynı şeyi yaptım. Bunun için beni suçlayamazsınız."  Avukatlık damarım kabarmıştı her türlü kendimi korumaya hazırdım; sesim çok güçlü ve şiddetli bir hal almıştı. Sanki yardım davetiyesi göndermişlerdi de ben kabul etmemiştim, şu hale bak!  "Biz kendimizi insan dünyasından saklıyoruz, kendi aramızda saklanmıyoruz!" diye çıkıştı. Sesini yükseltebileceğini hiç tahmin etmemiştim. Ve bir an için dedikleri mantıklı geldi. Beni bilen hiç kimse yoktu. Tek başımaydım.  "Ayrıca," diye devam etti benim yerime sinmemden güç alarak. "Akademiye hırsız gibi gizlice girip çıkman ve onlarca moroi ve dampiri kandırmış olman da bizim tarafımızdan kabul edilen suçlardan. Bir yere girmek istiyorsan izin istersin Catherine."  Söyledikleriyle gözlerim doldu. Özellikle son sözü tüy dikmişti. Kötü bir amacım yoktu. Tek istediğim sahip olduğum, keşfettiğim bu dünyayı kaybetmemekti. Ve dışardan bakılınca ne kadar iğrenç olduğunu görmek bende yoğun duygulara yol açmıştı.  "Ben... Böyle anlaşılmak, istememiştim." dedim oldukça zorlanarak. Sesim çatallaşmış ve benden çıkmayı reddeder bir biçimdeydi.  "Ben de buna güveniyorum zaten." dedi oldukça kendinden emin bir şekilde ve devam etti. "İşte bu yüzden durumumuz karışık."  Umutlu gözlerle ona baktım. Zararsız olduğumu bence biliyordu. Bu yüzden başından beri bana iyi davranıyordu.  "Kanunlar seni suçlu bulmuş olabilir ama auranı görebiliyorum. İçinde kötülük yok."  Bir an beynimde oturan taşın sesinin odayı çınlattığını zannettim. Lisa biliyordu! Biliyordu çünkü o bir ruh okuyucuydu. Onun özel yeteneği buydu. O auramı görebilirdi. Tabii özel yeteneği olarak ölüleri de diriltebilirdi ama şu an için sadece auramı görmesi yeterliydi.  "Sorun şu ki bunu nasıl kanıtlayacağız..." dedi ve kendi kendine konuşuyormuşçasına masasındaki dosyalara baktı. "Gerçi nasıl ceza verebileceklerse," diyip ışıl ışıl parlayan gözlerle bana döndü. "Sen daha ne olduğunu da bilmiyorsun değil mi?"  "Siz... Biliyor musunuz?" dedim oturduğum yerde ileri kayarak. Sanki üzerine atlayacakmış gibiydim. Kötü niyetle atlamak değil ama bu hareketim odadaki üç gardiyanı da anında çevreme toplamaya yetmişti.  Kafamı oluşturdukları çemberden dışarı çıkartıp beklenti dolu gözlerimi Lisa'yla buluşturdum.  "Biliyor musunuz?"
"Siz... Biliyor musunuz?" dedim oturduğum yerde ileri kayarak. Sanki üzerine atlayacakmış gibiydim. Kötü niyetle atlamak değil ama bu hareketim odadaki üç gardiyanı da anında çevreme toplamaya yetmişti.  Kafamı oluşturdukları çemberden dışarı çıkartıp beklenti dolu gözlerimi Lisa'yla buluşturdum.  "Biliyor musunuz?"  Vasilisa'nın bu soruyu beklediğini anlamak için dahi olmaya gerek yoktu. Dahi olmak da ne? Kuş kadar bir zekanız olsa bile şu gözle bakarak bu soru hakkında sarışın, güzel kadının ne istediğini anlayabilirdiniz. Ki bir ayrıntı düşmeliyim, kuşların zekası hiç de hafife alınacak türden değil.   Dikkatle kraliçenin yüzünü inceledim ve istediğim cevabı vermesi adına uslu bir kız olup onun benim durumumdan keyif almasına göz yumdum. Zeki bir kız olarak da bana istediğim cevabı direkt olarak vermeyeceğini düşünüyordum. Fakat umut, fakirin ekmeğiydi.   "Elbette biliyorum." dedi ukala bir şekilde onca uzun aradan sonra. Evet bunca dakika göz göze bakışmış ve ancak bu cevabı alabilmiştim. Ne kadar da aydınlatıcı...   "Ve?" dedim elimi devam etmesi için çabuk çabuk sallayarak. O sondaki "e" harfi de ister istemez uzamıştı.   "Bunu sana bizim tarafımızda olduğuna emin olana kadar söylemeyeceğim."  "Affedersiniz?" dedim kaşlarımı neredeyse alnıma kadar çıkartarak.  "Şimdi sana söyleyeceklerimi dikkatle dinlemeni istiyorum, küçüğüm." dedi büyük bir ciddiyetle. Kollarını arkasında kavuşturdu ve diğerlerini kenara çekip tam önümde durdu.   "Bir savaşın eşiğindeyiz. Ve ne olduğunu söylemek istemesem de, stratejik biri olduğunu söyleyebilirim. Burada sana teklifim şu: ya bizimle kalır, eğitilir ve bizim tarafımızda olursun."  "Ya da?" dedim gözlerine bakarak. Hayır, her ne olursa olsun onların tarafında olacağım bir gerçekti. Dimitri şu ana kadar bana hayalkırıklığından başka bir şey vermemiş olsa bile onun yanında kalmayı tercih edebilecek kadar aptal biri olabilirim ama görmem gereken şey onun gerçekten benim sandığım gibi biri olup olmadığıydı. Ya da belki de Rose'la beraber olduklarını görmeme ihtiyacım vardı vazgeçebilmek için. Kötü bile olsalar onların yanındaydım yani. Ama tehdit tarzı bir konuşmayla bunu bana ittirirlerse ben de tehditvari bir konuşmayla karşılık verirdim. Çok cesur biri olduğum söylenemezdi ama pasif kalıp itilip kakılacak biri de değildim.  Lisa'da fark etmiş olabilirdi bu durumu ama bozuntuya vermeden devam etti.  "Ya da," dedi aynı serin kanlılıkla. "Seni yargılanmak üzere gardiyanlar ve simyacılardan oluşan bir heyete teslim ederiz. Seçim senin elbette."  Bu aynı şey gibiydi. Size seçme seçilme hakkı getirdik fakat buyrun, tek partimiz var. Haydi oy verin! Aslında sırf gıcıklık olsun diye bir yanım "Heyet karşısına çıkmak istiyorum, suçsuz olduğumu biliyorum." demek istiyordu. Ama tabii yemezdi. O kadar da cesur yürek olamadım henüz.  "Bu durumda sizin tarafınızı seçeceğimi öngörmüş olmalısınız zaten." dedim yaptığı anlaşmanın ne kadar taraflı olduğunu vurgulamak adına.  Hiç bozuntuya da vermedi majesteleri sağ olsunlar. Gayet geniş bir gülümsemeyle cevapladı yaptığı şeyi.  "Eh, anlaştığımıza göre gardiyan Belikov sana kalacağın yere kadar eşlik etsin."dedi. Yemin ederim, çöpçatanlık yapan bir arkadaş gibi oyunbaz bakışları vardı. Dimitri'yle benim aramda gitti gitti geldi.  Aralarında şakalaşıyorlar mı acaba diye düşünerek Dimitri'ye döndüğümde bunun sadece Lissa'yla alakalı olduğunu gördüm. Çünkü Dimitri ona o kadar bezgin bakıyordu ki... Sanki bunu yapmak yerine kendini asmayı istermiş gibiydi.   Emrivaki yapılmasından da hiç hoşlanmazdım ama. Eh. Durum şu an için işime geliyordu ve bunu kullanacaktım.   "Pekala." diyerek ayağa kalktım ve yavaşça Dimitri'nin yanına yürüdüm.   Herkes bana deli dercesine bakıyordu. Ne çabuk da kabullendi diyorlardı eminim ki. Yok, yok. Kabul ettiğim falan yoktu. Sadece olayların soğumasını bekleyecektim. Kendime yer edindikten hemen sonra burada neler döndüğünü çözecektim hiç merak etmeyin. Tek ihtiyacım olan biraz zaman.  "Eee... Gitmiyor muyduk?" diye sordum şaşkın şakın bakan Lissa'ya dönüp.  Önce benimkilerle buluştu gözleri. Çok kısa bir an bana baktı ve sonra Dİmitri'ye döndü. Ona gözleriyle ne söylemeye çalıştı bilmiyorum ama Dimitri büyük bir ihtimalle benim anlamadığım o bakıştan çok şey çıkarmıştı.   "Gidebilirsiniz tabii," dedi ama ağzında başka bir bakla daha olduğunun farkındaydım. "Ama önce bağlılık yemini etmeni isteyeceğim."  Bir an afalladığımı hissettim. Kaslarımı, özellikle de yüzümdekileri kontrol edemediğimi fark ettim ve bu yüzden de toparlanmak için hiçbir şey yapamadım.   "Bayan Hathaway, bana Jo'yu çağırır mısınız lütfen? Bağlılık yeminine ihtiyacımız var." demesiyle daha büyük bir hayretle kadına döndüm. Kraliçeye değil. Gardiyana. Hathaway. Rose? Rose Hathaway bu muydu?  Hayır, kesinlikle bu olmamalıydı. Kadın asil bir şekilde kafasını sallayıp dışarı çıkarken ardından öylece baka kaldım. Oysa çok emindim! O olmamalıydı. Bu kadın çok yaşlıydı. Evet, her şeyinin Rose'a uyduğunun farkındaydım ama yine de... Yaşı uymuyordu. Olmamalıydı.   Birden birinin kolumu tutmasıyla kendime geldim. Açıkçası biraz da minnettar olmuştum. Bir saniye daha geç kalsa kimse beni o iç denizden çıkartamazdı.   "Merhaba." dedi çok sevimli, küçük bir kız çocuğu. Hatta o kadar çekingen bir sesle söylemişti ki anlayışla yumuşadı gözlerim.   "Catherine," dedi kraliçe ona dikkatimizi vermemizi sağlayarak. "Jo'yla tanış. Kendisi bizim en iyi büyücülerimizden. Senden onun dediklerini aynen yapmanı istiyorum."   Cevap vermeden Jo'ya döndüm. Hala anlayışla bakıyordum. Hatta şevkatli. Bu kadar küçük bir kızın burada ne aradığını gerçekten çok merak etmiştim. En fazla dokuz veya on yaşında olabilirdi bu sevimli kız.   "İki elinizi de alabilir miyim?" diyince gözlerimi gözlerinden ayırmadan elimi ona uzattım.  "Al bakalım."  Genişçe sırıttı. Gözleri kapandı ve bir süre herkes sessiz kaldı. Hiçbir değişiklik, hiçbir güç akışı hissettmiyordum ama ne onun motivasyonunu kırmak istedim ne de konsantrasyonunu dağıtmak. Bağlılık yemini olsun olmasın burada kalacaktım ne de olsa.   Kız gözlerini açıp neşeyle bana bakınca bitti zannettim ama ellerimi bırakmadı.  "Şimdi senden söylediğim şeyi tekrar etmeni isteyeceğim."  "Tabii." dedim hemen.  "Kraliçe Vasilisa Sabina Rhea Dragomir ve akademinin iyiliği için çalışmayı amaç edineceğime,"  "Kraliçe Vasilisa Sabina Rhea Dragomir ve akademinin iyiliği için çalışmayı amaç edineceğime,"  "Kraliçeye itaat edip dampirlere yardımcı olacağıma,"  "Kraliçeye itaat edip dampirlere yardımcı olacağıma,"    "Ne olursa olsun akademiyi ve kraliçeyi koruyacağıma,"  "Ne olursa olsun akademiyi ve kraliçeyi koruyacağıma,"  "Varlığım ve sahip olduğum tüm güç üzerine yemin ederim."  "Varlığım ve sahip olduğum tüm güç üzerine yemin ederim."    Parmak uçlarım karıncalanır gibi oldu ama daha fazlası olmadı. İlginç bir ciddiyet vardı bu söylediğim kelimelerde. Belki kızın masum sesinden kaynaklanıyordu, belki odadaki herkesin ölüm sessizliğine yatmasından ya da belki de küçük kızın ben her sözü devraldığımda ellerimi sıkı sıkı tutmasından kaynaklanıyordu.   "Artık gidebilirsiniz." dedi kraliçe ortamın bütün büyüsünü bozarak.   Dimitri'ye baktım uzun uzun. Hani bir şeyler söylemesini bekledim de diyebiliriz. Kraliçeye veda etmek tarzında olabiliriz, bana ne yapacağımı söylemek tarzında olabilir... Ama o, sadece gözlerime baktı ve eliyle hatta sadece ve sadece işaret parmağıyla gel işareti yapıp topukları üzerinde kapıya döndü ve hızla çıktı.   Ona yetişme telaşıyla neredeyse koştum diyebilirim. Hızlı bir şekilde etrafta koşturuyor sandım ama o sakin adımlarla ilerliyordu. Yanına gitmek istesem de yapamadım. Arkasında kalıp sessiz bir şekilde onu izledim.   Sürüklenerek geçirildiğim şu koridorlardan bağlılık yemini edip akademi üyesi olarak çıkmak... İşte, ironi kelimesi tam olarak böyle bir durumu karşılardı. Ya da ironi de olmayabilir. Sadece kırgınlığın karşılayabileceği bir durumdur.  Aslında konu Akademi veya bulunduğum konum değildi. Tam olarak Dimitri'ydi aslında konu. Onunla yalnız kalmak bana onun hakkında düşünme fırsatı veriyordu. Ve aslına bakacak olursak da bu bir fırsat değil tam anlamıyla eziyetti.  Bir hayal kurup, onu her gün her saniye mükemmelleştirip sonra gerçeğiyle tanışabilmek uğruna herşeyi riske attıktan sonra "acaba değdi mi?" diye düşünmek... İçimi yakıyordu. Tatmin olamayacağım bir sonuca varacağıma oldukça emin olduğum için de iç muhasebe yapmaktan ölesiye korkuyordum. Ama o, önümde sakin sakin yürürken ve ben ondan yayılan kokuyu içime çekerken hiç de mümkün gibi durmuyordu.  Geniş bahçeden geçerken bira hızlandık. Gündüz olmasına rağmen herhangi birinin bize sorgulayan gözlerle bakma ihtimalini istemiyordu anlaşılan sevgili gardiyanımız.   Başka bir kapıdan içeri girdik ve geniş merdivenlerden tırmandık. Etraf tam da hayal ettiğim gibiydi saray gibi ama eski. Yıkık dökük değil ama modern de değil. Ve yine de her şeyiyle oldukça güzel. Ve elbette loş.   Bir kat daha tırmandık.   Burası daha eski püskü ve daha karanlıktı. Geniş evlerin tavanarasını andırıyordu. Tavan arası tabirinin akademi versiyonu gibiydi.   Dimitri en uçtaki kapının önüne geçince durdu ve bana döndü.   Dikkatle onu inceliyordum; ne diyecek, nasıl davranacak diye ama sanki o da benden bir şeyler bekliyor gibiydi. Ne diyebilirdim ki?   Beni çok kırdın, keşke hayal ettiğim gibi kalsaydın.   Bu ancak içimden söyleyebileceğim bir cümleydi. Dışa vurduğum zaman aptal bir hayalperest oluveriyordum.   Dimitri gözlerini benden bir an olsun ayırmadan bir anahtar uzattı. Almak için elimi uzattım ama öyle ani bir şekilde geri çekildi ki sinirle ona döndüm. Ben onun oyun oynatmaya yarayacak evcil hayvanı değildim ya!  Kaşlarımı sinirle çattım ama yine de tek kelime etmedim. Konuşursam içimdeki taşmaya oldukça müsait volkanı dizginleyemezdim. Ki, dizginlemediğim bir konuşma yapmak demek ne dediğimi bilmeden konuşmak demekti.   "Neden?" diye sordu birden.   "Ne, neden?"  Soruya soruyla karşılık vermeyi genelde yalancılık alameti olarak tanımlarım ama içinde bulunduğum durumda bunu yapmam şarttı. Neden bu soruyu yönelttiğine dair en ufak bir fikrim yoktu.   Kapının eşiğine hafifçe yaslandı ve elindeki anahtarı sanki çok ilginç bir şeymiş gibi incelemeye başladı.  "En başından beri hiçbir şeye karşı koymaya çalışmadın. İtiraz etmedin. Ve her şeyi kabullendikten sonra soru dahi sormadın. Neden?"  Karşı koymak... Kabullenmek... Sorular...   İçimdeki canavar sonunda beni ele geçirdi ve ani bir hareketle Dimitri'nin elinden anahtarı kapıp içeri girdim. Sonra  biraz sert bir rüzgarla onun içeri gelmesi için hile yaptım tabii. Etkili gözükmek için de kapıyı hızla çarptım. Bu çarpış bir çok hassas kulaklı moroiyi rahatsız edebilirdi ama öyle sanıyordum ki dampirler tarafındaydık.   "Bana bak," dedim beynime kan sıçramış bir şekilde.  "Ordan nasıl biri gibi gözüküyorum bilmiyorum ama ben kelimenin tam anlamıyla hiçbir şeyi olmayan biriyim. Hiçbir şey!" Avazım çıktığı kadar bağırıyordum odanın içinde. "Sahip olduğum tek şey kafamın içinde kurduğum şeylerdi. Sahip olduğum tek şey senin mükemmel karakterli bir adam olmandı!"  "Bana neden diye sordun ya. Çünkü ne kaybedecek ne de kazacak hiçbir şeyi olayan biri için durumun ne kadar iyi veya kötü olduğu fark etmez. Elimden hem umudumu hem kuramadığım hayatımı hem de olabilecek en sessiz en mükemmel dostumu aldınız! İşte aradığın ne kadar soru varsa, hepsinin nedeni bu."  Daha da söyleyecek hiçbir şeyim yoktu işte. Hepsi buydu. Sadece elimden her şeyimin alındığını bilinmesini istedim, teşekkürler. Şimdi tekrar sessiz sakin kız olabilirdim. Ama Dimitri'nin suratına bakacak olursak ses tonum ve konuşmam onu oldukça etkilemişti. Gerçi emin olmak da mümkün değildi. O kadar ifadesiz bir suratı vardı ki galiba konuşmamın onu etkilemiş olmasını sadece hayal ediyordum.  Her zamanki o sakin tavrıyla kapıyı açtı ve bana döndü.  "Tek kişilik odada kalacaksın. İhtiyacın olan her şey vardır. Dövüş derslerine ek olarak her çıkışta benimle çalışacaksın. Derslerle ilgili şeyler masanın üstünde."dedi ve çıktı.   Öylece ortada kalakaldım.  Ertesi güne başlamak benim için pek de iç açıcı olmadı.   Öyle geldiğimde sinirle ortada kalıp yerde uyursam olacağı iğrenç bir gün başlangıcı olurdu tabii.  Bir saniye ben gün mü dedim? Ertesi gün mü dedim ben? Bulunduğumuz günün gecesi diyecektim.   Duvar saatine göre saat gece 1'di. Sersem bir şekilde kalkıp masaya ilerledim. Bir sürü kitap ve ıvır zıvır şeyler vardı. Programa benzer birşeyler arıyordum. Saatin 1 olması hiç hoşuma gitmemişti çünkü burada derslerin 12'de başladığını öğrenecek kadar çok vakit geçirmiştim. Evet, ilk günden derse girmemezlik etmiştim!   Hızlı hızlı aramaktan masayı daha da karman çorman bir şekle sokmuştum. Okulda bir şeyleri nasıl bulacaktım bilmiyordum, ders neydi bilmiyordum, eğer program-kroki benzeri bir şey bulamazsam ne yapardım onu da bilmiyordum.   Diyerekten tam isyan edecekken kapının çalmasıyla duraksadım. Acaba Dimitri beni ne olursa olsun akademiye bağlamak adına yemin falan mı etmişti?   Sorumu cevaplayabilmek için kapıyı açtım ve karşımdaki insanla şok geçirecek gibi oldum. Niye şok geçiriyorsam tabii. Karşımda genç bir kız vardı. Ve oldukça da sinirli görünüyordu. Aynı zamanda da sabırsız. Üstündeki dövüş kıyafetlerine, kan ter içinde kalışına bakılırsa eğitimden çıkıp gelmişti.  "Efendim?" dedim kibar olmaya çalışarak.   Kız acayip bir şekilde gözlerini devirdi. Belli ki yurt arkadaşını ziyaret etmek için buralara gelmemişti.  "Gardiyan Belikov seni beş dakika içinde antrenmanda görmek istiyor."   O kadar sinirliydi ki bir an ne yaptım ona acaba diye düşünmeden edemedim.   "Al." dedi üstüme kıyafet fırlatarak. O kadar yüzüne odaklanmıştım ki elinde bir şey tuttuğunu fark etmemiştim bile. "Bunları giyip gel. Belikov senin yolu bulabileceğini söyledi." dedikten sonra arkasını döndü ve çekti gitti.   "Ben de tanıştığıma memnun oldum bayan öfke!" diye bağırdım arkasından.  Elimdeki kıyafetlere bakıp tabii dedim. Dimitri yolu bulabileceğimi biliyordu. Eğer ders onunsa işim oldukça kolaydı. Kokusunu takip ederdim. İşten bile sayılmazdı bu.   Aslında öyle amaçsız bir şekilde uyuyakalmasaydım banyo yapıp güzelce hazırlanıp vaktinde de gidebilirdim belki. Ama maalesef durum tam tersiydi. Hızla üstümü giyinip fırladım. En aşağıya indiğimde etrafta Dimitri'nin kokusunu bulabilmek için uğraştım. Her yere kokusunun sinmiş olması pek de işime yaramıyordu tabii ama en taze kokunun peşinden gittim.   Bahçeden çıkıp ayrı bir binaya doğru yöneliyordum.   Vay. Dimitri'yi gördüm. Beni dışarda bekliyordu. Kapıda.  Dünkü tavrımdan dolayı iyi mi etmiştim yoksa kendime akademinin en iyi hocasını daha da mı düşman etmiştim bilemiyordum. Temkinli bir şekilde yaklaştım ve anladım ki kesinlikle ona sabah odada bağırmak yaptığım en büyük salaklıktı. Ya da dur. İkinici büyük olsun. İlki ona güvenip ortaya çıkmakdı.  "Sebebinin ne olduğu umrumda değil. Bir daha sakın geç kalma. Hiçbir dersine." dedi hiçbir kelimesinin altını sıkı sıkı çizerek.  "Emredersin,yoldaş." dedim çok zoraki, tiksinç bir gülüşle.   Yoldaş kelimesi hiç kullanılmayan bir şey değildi. Elbette kullanılıyordu ama bunu en çok Rose kullandığı zaman onda bazı tesirleri oluyordu.   Kapıyı itekledim ve içeri girdim. Hiç kimse fark etmedi bile. Herkes birbirine girişmekle meşguldü. Daha doğrusu biri ellerine eldiven giymiş bekliyor diğeri de ona durmadan vuruyordu. Sahanın içindeki herkes bu olayı gerçekleştirebilecek şekilde eşleşmişti. Bu durumda ben nereye aittim?  Dimitri arkamdan birine seslendi.   İki kişinin yanımıza gelmesiyle soru soran gözlerle Dimitri'ye baktım.   "Amanda." dedi önümdeki sarışın, uzun boylu kıza bakıp. Kızın yanında adeta bir hobit gibi kalmıştım. Boş zamanlarında voleybol basket falan mı oynuyordu ne o boy? Ukala bir şekilde bana bakıp Dimitri'ye döndü.  "Sen benimle eşleş. Joseph sen de yeni kıza yavaş yavaş alıştırma yaptır. Senin görevin onun antrenmana uyum sağlaması."  Joseph "Aman ne harika."diye homurdanırken Amanda'nın suratında garip bir gülümseme gördüm. İçimde yanıp tutuşan dürtü kıskanma mıydı? Haklısın Joseph. Aman ne harika!  Hayır, daha yeni gelmiştim ve ne olup ne olmaması gerektiğine dair bile benimle konuşmamıştı. Onun dersiydi istese benimle ilgilenebilirdi ama hayır! O beni bir çömezin eline bırakmayı tercih etmişti. Tamam, biliyorum. Bunu ben hak etmiştim zaten.  "Ne yapacağız?" diye sordum oldukça agresif bir şekilde.  "Yumruk atacaksın işte." dedi ellerine eldivenlerini geçirip.  Kollarımı göğsümde kavuşturup ona baktım.  "Bu mu senin yardımcı olan halin?"  Çocuk önce öfkelendi sonra aniden öfkesi geçti. Beni oldukça belli bir biçimde inceledi ve eldivenlerini çıkarttı.   "Bak güzelim," dedi oldukça çarpık bir gülüşle. "Ben de senin bana kalmış olmana bayılmıyorum. Ama iğneleyici ve geçimsiz olacaksan bu olay olmaz. Özellikle akademide adının şimdiden yayıldığını düşünürsek iğneleyici olmamanı tavsiye ederim."  "Ne? Kim? Nasıl?" diye soru sorarken üstüme eldivenlerini fırlattı.  "Muhabetti sonra yaparız. Tak eldivenleri. Sana birkaç vuruş göstereceğim."  Galiba daha sonra konuşacağımıza söz verdi diyerek memnun bir ifadeyle eldivenleri giydim. İzlenim yapmak konusunda üstüme tanımazdım.  O bana vuruş tekniklerini gösterirken dikkatle izliyordum ve onun ikinci kez göstermesine gerek kalmadan algıladığımı fark ettim. Bütün hareketleri tekrar ve tekrar yapmaya başladığını fark edince geri çekilip onu durdurdum.  "Denemek istiyorum."  Kısık sesle güldü. "Bu kadar çabuk kaptım olayı diyorsun yani?"   Başımı onaylarcasına salladım. Eldivenleri çıkartıp ona uzattım. Kuşkuyla baksa da neyse eğleniriz en azından anlamına gelen bir şekilde omzunu silkti ve eldivenleri giydi.   Tıpkı onun başladığı gibi başladım ve daha sonra bütün vuruş şekillerini karıştırarak hızlanmaya başladım. Bir süre sonra bu sefer o geri çekildi.  "Yanlış mı yaptım?" diye sordum. Yapmadığımı biliyordum ama yine de sordum.  "Hayır. Aksine şaşırtıcı bir şekilde iyiydin. Güçsüzsün ama iyisin."  Gülümsedim. "Bir şeyler daha öğretmeye ne dersin o zaman?" diye sordum büyük bir istekle.  O da benimle beraber gülüyordu. Beni ürkütücü ve dışlanması gereken bir varlık olarak görmediği için minnettardım doğrusu.  Eldivenlerini bana verip bu sefer tekmeler atmaya başladı. Sağlam tekme attığı noktasını da vurgulamam gerekir çünkü çocuğun her tekmesinde sendeliyordum. Hatta bir ara düşeceğimi bile zannettim. Ama Joseph oldukça doğal bir şeymiş gibi bir yandan tekme atıyor bir yandan da olayın inceliklerini anlatıyordu. Yok şu ayak içeri şu dışarı, bacak şöyle bel böyle falan tarzı her pozisyona özel dipnot veriyordu.  "Tamam!"dedim en sonunda. O kadar sert vurmaya başlamıştı ki daha fazla onu zapt edemezdim.  "Daha bitmedi göstereceklerim."diye sitem etti. Eğlendiğini görebiliyordum gözlerinde. Beni küçümsemiyordu kesinlikle ama benimle takılmaktan keyif almıştı.  "Hepsini bir günde öğrenemem ya!"diye yalandan dudak eldiven devir teslimi yaptım ve aynen onun yaptığı gibi tekme atmaya başladım. Aslında tam anlamıyla onunki gibi olması için bir de konuşmam gerekiyordu.  Birden aklıma çok faydalı bir konu geldi.  "Yemek ne zaman?"diye sordum.  "Bu ders bitiminde, neden?"  "Eh, acıktım."diye  cevap verdim onun sorusunu olabildiğince masum bakarak.   "Vee?"diye devam ettirdi. Aslında ne sormak istediğimi gayet de farkındaydı ama bana söyletmeden rahat etmeyecekti.  Tekme atmaktan vazgeçip ellerimi belime koydum.   "Hani sonra yaparız dediğin muhabbeti yemekte yapabilir miyiz acaba?"  Anlayışla gülümsedi.   "Bak," dedi sırıtarak. "O kadar da zor değilmiş, değil mi? Tabii, beraber yeriz yemeği."   Ukala tavrına karşılık tekme attım. O da ellerini tekrar havaya kaldırıp "gel gel" işaretleriyle beni kışkırtmaya başladı. Bu sefer biraz daha zordu. Benden kaçıyor ve beni şaşırtmaya çalışıyordu. Ara ara kendisi vuracakmış gibi öne atılıp sonra tekrar pozisyon alıyordu.   O benimle böyle oyun oynarken aklıma çok ilginç bir fikir geldi. Dans etmek. Bu da nerden geldi diyeceksek eğer farklı bir kodlama yaratacaktım. Yani dans figürlerini yumruk ve tekmelerden oluşturup içimden şarkı söyleyerek bunları uygulamayı aklıma koydum. Kısa ve etkili olması adına Christina Aguilera- Tough lover seçip kendimi şarkının etkisiyle yavaş yavaş ısındırmaya başladım.   Joseph de fark etmiş olmalıydı ki yerine daha sıkı tutunuyordu. Tekme ve yumruklarım gittikçe havada uçuşurken etrafımda olanların çok da farkında değildim. Kendimi içimde yankılanan şarkıya kaptırmıştım. Dans edercesine Joseph'e darbe üstüne darbe indiriyordum. Şarkıyı da enerjikliği yüzünden seçmiştim zaten.   İşim bittiğinde bir çok kişinin olduğu yerde bizi izlediğini gördüm. Bu birçok kişinin içinde en önemli olanıysa Dimitri'ydi.   "Vay."dedi Joseph huzursuz bir şekilde. "Muhtemelen gardiyan Belikov seni bu üstün şovun için ödüllendirecek. Seni çağırıyor gibi."   "Sence başım bela da mı?"diye sordum korkuyla. O ise neredeyse yüksek sesle güldü.  "Belikov'un gözde bir öğrencisi olmak mı? Hem de nasıl(!)" diye dalga geçti. Ve sonra bir anda kaşları çatıldı. "Gerçi son gözdesinin pek de yararımıza olmadığı var sayarsak..."  "Ne?" dedim hemen atlayarak.   "Haydi git yanına yemekte konuşuruz. Dışarda bekliyorum." diyerek beni itekledi ve yanımdan hızla uzaklaştı.   Endişeli bir şekilde Dimtri'nin ve Amanda denen kızın yanına gittim. Amanda bana ölümcül bakışlar atıyordu. Biraz daha bu şekilde bakarsa o güzel yeşil gözlerini yerinden oyuverecektim.   Neyse ki Dimitri kıza dönüp yemeğe gitmesini söyledi.   "Ben?" diye sordum panikle. Beni ölüm açlığına yatırmazdı herhalde değil mi?  "Birkaç küçük ayrıntıyı konuştuktan sonra sen de gidebilirsin." dedi yerdeki çantasından yeni bir tişört çıkartırken.  Susup söylenmesini bekledim. Yok milletin önünde şöyle şov yapma da ağırdan al da gösterileni yap da kafana göre şeylere kalkışma bilmem ne.   "Malum, dün sen sinir krizine girince..." diye mırıldanıp üstünü çıkarttı. İstemsiz bir şekilde nefesimi tuttum. İki saniye sürmüştü. Üstünü çıkarttı ve yeni tişörtü geçirdi. Ve bana o iki saniyelik süre akli dengemi bozmak için yetmişti.   Geri çekilip yan tarafa baktım.   "Bu konuda özür dilerim. Saçmaydı."  Aslında hiç de değildi ama ne yaparsın. Hala asıl konuya gelmesini bekliyordum.  Omuz silkti. "Derslerini kaçırmaman gerekiyor ve daha ilk günden girmediğin ders oluştu. Programını ve yapacaklarını düzgünce ayarla. Hata istemiyorum."dedi ve arkasını dönüp tekrar çantasıyla ilgilenmeye başladı.   Ben de arkamı döndüm gidiyordum. Gidiyordum gitmesine de bir anda içimde büyüyen bir merakla durdum. Aslında bunu Joseph'e de sorabilirdim ama ona soracaktım.   "Dimitri." dedim buz gibi bir sesle ve anında o da bana döndü.   Gözlerinde merak vardı görebiliyordum ama suratını ifadesiz tutmak konusunda onun kadar iyisi olmadığı da kesindi.  "Rose, dün odadaki kadın mıydı?"   O kadar açık bir şekilde sormuştum ki... Açık ve basitti. Evet ya da hayır diyecekti. Ve işin aslı gerçekten de evet diyecekti ama bunu söylemesini istiyordum. Yoksa bir türlü inanamayacaktım. Burada Rose yokmuş gibi yaşamaya devam edecektim ve bunu istemiyordum.  Katettiğim mesafeyi bir çırpıda kapatıp önüme geldi ve bana çok tuhaf bakışlar attı. Ne anlama geldiklerini anlayamamıştım bile.   Ben suratından anlam çıkartmaya çalışırken o tek eliyle çenemden tutup beni kilitlemişti. O kadar yakındı, o kadar yakındı ki... Nefesi, yüzü, bakışları kalp krizi geçirmeme sebebiyet verebilirdi. Aynı zamanda çok da sertti. Tuttuğu yerlerde kırılacakmış gibi bir acı yaşamıştım. Hem şok hem de acının etkisiyle zaten kocaman olan gözlerimi daha açtım.   "O, Janine Hathaway. Rose'un annesi." dedi ve bana bir nebze daha yaklaşıp gözlerini kıstı. "Seninle benim aramdaysa kesinlikle hiçbir şey yaşanmayacak."   Ve beni bırakıp sahadan çıktı. Birinin yüzünüze baka baka üstelik siz kesin bir şey söylemeden sizi baştan reddetmesini nasıl kaldırabilirdiniz?
Birinin beni şiddetle sallamasıyla kendime geldim.  "Hey!"  "Hey, iyi misin?"  "Cathy?"  İsmimin kısaltılmış şeklini duyunca hemen toparladım. Uzun süredir hiç bunu duymamıştım. Eskiden bu şekilde bana kimsenin hitap etmesine izin vermezdim. Bu sadece Jessie halama özeldi. Sanki kutsal bir şey gibiydi. Küçükken okulda bana böyle seslendiklerinde öfke krizine girip çocukları dövme girişimi içinde bulunurdum. Tabii dövmekten kastım saç çekmek falan.  Bana seslenen Joseph'di. Ve her ne kadar sinirimi ondan çıkartmak istesem de yapamadım. Adil değildi. Suratından benim için ne kadar endişelendiği gayet rahat görülüyordu. Ayrıca onun saçını çeksem de beni yatırıp gayet güzel dövebilecek kapasitesi vardı.  "Ah, iyiyim. Dalmışım."dedim. Sesim bana bile inandırıcı gelmemişti ama Joseph'i geri çekmeye yetti.  "Hadi gel,"dedi omzumu sıvazlayarak. "Yemek yiyelim. Dimitri'ye de aldırma. Aksi olmak onun güncellenmiş yeni özellikleri arasında. Biraz zaman geçsin, daha iyi olur."  Ne söylediğini bilmiyorsun demek geldi içimden. Tabii sonra bunu açıklamam gerekecekti ve sonra dertlerim çığ etkisiyle büyüyüp gidecekti.  Bunun yerine "Tabii,"dedim. "Hadi yemeğe. Hem bana anlatacakların vardır."  Yemekhaneye geçtiğimizde Joseph elime bir tepsi tutuşturdu ve ne istiyorsan al diyip kendisi de tezgaha yöneldi. Herkesin sırayla istediğini alıp oturduğunu görmüştüm. Biz de Joseph'le sıradaydık. Sıra gelene kadar konuşmamıştık ama en sonunda dayanamadım.  "Bunlar için para ödenmiyor mu?" diye sordum bütün masumiyetimle. Asgari düzeyde olmayacak kadar yiyecek ve içecek vardı. Ve benim geldiğim yerde bu tip şeyler için para öderdik.  "Hayır."dedi düşünceli bir şekilde ve ben de tepsimi doldurunca bir masaya geçip oturduk. Çok kalabalıktı. Her kafadan ayrı bir ses çıkıyordu. Sandalye, masa sesleri bile vardı.  Ben önümdeki tepsiyle uğraşırken Joseph beni izliyordu. Bunun farkındaydım. Ona bakmasam bile rahatsız edici bir biçimde yaptığım her hareketi inceliyordu.  "Konuşacak mısın?" diye sordum daha fazla dayanamayıp. "Konuşsan iyi olur zira insanlara dik dik bakmak çok rahatsız edicidir."  Gülümseyip koca bir dilim aldı önündeki etli yemekten. Bir an ona bakarken midemin bulandığını fark ettim. Uzun zamandır etli yemek yememiştim. Et gördüğümde kendimden bir parça kesip pişirmişim gibi hissediyordum. Sanırım bütün canlıları hissetmenin ufak bir dezavantajıydı bu. O ağzındaki parçanın bir zamanlar canlı bir hayvana ait olduğunu düşünmek... Ah, Tanrım! Her neyse.  "Genelde insanlara dik dik bakmam zaten. Fakat, sen fazla güzelsin." dedi açıksözlülükle. Yüzümünün beyazdan kırmızıya kırmızıdan da mora döndüğünü hissedebiliyordum. Yanaklarım alev alev yanıyordu. Ben de her ortalama kız kadar güzel olduğumu düşünür ama o kadar da hayranlıkla bakılacak bir güzelliğim olmadığını bilirdim. Şimdi kalkıp biri böyle doğrudan iltifat edince vücudum bile vereceği tepkileri şaşırıyordu.  "Aynı zamanda ilginç derecede masumsun da. Akademinin hikayesini bilmeyi hakediyorsun." dedi bu sefer beni daha fazla kızartacak bir şekilde. Bu iltifat kısmından kurtulabilmek için hemen hak ettiğim kısma atladım.  "Akademinin hikayesi ne?"  "Önündekileri otla, ben de anlatayım."  Önümde duran mantar yemeği ve salataya baktım. Çatalımla biraz oynaştıktan sonra baktım ben gerçekten yiyene kadar konuşmayacak ben de yemeği yemeye başladım.  "Burdaki herkes seni tanıyor dedim hatırlıyor musun?"  Ağzım dolu olduğu için kafamı aşağı yukarı salladım.  "Fark ettiysen efsanevi bir şekilde getirdiler çünkü seni. Ve sonra herkese senin kaçak bir hayran olduğunu söylediler."  "Bu kadar mı?" diye sordum hayretle. Ne güçlerim, ne beni buraya zorla almaları? Sadece beni sapkın bir kitap sever olarak mı biliyorlardı?  "Bu kadar."  "Ama bu doğru değil!" dedim. Aslında bir nevi doğruydu. Kendi kendimi düzelttim. "Aslında doğru ama hepsi bu kadar değil."  O da ben konuşurken kendi yemeğini yeme fırsatı bulmuştu. Şaşırmış veya meraklanmış gözükmüyordu. İlginç bir şekilde sakindi.  "Onu da konuşuruz. Ama benim sana öncelikli olarak akademinin durumunu anlatmam lazım."  "Dinliyorum."dedim çatalı bırakıp. Ellerimi birleştirmiş öne doğru eğilmiştim. Oldukça ciddi bir moddaydım. Ama o tek kaşını kaldırmış yemeğime ve bana bakıyordu.  Yemek yemeye geri döndüğümde anlatması için ben de ona dik dik baktım.  "Sana hayran dediklerine göre, eminim akademinin halini son kitaptaki olarak biliyorsundur. Mutlu son hani."  "Evet." dedim hiç tereddüt etmeden. Malum Dimitri ve Rose beraber oldular, Lisa kraliçe oldu falan falan...  "İşte," dedi derin bir iç çekişle. "Aslında olaylar hiç de öyle olmadı. Rose Adrian'ı hiç terk etmedi. Ve Vasilisa kraliçe seçilince Adrian bunu kaldıramayıp isyan başlattı."  Yediğim yemek boğazıma durdu bir anda. Nasıl yutkunacağımı nasıl nefes alacağımı unuttum. Rose ve Adrian mı? Adrian da kraliyet ailesindendi. Lisa gibi o da ruh kontrol ediyordu. Benim engin kitap bilgime göre son kitaba kadar Rose onunla çıkmış ve sonra ayrılıp Dimitri'yle mutlu olmuştu. Ama bu durumun tam tersi olması beni gerçekten nefessizlikten öldürebilirdi.  İçimde bir yanımın Dimitri'nin Rose'la olmayışına sevindiğinin farkındaydım ama ne de olsa aramızda hiçbir şey yaşanmayacaktı. Ben de bu yüzden ikinci önemli konu olan Adrian'ın isyan çıkartmasına yöneldim.  "Nasıl yani? Biraz daha açıklayıcı olur musun?" dedim boğazımı biraz temizlediğimde.  "Şöyle ki, Adrian başa geçmek istiyordu. Ve aynı zamanda moroilerin de dampirler gibi savaşlara katılmasından yanaydı. Rose da inanılmaz derecede Adrian'a bağlıydı. Gerçekten aralarında garip bir uyum oluştu. Rose Adrian'la takıldıkça daha... tehlikeli biri oldu ve Dimitri'yi strigoi olmaktan kurtarmak Lisa'nın fikriydi. Rose'u ancak Dimitri'nin düzeltebileceğine inanıyordu. Bu yüzden kitapta Dimitri'nin tekrar dampir olduğunda Lisa'ya koşması tamamen doğru bir davranıştı. Rose onu beklemiyordu bile. Ama nitekim Dimitri de geri döndüğünde bambaşka biri oldu ve Rose'u geri getirmek için çaba sarf etmedi. Rose'da onun kendisini unutmasının verdiği... Öfkeyle diyeyim artık tamamen Adrian'ın tarafına geçti. Ve Vasilisa'nın taç giyme töreninde çok cafcaflı bir patlama yaratıp kaçtılar. Adrian çok önceden beri bu düşüncesini yaymaya başlamış. Ve şu an o ikisi önleyecek hiçbir güç olmadığı için neredeyse kraliyet kadar güçlüler. Aslında başta bu kadar güçlü değildiler hep saklanarak ve kaçarak yaşıyorlardı. Ama dampirlerin azalması ve bizim tarafımızdaki moroilerin savaştan uzak durmak istemesi bizi bu duruma sürükledi."  "Demek savaş bununla ilgili." diye mırıldandım.  Joseph de duymuş olacak ki kafa sallayıp onay verdi.  "Bu yüzden ilk sınıftan dövüş derslerine başlanıyor. Normalde son sınıf olmalıydı."  "Ama sen ilk sınıf değilsin galiba?"dedim tereddütle. Yaş tahminleri konusunda çok da mükemmel değildim ama onda ayrı bir yaşanmışlık vardı.  Kafasını hayır olarak salladı ve güldü. "Dimitri'nin en iyi öğrencisiyim yani senin gelmen durumumu değiştirecek gibi ama neyse. Ona yardım için ben de derslere giriyorum. Özellikle son zamanlarda pek sabırlı bir adam olmadığını oldukça fark ettirdi."  "Yaşadıkları kolay değil."dedim istemsiz bir savunmayla. Niye koruyorsam onu.  "Olabilir. Ama aksi olduğunu değiştirmiyor. Şimdi, sen anlat."  Omuz silktim.  "Ne bilmek istiyorsun?"  "Hakkında gerçekleri." dedi ışıl ışıl gözlerle.  Bana çok yardımcı olduğu ortadaydı ama ona herşeyi anlatabilir miydim? Gerçi bu konuda herhangi bir uyarı almadığımı fark ettim. Elinde sonunda öğrenirdi. En azından dürüstlükle kazanmayı deneyebilirdim.  "Açıkçası hakkımdaki bütün gerçekleri ben de bilmiyorum. Tek bildiğim doğayla... aramda bir bağ olduğu. Burada da kraliçenin bana hakkımdaki gerçekleri söyleyeceği vadi üzerine kalıyorum."  Oldukça doğru tanımlar yapmıştım umarım.  "Pekala..." dedi masadan kalkıp.  "Bitti mi?"diye sordum hayretle.  "Sorularım hayır, öğle arası evet."  Yerimden kalktım ama hani sabah kalkıp bir süre ne yapacağınızı bilmeden etrafı izlersiniz ya, aynı o şekilde etrafıma bakındım. Öğle arası çok kısa sürmemiş miydi acaba? Ve öğle arası bittiyse derse girilmesi gerekiyordu ama hangi derse gireceğim konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Odama çıkıp programı aramaksa niyeyse hiç içimden gelmiyordu. Mucizevi bir şekilde biri beni dersliğimiz şu tarafta diye sürüklemediği sürece de derse gitmek de istemiyordum.  "Gelmiyor musun?"diye sordu kapının önüne geçtiğinde.  Yanına gittim ve "Sen git." dedim. Benim yapacak daha kişisel işlerim vardı. Üstümde öyle bir  yük vardı ki... Altından kalkamayacakmış gibi hissediyordum. Nefes alamıyordum. Özellikle bir yılımı neredeyse kimseyle konuşmadan geçirdikten sonra bu kadar çok insan arasında kalmak bile bana iyi gelmiyordu.  Herkes derslere gitmiş olmalıydı. Etraf oldukça sessiz ve boştu. Gecenin verdiği korunma hissi de işin içine girince sanki kimse beni göremezmiş gibiydi. Bir an aklıma saatin gece iki olduğu gelince öğle yemeği muhabbetine güldüm. Ben gerçekten öğle yemeği mi demiştim Joseph'e? İnsan bir düzeltir diyeceğim ama galiba kabalık etmemek için düzeltmedi beni.  Sınırdan çıkmak istiyordum. Sınırdan çıkıp evimin olduğu yere gidip toprağa uzanıp gökyüzünü izlemek ve düşünmek istiyordum. Tabii bu büyük problem yaratacağından tam sınırın ucuna geçip bağdaş kurarak oturdum. Gözlerimi kapatıp ormanı dinlemeye başladım. Doğadaki düzen hem çok yegane hem de rahatlatıcıydı. Her şey belli bir düzen içinde çalışıyor ve asla aksamıyordu. Ellerimle saçımı toplayıp serin havanın yüzümü yalamasına izin verdim. Hava durumu ne olursa olsun beni rahatsız etmiyordu. Hatta her bir hava durumunda ayrı ayrı beni rahatlatan bir şeyler vardı.  Yüzümü yalayan havayla aklımda belli görüntüler canlandı. Nefes almamı daha da zorlaştıran görüntüler. Bay Letovski'nin ölümü. Onun kızgınlıkla açılan gözlerinin nasıl korkuya döndüğünü biliyordum. Ölüm korkusu hayattaki hiçbir korkuyla kıyaslanamazdı. Ve sadece bir ayı bile olsa... Ölüm anında bile inanılmaz karışık duygular içindeydi. Endişeliydi; hem de benim için. Suçlu hissetmişti; beni kurtaramadığı için. Güçsüz hissetmişti; öyle kolayca kapana kısıldığı için. Ve korkmuştu; bir daha asla geri gelemeyeceğini bildiği için.  "Burada olacağını biliyordum." diye mırıldanan sesle gözlerimi açtım. Ama arkamı dönmedim. Gelenin kim olduğunun farkındaydım. Gelene kadar kokusunu almamıştım. Onun kokusuyla ilgilenemeyecek kadar trans halindeydim ama o rus aksanını her yerde tanırdım.  "Beni derse sürüklemeye mi geldin?" diye sordum aksi bir şekilde. Gerçekten hiçbir nasihat hiçbir yargılamayı kaldıramazdım. Özellikle ondan gelenleri. Sadece izin verse de birkaç  saat yas tutsam olmaz mıydı?  Cevap vermedi. Bunun yerine tam yanıma aynı benim yaptığım gibi bağdaş kurup oturdu.  "Dersler bitti zaten. Saat 3.15."diye karşılık verdi. Sesinde herhangi bir düşmanlık sezilmiyordu. Acaba çift karakterli olabilir miydi?  "Ne çabuk bitmiş?"diye sordum başka konuşacak bir şey bulamadığımdan.  Hafifçe güldü. "Dersler 10'da başladı Catherine. Oldukça uzun bir gündü aslında."  Bir anda afalladım. Öyleyse sandığımdan çok daha fazla dersi kaçırmıştım. Biyolojik saatimi tamamen yeniden ayarlamalıydım. Hatta şimdi odama çıkıp uyumalıydım. Gerçi buna gerek olduğunu da sanmıyorum. Dersin bu saatlerde bitmesi moroilere güneş doğana kadar istedikleri şeyi yapabilecek fırsat yaratmak istemiş olmalıdır. Güneş doğduktan hatta öğlen olduktan sonra yatsam da olurdu.  "Konuşmayacak mısın?"  Sorusu beni öyle şaşırttı ki ona dönüp uzun süre gözlerine baktım. Birkaç saat önce bana oldukça aşağılayıcı bir şekilde söylenip sonra dostça muhabbet etmek mi istiyordu?  "Ne konuşmamı istiyorsun?" Soruya soruyla karşılık. Yine.  "Bilmem,"diyip omuz silkti. "Ne kadar iğrenç biri olduğumu söylemeye devam edebilirsin."  "Hoşuna mı gidiyor?"diye sordum öfkeyle. Nasıl mazoşist bir insan kendinden kötü olarak bahsedilmesini isterdi. Buraya gelip seni kışkırtmak ve benim hakkımda kötü şeyler söylemeni istiyorum diyordu resmen.  Gözlerini kaçırıp ormana baktı. Yüz hatlarından hoşuna gitmediğini anlamıştım. Olabileceğinden çok daha fazla çatmıştı kaşlarını. Hayal ettiğimden çok farklıydı. Onun ne sinirli ne de mutsuz biri olmasını beklemiyordum. Kusursuz yaratılışlı biriydi benim gözümde. Benden nefret de etse, birbirimizden nefret de etsek onun duruşunun hep aynı olması gerekiyordu.  "Sadece..." dedi uzun bir sessizlikten sonra. Oldukça kısık sesle söylediği için zar zor anlayabilmiştim. Benimle mi konuşuyor yoksa kendi kendine mi onu bile bilmiyordum. "Aklımı başıma getiriyor."  Bunu söyledikten hemen sonra endişeyle kafasını bana çevirdi. Ben de ormana bakıyordum. Belli ki duymamı istemediği bir şeydi. Eh, birinden yardım istemek, birine duygularını açmak hiç de Dimitri Belikov'luk bir davranış biçimi değildi.  O bakışlarını benden çekmediği için rahatsız olup ben de ona baktım.  "Ne?" dedim huysuz huysuz.  "Yok bir şey." dedi bir anda ayağa kalkıp. "Hadi," dedi sonra da bana elini uzatıp. "Burada daha fazla duramazsın. Odana geç."  Eline ve ona baktım. Söylediği onca şeye bu şekilde bir kalem atılır mıydı sanıyordu? Normalde insanlar için özür dilemek bile önemlidir ama onun tavırlarının ve bana yaptıklarının özürle bile telafisi olacağını sanmıyorken...  Yerden destek alıp bir çırpıda ayağa kalktım ve başımla selam verdim. "İyi geceler gardiyan Belikov." diyip odaların bulunduğu binaya yöneldim. Onun kişilik çatışması gibi ben de içimde çatışıyordum. Bir yanım ki bu yanım oldukça ilkel ve güçlüydü; ne olursa olsun en ufak bir fırsatı bile değerlendirmemi söylüyordu. Diğer yanımsa gururlu ve büyük bir miktarda da kindardı. Kin tutmak asla övdüğüm veya yapmayı tasdif ettiğim bir şey değildi ama yaptığım şeyi de inkar edemezdim. Bir şekilde ona karşı kin tutuyordum: duygularımı incittiği için, beni sattığı için, beni yıktığı her şey için ona uzun bir süre kinli kalacaktım.  Odama çıktığımda öncelikli iş olarak sabah dağıttığım masanın üstüne yönelip karışıklığı düzeltmeye koyuldum. Büyüler ve sıkıcı fizik tarzı konuların olduğu konuları ayırıp bunları bir köşeye koydum. Dövüş teorileriyle ilgili olanlarıysa farklı bir köşeye koydum. Hala ortada bir program görememek canımı sıkmıştı. Bir süre daha masanın üstünü karıştırıp aradığım şeyin aslında tam da gözümün önünde olduğunu gördüm. Masanın dayalı olduğu duvara yapıştırılmıştı program ve kroki. Hatta oldukça özenle hazırlanmış her dersin nerede olduğu ok çıkartılıp gösterilmiş hatta ve hatta burdan oraya nasıl gideceğim belirtilmişti.  "İnce iş." diye düşünüp soyundum. Antrenman kıyafetleri dışında kıyafetim var mı diye merak edip dolaba yöneldim ve cevabımı aldım: istemediğim kadar vardı.  Antrenman kıyafetlerini de masanın üstüne bıraktıktan sonra duş almaya girdim. Su da diğer doğal her şey gibi beni rahatlatıyordu. Gerçi suyun etkisi sadece benim üzerimde değildi. Her şahıs yorucu bir günün ardından suyun onun yorgunluğunu alacağını bilirdi. Su kudretti.  Yapacak işim olmadığını bildiğimden uzun uzun duş aldım. Suyun aldığı sıkıntımınsa odanın içinde boş boş dolaşırken katlanarak geri gelmesi şaşırılacak şey değildi. Bir şeylerle uğraşmak istiyordum ama yapamıyordum. Ya yanlış yaparsam korkusuyla ne büyü ne element hiç bir şeye yanaşmamıştım. Ve bütün günlerini dolu dolu yaşayan biri konumundan vasıfsız biri konumuna düşmek içler acısıydı.  Tak, tak, tak. Bir delinin yağıyla kapı çalma stiliydi işte bu. Hayır nasıl bir varlıksın da elin varken ayağınla kapı çalıyorsun?  Tam olarak bu sözleri söylemek için kapıyı açtığımda karşımda koca bir tepsiyle duran Joseph'i gördüm. Tepsinin her köşeyi çeşit çeşit sebze yemekleri ve meyvelerle doluydu.  Ağır hakaret içerikli sözlerimi yutup istemsizce güldüm.  "N'apıyosun sen?"dedim nerdeyse kahkaha atarak. Bir yandan da kapıyı sonuna kadar açmış Joseph'e elimle içeri geçmesini işaret etmiştim.  "Yemeğe gelmediğini fark ettim. Ve yemek saatlerini bilmediğini varsayıp yemeği sana getirdim." dedi gülerek. Sonra ekledi. "Normalde yasak."  "Sen nasıl-"  "Yemek geldi işte sorgulamasana."diyerek beni böldü ve yemeği masamın üstüne bıraktı.  Bir süre tepsiyi inceledim ve bunların hepsini bitiremeyeceğime kanaat getirdim. İçlerinden tek bir şeyi yesem doyardım zaten.  "Bunlar çok fazla ama." diye itiraz ettim ve o bu tepkime güldü.  "Ne yediğini bilmediğimden hepsinden aldım. Hadi ye. O tepsiyi geri götürmem gerekecek."  Hemen dediğini yapıp yemeğe gömüldüm. O da yatağımda oturmuş beni izliyordu. İçimden bir ses yaptığı bu kibarlıkların yeni birine yardım etmekten daha ötede olduğunu söylüyordu ama içimdeki bu ses yüzünden elimde olan tek kişiyi de kaybedemezdim.  Ben yemek yerken Joseph'in çenesi hiç durmadı. Girdiği saçma bir dersin ne kadar saçma olduğunu ve adamın ne kadar gıcık olduğunu anlatıp durdu. Konuşkan ve arkadaş canlısı olması hoştu ama iş geyik muhabbetine geldiği zaman sıkılıyordum. Gerçi o da haklı. Başka ne yapabilirdi ki? Ben de onu ve kendimi bu sıkıcı konuşmadan kurtarmak adına hızla yemeği bitirip tepsiyi ona teslim ettim.  "Teşekkür ederim." demiştim sadece o çıkarken.  Geri kalan saatler geçmiyordu. Odada dönmekten bir hal olmuştum. Duvarlar beni geriyordu. Duvardaki tik tak sesi beni geriyordu. Uyuyamamak da beni geriyordu. Uyuyabilsem belki rahatlayacaktım ama zerre uykum yoktu. Uzun bir süre pencereden güneşin yükselmesini izledim. Biyolojik saatim kesinle bu saatte uyuyor olmayı reddediyordu. Günün en güzel saatlerinde uyumak çok saçmaydı!  Daha fazla odada kalamazdım. Eğer kalırsam elimden gerçekten bir kaza çıkacaktı. Antrenman kıyafetlerini geri giyip sessizce aşağı indim. Bu saatte odadan çıkmanın yasak olup olmadığını bilmiyordum ama yasak olsun olmasın bunu yapacaktım. Etrafı iyice kolaçan ettikten sonra antrenman yaptığımız binaya yöneldim.  Aslında kapıyı açana kadar her şey mükemmel işlemişti. Hiçbir sorun çıkmamıştı. Kapıyı açmamla karşımda gördüğüm kişiyse benim için işleri hiç de kolaylaştırmayacağını hissettiğim biriydi: Amanda.  O da çalışıyordu. Önündeki kum torbasını büyük bir hırsla tekmeliyorken benim gelmemle durup bir güzel beni süzdü. Umursamadan diğer taraftaki kum torbalarına yöneldim. Kimseyle tartışacak havada değildim. Tek istediğim bütün gerginliğimi kum torbalarından çıkartmaktı ve buna izin vermesi kendi sağlığı açısından çok iyi olurdu. Çünkü uzun zamandır ilk kez kendimi bu kadar kontrolsüz hissediyordum. İçimdeki güç patlayacakmış gibiydi. Ve ben o patlamasın diye onu içime tepip duruyordum. Gergin ve bunalımlı iç halim ise patlamak isteyen bana adeta itici güç niteliğindeydi.  Önce yumruk atarak ısınmayı denedim. Değil Joseph'in gösterdiği pozisyonlardan birini yapabilmek tutarlı bir şekilde bile yumruk atamıyordum. Attığım yumruklar anca mahalle arasında edilen kavgalarda geçerli sayılabilirdi. Hatta mahalle arasında kız kıza edilen kavgalarda. Öfke kontrolü yaşadığım barizdi. Ellerimin titremesine engel olamıyordum ve geçmesi için her seferinde daha da sert vuruyordum.  Amanda'nın yanıma gelip kollarını göğsünde birleştirip bana o uzun boyuyla tepeden tepeden bakmasıysa her şeyi daha beter hale getirmişti. En sonunda dayanamayıp geri çekilip Amanda'ya bakmaya başladım.  "Ne var?" diye sordum.  Hayır yani ayı mı oynuyor diyeceğim olmayacak.  "Neden burada olduğunu çözmeye çalışıyorum da, çok mantıksız." dedi ukala bir şekilde. Burada olmamın büyük bir hata olduğunu vurgulamak istiyordu herhalde.  "Sen neden burdaysan ben de aynı sebeple burdayım." dedim ellerimi arkama saklayıp.  "Benim yapabildiğim belli şeyler var. Neden hayatımıza özenen bir paraziti yetiştirmeye kalktığımızı açıkla bana." dedi bana yaklaşarak. Yaptığı şeyin ne kadar tehlikeli olduğunun farkında mıydı? Değildi elbette!  Geri çekilip kapıya yöneldim. Onunla bu tartışmaya girmeyecektim. Onun seviyesine düşmeyecektim.  "Ne söylediğine dikkat et sarışın." dedim sadece. Sarışın kelimesini söylerken tonlamama özen göstermiştim. Aptal sarışın diye adlandırdıklarımızdandı çünkü kendisi.  "Nereye gidiyorsun?" diye sordu bağırarak ben kapının kolunu tuttuğumda. "Nefes kesici yumruk darbelerini daha da izlemek istiyorum."  Kapının kolunu bıraktığımda kendimi kontrol etmeyi de bırakmıştım. İçimdeki öfke beni santim santim ele geçirirken ona döndüm. Alaylı gözleri benimkilerle buluşunca -ben de gördüğü her neyse-yanlış yaptığını fark etti. O alaycı bakışın yerini gizleyemediği bir endişe aldı. Korksa mı bunu alaya mı vursa henüz karar verememişti. Ama ben ona benden korkması gerektiğini gösterecektim.  "Nefes kesen, öyle mi?" diye sordum bir kaç adım ona yaklaşıp. Gerilemedi ama cevap da vermedi. Ben de bundan haz alıp devam ettim.  "Sana nefes nasıl kesilir göstereyim." diyip ona ve etrafındaki havaya odaklandım. Daha önce sadece bir yerdeki havayı çekmeyi hiç denememiştim ama yeterince odaklanırsam yapabileceğimin farkındaydım ve öyle de oldu. Bulunduğu yerdeki havayı yavaş yavaş oksijenden arındırıp karbondioksitle yer değiştirmesini sağladım.  Neler olduğunu anlayamadan elini boğazına götürdü. Nefes almak için çaba harcıyordu. Küçücük bir oksijen taneciğini yakalayabilmek için can çekişiyordu. Aslında onunla konuşup alay etmek istiyordum ama gözlerimi ondan alamıyordum. Diz çöküp ellerini başına götürdüğünde oksijensizlikten sadece ciğerlerinin değil diğer organlarının da zarar görmeye başladığını fark ettim. Benden korkması için bu kadarı yeterliydi ama duramıyordum. Kendimi durduramıyordum. Gözlerimi ondan alamıyordum. İçimde onu öldüreceğim korkusu yayılırken yaptığım şey daha çok çileden çıktı.  Ya korkudan ya da büyünün etkisiyle şiddetli bir şekilde sarsılmaya başlayınca büyünün beni de tüketebileceğini fark ettim. Ama hayır. Gücümde bir eksilme hissetmiyordum. Halsiz de hissetmiyordum. Bu farklıydı. Biri beni sarsıyordu. Bunu anladığımda kulağımda garip bir uğultunun olduğunu da fark ettim. Uğultudan kurtulmak için üstün bir çaba harcıyordum. Bulanık sesler vardı. Sadece bir ses. Adımı söylüyordu.  Adımı mı söylüyordu? Bu benim adım mıydı?  "Katarina, onu öldürüyorsun."  Bu benim adım mıydı? Uğultu kulaklarımdan kalktığında daha net duydum. Ve yere yığıldım.  "Katarina!"  Sesin içinde çaresizlik hissettim. Tanıdıktı ama kendimi onu tanıyacak kadar bilinçli hissetmiyordum. Ben kimdim? O kimdi? Katarina mıydı benim ismim? Yoksa rus aksanı...  Daha fazla tutunamadım. Sorular da beni geri getirmeye yetmedi.
"Neden hala uyanmadı?" diye soran sesin berraklığıydı ilk duyduğum. Son duyduğum sesle aynıydı.  "Vücudundaki bütün enerji gitmişti neredeyse, toparlanması zaman alacaktır haliyle." diye cevapladı aşırı nazik bir kadın sesi.  Sanırım benden bahsediyorlardı. Gözlerimi açıp onlara iyi olduğumu göstermek istesem de yapamadım. Göz kapağımı kıpırdatamayacak kadar yorgundum. Canım yanmıyordu ama yorgundum işte. O kadar ki, bedenim yatıyormuş da ruhum tavanda asılı kalmış gibiydi.  O aşık olduğum katı adamın bana doğru yürüdüğünü duydum. Yaklaştıkça kokusu beni daha çok cezbediyordu ama bunu ona yansıtabileceğim tek bir kasıma hakim olamıyordum. Aslında bu iyi bir şey olmalıydı. Uyandığımı bilmediği için yanımdaydı öyle değil mi?  Yavaşça bir sandalye sürükledi yanıma. Dirseklerini elimin hemen bitişiğine koydu ve orada öylece kaldı. Aklımda milyonlarca soru vardı şu anla ilgili, bilincimi kaybetmeden önce ne kadar hasara yol açtığımla ilgili, sonrasında bana ne yapacaklarıyla ilgili...  Ne kadar olduğunu hatırlamadığım bir süre boyunca Dimitri'nin nefes alıp vermesini dinledim. Bir çeşit meditasyon gibiydi. Farkında olmadan bana oldukça yardımcı oluyordu. Onun nefesine konsantre olduğumda kendimi daha canlı hissetmeye başlamıştım.  Aniden kapının açılmasıyla sandalyesini gıcırdatarak benden ayrıldı. Haliyle ben de meditasyon halinden çıkıp etrafı dinlemeye başladım. İçeriye girin kişinin kokusunu tanıyordum. Tanıyordum tanımasına da... Geçekten o muydu?  "Imm... Merhaba gardiyan Belikov." dedi Joseph. Evet, gerçekten oydu.  "Dersler bitti demek?" diye sordu Dimitri onun selamına karşılık.   Bir cevap bekledim ama gelmedi. Bunun yerine Joseph de yanıma doğru bir sandalye çekmişti. Dimitri'nin ne kadar önemli biri olduğunu düşünürsek ona cevap vermeme gibi lükse girdiğini sanmıyordum. Muhtemelen jest ve mimik yoluyla anlaşmışlardı.  "Burada olmanızı beklemiyordum." dedi bir süre sonra Joseph. Bu çocuğun açık sözlülüğüne gerçekten hayran kalmıştım.  Dimitri'nin nefes alışverişi hızlandı bir anda ama hemen kendini kontrol altına aldı.  "Sizin beklentilerinize göre hareket etmiyorum zaten gardiyan Runokie." diye cevap verdi.  Daha fazlası olmadı. Ama burada normal olmayan bir şeyler vardı. Dimitri neden kendinden aşağıda rütbesi olan birine saygı sözcüğüyle hitap etmişti gibi. Ya da neden birbirleri arasındaki gerilim hattını onca şeye rağmen hissedebiliyordum gibi. Ve eminim şu an gözlerimi açabilsem ikisinin gözlerinde de çok şey yakalardım. Tekrar denedim; ama olmadı. Kıpırdamayı reddediyorlardı.  İkisi de arkasına yaslandığında ben yine yaptığım işe geri döndüm; Dimitri'nin nefesine odaklanmaya. Eğer biraz daha karşılıklı bir ilişki olsa şu olayı sonsuza kadar seve seve yapabilirdim. Her ne kadar ondan nefret etmek için sebeplerim olsa da içimde bir şeyler  beni ona çekiyordu. Daha da önemlisi o, bana iyi geliyordu.  "Yat saati geçmeden yatakhaneye dönmenizi öneririm." dedi Dimitri sonsuzluk kadar uzun bir aradan sonra.  Joseph yine cevap vermemişti ama sandalyesini geriye itmesinden Dimitri'nin sözünü dinlediğini anlayabilmiştim. Fakat onun kapıya yönelmesiyle eş zamanlı bir biçimde biri kapıyı açtı. Hayatım boyunca unutamayacağım birine ait bir kokuyu taşıyordu kapıyı açan kişi. Gardiyan Dannowen.  Daha güzel bir şey söyleyeyim mi? Dannowen'ın girişiyle içimde havaya sıçrama isteği uyanmıştı. Ve bu duygu gözlerimi açmam için yetmiş de artmıştı bile. Hayret verici bir durumdu ama işin özü tekrar canlanmamı sağlayacak olan duygu sevgi-sakinlik değil korkuymuş meğer. Adam bende hayatım boyunca unutamayacağım bir izlenim bırakmıştı.  Adamın nefes nefese odaya girişiyle kimse gözlerimi açtığımı fark etmemişti ama. Hayat, işte bu kadar beklenileni beklenildiği zaman yapmayan bir şeydi. Hep gösterir hiç vermezdi.  "Geliyorlar!" dedi Dannowen kesik kesik nefeslerinin arasında. Gelenlerin yan komşu olmadığı çok açıktı. Dimitri de Joseph de soru sormadan hızla dışarıya çıktılar. Bir başka strigoi saldırısı daha olmalıydı. Geldiklerinde endişe edecekleri başka bir şey göremiyordum.  Süresini bile hatırlayamadığım bir süre boyunca sadece bilincim açıktı ve yanımda birilerinin varlığını hissedebiliyordum. Hissettiğim insanlarsa benim uyanmamı bekliyorlardı. Tam anlamıyla uyandığımdaysa odada kimsenin kalmamış olması gerçekten sinir bozucuydu.  Üstümdeki iğrenç hastane kıyafetine baktıktan sonra koluma bağlanmış serumu çıkarttım. Dimitri'nin bir saldırının ortasına gitme düşüncesi beni delirtmişti. İlk seferinde de ben olmasam belki yine kendini yem edecekti ve bunun tekrar olabileceğini bilmek karnıma kramplar girmesine sebep oluyordu.  Odanın içindeki tek büyük dolabı hızlıca karıştırıp en altından bana ait olduğunu düşündüğüm pantolonla kazağı buldum. Hani hep düşünürüz ya, aşk-sevgili bize her şeyi yaptırır diye... Çok büyük bir yanılgı. Korku, bize her şeyi yaptırabilecek esas duygu. Dakikalar önce göz kapağıyla savaş veren ben; şu an bütün kas ağrılarına rağmen bulduğum giysileri üstüme geçirirken bir yandan da koşuyordum.  "Nereye gidiyorsun? Hayır, gidemezsin!" diye haykıran hemşireyi de çoktan arkamda bırakmıştım. Galiba o hemşire Dimitri'nin benim durumumu sorduğu hemşireydi. Sesi oldukça bilindik gelmişti kulağıma.  O kadar nazikçe tutup çekmeye çalışmıştı ki kolumu, geri döndüğümde onu iteklediğim için ondan özür dileyecektim. Kesinlikle sesi kadar kibar biriydi.  Kimseye görünmemek için en yakın sınırdan dışarı attım kendimi. Bu denli yorgun olmasam eminim işler benim için çok daha yolunda gidecekti. Özellikle koku alma duyumu biraz daha iyi kullanabilsem. Fiziksel yetersizliğimden doğan sorun bana artı bir sorun daha getiriyordu; Dimitri neredeydi?   Görüşümdeki berraklıktan faydalanabilmek umuduyla bu sefer yakınımdaki bir ağaca tırmandım. Açıkçası bunun bir fayda sağlayabileceğini ummak düpedüz salaklıktı. Bütün etraf ağaçlıkken ben ağacın tepesinde olsam ne olacaktı sanki? Aşağıyı yine göremiyordum.  Güçlerimi kullanmaktan da inanılmaz çekiniyordum. Ne güç kullanabilecek enerjim ne de kullandığım güce sahip çıkabilecek hakimiyet dengem vardı. Aklıma sadece tek bir çözüm yolu geliyordu. Ve bu yolun çok riskli olduğunu da biliyordum ama çaresiz bir şekilde arkada bırakılmayı reddediyordum. Sonuçta bir strigoinin ağaca çıkma olasılığı oldukça düşüktü. Onlar beni bulmadan Dimitri'yi bulabileceğimi umut ederek gözlerimi kapattım.  Gözlerimi kapatıp doğaya konsantre oldum. Etrafı dinliyordum. Her ağacı, her hayvanı sakince dinlemeye çalışmak bütün stresimle birleşince hiç de kolay olmuyordu. Bir kitabı aslında bir saate bitirmek için hızlı hızlı okumanız gerekirken sadece sayfalarına göz gezdirerek geçmek gibiydi. Herhangi bir yerde Dimitri'nin kokusu veya görüntüsü var mı diye bakınıyordum etrafıma.  Arkamdaki buz gibi nefesle bulunduğum yere geri çekildim. Bütün tüylerim ayağa kalkmıştı. Bu nefesin, bu huzursuzluğun ne olduğunu çok iyi biliyordum. Anın donduğunu sanmıştım ama eğer biraz daha hareket etmezsem benim sonum olacağı kesindi çünkü anın donduğu falan yoktu. Var gücümle arkamı dönüp yumruk attığımda kolumdan yakalayıp beni aşağı fırlattı.  Sert bir şekilde yere çakılıp bir süre yerde sürüklendim. Hayal ettiğim sahneler kesinlikle bunlar değillerdi. Yine Dimitri'nin arkasını kollamam gerekiyordu ve hatta bunun için bana minnettar kaldığını görmek istemiştim. Öyle görünüyor ki, çok fazla şey istemiştim.  Savaşmak şöyle dursun düşüp kalkmaya alışkın olmayan narin vücudum yerden kalkmamakta ısrarcıydı. Üstüme uçacağı kanaatinde olduğum strigoiyi durduramasam da yavaşlatırım umuduyla iniş yapacağı yeri balçığa çevirdim. Benim için en kolay şeylerden biriydi balçık. Su ve topraktı sonuçta.  Galiba kolumu kırmıştım ayrıca. İnanılmaz bir ağrısı vardı ve inleyerek yerden kalkarken hareket ettiremeğimi fark ettim. Ondan kaçabilecek kadar hızlı değildim. İçimde yükselen adrenalinin bana bir şeyler yaptırmasını umut ediyordum ama tık yoktu. Ölmek için hiç güzel bir yol değildi.  Balçıktan çıkmak üzere olan strigoinin üstüne ilk gece yaptığım gibi ağacın dallarını sarmaya çalıştım. O kadar sinirliydi ki dallar daha havadayken kopartmıştı. Dallar koptuğunda ayrı bir çaresizlik kapladı içimi.  "O şeyleri indirebilmek için ne kadar enerji harcadım, haberin var mı?" diye sızlandım geri geri giderken. Onu oyalayarak akademi sınırına erişebilir miydim? Bilemiyorum, sanırım tek şansım buydu.  Strigoinin kırmızı gözlerinde alaycı bir bakış gördüm. Solgun yüzü gülmeye çalışıp sivri dişleriyle taçlandırıldığında çok daha korkunç bir izlenim yaratıyordu. Ve bu korkunç yüzün neye neşelendiğini hemen anlamıştım. Arkamdaydı. Onun gibi bir başkası vardı.  Göz bebeklerim yuvalarımdan çıkacak zannettim. Arkamdaki adamın üstüme atlamasıyla kulakları sağır edici bir çığlık koparttım. Korkusunu içinde yaşayabilen kişilere çok hayrandım; çünkü asla öyle olamamıştım. O üstüme atladığında öleceğimi biliyordum ve boğazımı yırtarak geçen çığlığı serbest bırakmıştım.  Çığlık atmak... Bilmediğim başka bir gizem olmalıydı. Çığlığımla bütün doğanın ayaklanmasını beklememiştim çünkü. Çok sayıda kuşun üzerimden geçmesinin ardından oldukça hırçınlaşmış bir yığın baykuş strigoinin gözlerini oyuyordu. Acıtmış olacak ki beni bırakmak istemese de, tırnakları tenimi deşe deşe tutunmaya çalışsa da üstümden inmek zorunda kaldı. Sendeleyerek ondan uzaklaştığımda balçığa sapladığım strigoinin psitazılar tarafından sürüklendiğini gördüm.  Psitazıları sadece kitapta anlatılan kadar biliyordum ama bir psitazı gördüğünüzde onları gözlerinden hemen tanıyabilirdiniz. Kıpkırmızı, öfke saçan gözleri vardı. Bu yönüyle strigoilere çok benziyorlardı ve onları da diğer hayvanlar gibi kontrol edebileceğim aklımın ucundan bir an olsun geçmemişti. Fakat ordaydılar; büyük gövdeleri ve salyalar saçan ağızlarıyla az önce bana alayla bakan strigoiyi parçalara ayırarak götürüyorlardı.  "Nasılmış?"dedim hafifçe bağırarak. Sanırım adrenalin çeneme vurmuştu. Bir strgoiye gövde gösterisi yapmak da neydi? Yapıyordum işte. "Söylesene, şimdi kim eğleniyor!"  Arkamda kalan strigoi bana gelmek için hamle yaptığında hala daha önümde dikilmekte olan psitazı onun üstüne atladı. Psitazılarla ilgili bilinmesi gereken en önemli şeyler; çok güçlü ve çok tehlikeli olduklarıydı. Bir strigoi öldürebilecek kadar güçlü.  "Senin için gelecekler." dedi yere tükürerek. Sesinden acı çektiği fazlasıyla belli oluyordu. "Seni istiyorlar."  Sırf yere tükürdüğü için bile gidip ağzına tekme atmak istiyordum. İşin ucunda bacağımı kırma riski olmasa bunu yapardım da.  "Seni bir kere bulduk." diye devam etti. Tanrım, bu varlıklar bu kadar konuşuyorlar mıydı? Ben onların sadece yakala ve öldür programlı oldukları düşünmüştüm hep.  Tek kolunun tazının ölümüne yakaladığı ağzında kalmasını fırsat bilerek tekrar bana atladı. Eskisi kadar hızla gelmemesinden eskisi kadar güçlü de olamayacağını umarak sağlam kalan elimle çenesine yumruk attım. Üzgünüm, sağlamlık konusunda bir dirhem eksilme yoktu. Olan yine bana olmuştu.  Tazının strigoinin üstüne atlamasıyla ikisini de üstüme düşürecek korkunç bir tabloya sürüklendik. En altta acıyla inleyen ben. Ortada beni ısırmaya çalışan bir strigoi ve en üstte onu ısırmaya çalışırken bütün dişlerini bana gösteren bir adet psitazı vardı.  Ellerimi -bütün o felç edici acıya rağmen- strigoinin omzuna yerleştirip dişlerinin benden uzakta kalmasını sağlamaya çalışıyordum.  Bir yandan kafamı da sağa sola kaçırarak çırpınırken üçüncü bir yüz daha gördüm. Öyleyse bugün beni öldürmeye yemin etmişlerdi değil mi? Daha fazla dayanamayacaktım.  Ellerimi strigoinin omzundan çektim ve yüzümü kapattım. Acının beni saracağı anı bekliyordum; ısırıldığımda olabilecekleri bekliyordum. Olmadı. Strigoinin kafası ellerime çarpacak şekilde üzerime düştü ve ardından tazının acı inlemelerle kaçışını duydum.  Titriyordum. Titreyen bedenimle üstümdeki strigoi de sarsılıyordu. Ama bu da fazla uzun sürmedi. Ağırlığı üstümden kalktı. Neler olduğunu görmek için bile gözlerimi açamıyordum. Ellerim yüzüme kenetlenmiş gibiydi. Gerçi ellerimi indirebilsem bile öyle yoğun ağlamıştım ki bir yere odaklanıp baktığımda sadece buğulu bir şeyler görebilirdim herhalde. Oysa ağladığımın farkında bile değildim. Ne ara böyle kör edici bir raddeye varana kadar ağlamıştım ben?  "Katarina, bana bak."  "Geçti, buradayım. Katarina."  Sesin Dimitri'ye ait olduğunu biliyordum. Başka kimse ismimi rusça bir şekilde söyleyemezdi herhalde. Öyleyse ölmüş olabilir miydim?   Cevap veremedim. Vermedim değil ama. Veremedim. Bir şeyler söylemek için ağzımı açtığımda çıkan tek şey hıçkırık olmuştu.   Güçlü elleri ellerimi kavradığında daha farklı hissettim. Acı. Korkunun yerini acı alıyordu. Onun ellerimi indirmesine izin verdiğimi sanmış olabilirdi ama durumum daha çok kendimi kasılmaktan kaynaklanan acıdan kurtarmaktı.  Ellerimi indirdiğimde bu sefer onun elleri yüzümdeydi. Gözyaşlarımı siliyordular. Şu an toparlanıp konuşabilmeyi çok istedim.  "Benimle ilgilenmen için ölüyor olmam mı gerek?" diye sormak istedim.  Gözyaşlarımdan arındığımda kısık bir şekilde ona baktım. Oldukça endişeli görünüyordu. Alnı kırışmış, gözleri dört dönüyordu. Sonunda gözlerimi açtığımı gördüğündeyse hafif gülümsemeyle karışık bir rahatlama oturdu yüzüne.  Yay gibi gerilmiş vücudu gevşedi ve omuzları düştü. Terden yüzüme yapışan saçlarımı geriye ittirdi ve beni kucakladı. Bir yandan da söyleniyordu.  "Sen kendini öldürmek mi istiyorsun?"  "Ne zaman uyandın da dışarı çıktın?"  "Yanından ayrılmaya gelmiyorsun!"  "Bundan sonra seni akademiye bağlayacağım, hiçbir yere gidemeyeceksin Katarina." dedi sınıra girdiğimizde sinirle nefesini verip. İsmimi cümlenin sonuna nokta gibi koyuşundan azarlamasının bitmiş olacağını varsaydım.  "İstediğin kadar bağla," dedim zor çıkan bir sesle. "Peşinden geleceğim."  Şaşkınlıkla bana dönen yüzünden bilincimin açık olabileceğini tahmin etmediğini okuyabiliyordum. Şaşkın suratı bir nebze olsun eğlenmeme yol açtı.  Söylediğim söze memnun olmamıştı ama. Şaşkınlığı hiç vakit kaybetmeden sinire dönüştü ve bana bakarken tuttuğu nefesi sabırsızlıkla yüzüme üfledi.  Bir cevap verdi. Nefesini yüzüme üflerken bir şeyler söyledi ama anlamamıştım. Rusça olduğunu tahmin ettiğim bir şekilde hızlı bir cevap verdi. Ve adil olmayan bir şekilde konuşmayı sonlandırmış bulundu. Bunun hesabını soracaktım elbette. Acılarım katlanılabilir düzeye gelir gelmez, soracaktım.
Gözlerimi tekrar açtığımda başladığım yerde olduğumu gördüm. Sanki hiç hastaneden çıkmamış gibiydim. Daha beş dakika önce Dimitri'nin nefesini dinliyordum gibi gelmişti hatta. Fakat doğrulduğumda yanımda kimsenin olmadığını gördüm. Ne yalan söyleyeyim, üzülmüştüm. Ama kimse benim bakıcılığımı yapmak zorunda değildi ve şu an burada kimsenin olmaması normaldi.  En azından kendi kendimi bu şekilde avutmuştum.   Doğrulup ayaklarımı yataktan aşağı sallandırdım. İlkine göre çok daha iyi hissediyordum ama sanki üstümden tır geçmiş gibiydi. Ağzımın içinde acı bir tat vardı ve gözlerim beyaz ışığa isyan ediyorlardı. Bunlar ilk hissettiklerimin yanında devede kulak kalırdı. O yüzden, memnun bir tavırla gözlerimi ovuşturup serumumun bağlı olduğu metali yürüterek kapıya yürüdüm. Bir hemşireden bunu çıkartmasını rica edecektim. Ya da hiç değilse ne zaman buradan çıkabileceğimi öğrenmek istiyordum.   "Ah, Tanrım!"diye ağıt yaktı biri beni görür görmez. Benim nazik hemşiremdi elbette. "Senin yatakla olan zorun ne?"diye sordu kadın yanıma geldiğinde.   Bir süre aval aval bakındım kadının suratına.   "Ben... Ne?"  "Sen ya, tabii."dedi ve sürüklediğim serumdan tutup beni odaya geri soktu.   "Ne oldu?"diye sordum şaşırarak. Onu bu kadar kızdıracak ne yapmış olabilirdim ki? Serumumu da çıkartmadan gitmiştim oysaki.   "Gözümü iki dakikalığına senden ayırıyorum; bir bakmışım kalkmış yürüyorsun."  Nazik tabiatına bu sinir hiç uyum sağlamamıştı ama onu bu kadar kızdıran şeyin öteki gidişim olduğunu anladım. Eğer dayak yemeden dönsem bir anlamı olabilirdi belki ama hem onu dinlemeyip çıkmam hem de sonrasında dayak yiyip dönmem hoş değildi. Haklı olarak bana kızıyordu.   "Özür dilerim,"diye mırıldandım mahçup bir şekilde. "Neler oldu?"  Önündeki kağıtlara bakarken yarım ağızla gülümsedi. Ama anında gülümsemesi soldu.  "Enerjim yok denecek kadar azken dışarı çıktın. Ve geri döndüğünde sana morfin vermem gerekti. Çok fazla ağrı çekiyordun."  Özür diler gibi bir hali vardı. Bu haline anlam verememiştim ama devam etmesi için bekledim. Ölüm gibi gelen bir sessizliğin ardından sonunda dayanamayıp "Bu kadar mı?"diye sordum.   "Morfin enerjin olmadığından olsa gerek seni uzun bir uykuya-"  "Uzun derken?"diye atladım lafının ortasına. Uyuyan güzel masalına dönmemişimdir umarım. Gözlerimi elimde olsa alnıma kadar pörtlecektim.   "3 gündür uyuyorsun."dedi yine o mahçup ifadeyle.   Neyse, o kadar da çok sayılmazdı. Bir saniyeliğine de olsa aklımdan geçen uyuyan güzel fantezisine göre çok daha iyiydi.  "Nasıl hissediyorsun?"diye sordu serumuma bakarken.  "Gayet iyiyim. Ne zaman çıkabilirim?"  Sorumla birlikte kadının kaşları saçlarına değecek kadar kalktı. Şaka yapıyor olmalısın bakışları atıyordu bir yandan da. Ama eğer üç gündür buradaysam, derslerden oldukça geri kaldım demekti. Üstüne üstlük sonucunu bilmediğim çok fazla şey yapmıştım. Spor salonundaki kız gibi, strigoi saldırında yaptıklarım gibi. Gündemden bu kadar uzak kalmak hoş değildi.   "Zamanı geldiğinde çıkacaksın. O zamana kadar... Lütfen, yatakta kal."dedi adeta yalvaran bir sesle.   Cevap vermesem de olumlu anlamda kafamı salladım. İşini iyi yapmak isteyen birine zorluk çıkartmak istemezdim. Kendisi de bunu anlamış olacak ki memnun bir şekilde gülümseyip odadan çıktı.   Kısa bir süre kadının çıktığı yere boş boş bakındım. Ve bu süre bile bana sonsuzluk gibi gelmişti. Daha sonra odadaki her bir eşyayı incelemeye koyuldum ama bu da eğlenceli bir iş değildi. Kapının sağ tarafındaki duvarda fazla büyük olmayan beyaz bir dolap vardı. Bir masa ve etrafında üç sandalye; bir de benim yatağımın yanında duran bir komodin vardı. Komodinin üstünde bir şey olmamasından mutsuzlukla gözlerimi masanın üstüne çevirdim.   Masanın üstüne bırakılmış bir dizi kitap dikkatimi çekti. Kitapların isimlerini okuduğumda yüzümde bir gülümseme oluştu. Kovboy romanıydı her biri. Ve bu devirde kovboy romanı okuduğunu bildiğim tek bir kişilik vardı; Dimitri.   Kitapları daha yakından incelemeye karar verdim. İçimdeki ajan dürtüleri ayağa kalkmıştı. Ya serumla yerimden kalkmaya üşenmekten ya da güçlerimin ne alemde olduğunu merak ettiğimden kitapları almak için havayı kullanmaya karar verdim. Elimi kaldırıp kitaba ve kitabın etrafındaki havaya odaklandım.   Kitap hafif bir kıpırtıyla elime gelirken kapı açıldı ve kıpkırmızı kesilip kapıya döndüm. Yaptığım ayıp ya da saklanması gereken bir şey değildi ama kendimi suç üstü yapılmış gibi hissediyordum.  Girenin Jo olduğunu görünce biraz rahatlamış hissetmiştim ama onun havadaki elime imalı bakışlar atması beni biraz rahatsız etmişti.   "Hoşgeldin tatlım."dedim sıcak bir gülümsemeyle. Elimdeki kitabı da yastığımın altına koydum hemen.   Başıyla selam verdi ve masanın etrafında olan sandalyelerden birini çekip oturdu. Oldukça dik ve ciddi bir oturuşu vardı. Küçüklerin de olgun olabildiğini biliyordum. Ya da büyümüş de küçülmüş diyebileceğimiz tarzda küçüklerin olduğunu... Jo'nun yaptığıysa ürkütücü derecede bir büyüklüktü. Karşımda iş görüşmesi için gelmiş biri izlenimi uyandırıyordu ve bu hiç normal değildi.   "Nasıl hissediyorsunuz?"diye sordu. Sesi ne kadar cici kız tonunda olsa da soruşu yine oturuşundaki ciddiyeti taşıyordu.  "Teşekkür ederim, gayet iyiyim."diye cevapladım onu, gereksiz düşüncelerimden kurtulmaya çabalayarak. Bu kadar güzel yüzü olan bir kızdan olumsuz elektrik almam imkansızdı.   Kraliçe'nin giyim tarzını andıran bir şekilde eski ve kraliyetvari giyiniyordu. Kızıl, kıvırcık saçlarından bahsetmiyorum bile. Müthiş bir varlıktı doğrusu. Tam anlamıyla özenle yaratılmıştı. Cam gibi mavi gözleri ve kendine yakışır beyazlığıyla ilerde her istediği adamı peşine düşürebilirdi. Hatta istemediği kadar erkek olurdu peşinde.   "Sizinle konuşmam gerektiğine karar verdim."dedi bir süre beni inceledikten sonra eteğini hafifçe önüne toplayıp.   "Tabii,"dedim. "Ne istersen."  İlk gördüğüm günkü gibi sevimli durmuyordu şu an. Hatta acaba yaşı hakkında yanlış düşünmüş olabilir miydim diye sorguluyordum kendimi. Yaşıtım olabilir miydi?   "Öncelikle birebir tanışmadığımızdan kendimi takdim edeyim."dedi ve ayağa kalkıp reverans yaptı. "Ben Joanna Ran."  "Catherine Davies."diye karşılık verdim kafamı hafifçe aşağı eğerek.   "Bana olan şefkatli bakışların dolayısıyla kendimi açıklama gereği hissettiğim bir başka mevzu da yaşım. 112 yaşındayım."  Yemin ederim, yaşadığım şokun büyüklüğü atmosfer sınırlarını zorlardı. Kafam karışarak ona baktım. Büyük bir şaka yapmasını umuyorum. Eğer vampir değilse tabii. Ama vampirse bile bu kadar küçük görünmesi hiç normal değildi.  "Özür dilerim ama..."diyip sustum. Kraliçe'nin en güçlü büyücülerden biri diye tanıttığı birinin hoşuna gitmeyecek bir şeyler söylemekten çok çekinmiştim.   Hafifçe kıkırdadı.   "Anlıyorum, göz yanılgısı."dedi benim onun hakkındaki görüşlerimi açıklığa kavuşturarak. "Gelişme bozukluğu olan bir vücudum var. Hiç büyümüyorum." dedi buruk bir gülüşle.   Sustum. Ne denirdi ki? Geçmiş olsun mu? Üzüldüm mü? Ya da dalga geçme benimle diye kızsa mıydım?   Aklına bir şey gelmiş gibi kafasını kaldırıp heyecanla suratıma baktı.   "Karşılaşmamanı tercih ederim ama eğer ikizimi görürsen olabileceğim hali yansıtıyor kendisi."  "O da akademi de mi?"diye sordum merakla. Çok ilginç bir durumdu ve bana neden anlattığını merak ediyordum.   "Maalesef,"dedi hüzünle. "O karşı tarafta."   "Karşı taraf?"diye fısıldadım. Bu sürpriz ziyaretin gidişatından hiç hoşlanmamıştım. Yine başıma bir iş açmaktan korkuyordum. Tekrar uzun süreli uykuya dalmak istemiyordum.   "Endişelenmene gerek yok."diye telkin etti beni. "Buraya sana asıl hikayeyi ve kim olduğunu anlatmak için geldim."  Kendimi dikleştirip gözlerinin içine baktım. Şaka yapıp yapmadığına emin olmak istiyordum. Ve ne yazık ki gözlerinde ne kadar derine insem de en ufak bir mizaha rastlamamıştım. Aslında rahatlamam gerektiğini biliyordum ama bunu bana sunuş biçimi içimde alarmlar çalmasına sebep oluyordu.   Yine de... Derin bir nefes alıp "Dinliyorum." diyebildim.   "Nereden başlayacağımı bilemiyorum. Kafanı karıştırmamaya çalışacağım ama yine de bütün dikkatini bana vermelisin." dedi hiç hareket etmeden sandalyesiyle yanıma geldi ve elimi tuttu.   Bir anda gözlerimin kararmasıyla bulunduğum mekan değişti. Ormanlık bir alandaydım.   "Bu taraftan gitmeliyiz!"diye bağıran kız çocuğuna döndüm. Bu Jo'ydu.   Ne yaptığını sormak için yanına gitsem de beni görmedi. Kendisinin birebir aynısı olan kızın yanına gidip kolunu çekiştirdi. Hatta o mu diğeri mi Jo'ydu ayıramamıştım. Bulunduğumuz yer benim bütün yılımı geçirdiğim ormana çok benziyordu ama bundan biraz daha karanlık ve nemliydi.   "Bu şekilde işlemiyor Josett."diye azarladı öteki. Yanılmıştım. Bu konuşan Joanna'ydı. İkizler gerçekten mucizevi varlıklardı. Bu kadar mucizevi olmalı yetmiyormuş gibi bir de güzellik mucizesiyle taçlandırılmışlardı.   "Annem doğayı keşfetmemiz gerektiğini söyledi."diye kaşlarını çattı Josett. Sinirli bir şekilde arkasını dönse de yan gözle Joanna'ya bakmaya çalışıyordu.   "Doğayı keşfetmek için onu dinlemeliyiz."  "O zaman bu hiç keyifli olmaz!" diye cevap verdi hemen Josett. "Doğa ana bizden eğlenmemizi isteyecektir eminim."  "Senden koruyucu değil, olsa olsa soytarı olur."diye söylendi Joanna yere otururken. Josett de oturdu. Söylediği şeye bozulmuştu ama bunu ona göstermemek için kıvırcık saçlarını yüzüne düşürüp kendine siper ediyordu.   Benim yaptığım meditasyonlara çok benzediğini fark edip yanlarına gittim ama sahne tekrar değişti. Bu sefer saraya benzeyen bir yerdeydim. Oldukça ihtişamlı, loş ışıklı bir salonda hatta. İkizler birbirleriyle dans ediyorlardı ama bu sefer onları ayırmak mümkündü. İçlerinden biri daha büyüktü. Saçları daha uzun ve daha koyuydu. Yüzü sivrilmiş boyu uzamıştı. Josett bu olmalıydı. Afrodit'in özel tasarımı olmalıydı. Joanna da lanetlenen kız kardeşti herhalde.  "Ben artık bunları yapmak istemiyorum."diye dans etmeyi bıraktı Josett.   "Neden?"diye sordu Joanna. Hala dans ediyordu. Bu şekilde bakınca ablasına aldırış etmeyen küçük bir çocuk gibiydi. "Zaman geçirmemize yardımcı oluyorlar."  "Artık doğayı devralmamızın zamanı gelmedi mi? Bir asır devirdik Jo! Ben hazırım!"  Sesi neredeyse boş olan odada yankı yapmıştı. Öfkesini kontrol edemiyor gibiydi. Neye hazır olduğunu öğrenmek için can atıyordum ama Joanna beni de deli edebilecek bir sakinlikte dans etmeye devam ediyordu.  Bir an için garip bir dürtü hissetim. Benim anılarım değildi bunlar ama Jo'nun bana göstermesinden dolayı onun hislerini algılayabiliyormuşum gibiydi. Cevap vermek istemiyordu. Bu yüzden dans etmeye devam ediyordu. Her neye hazır olacaklarsa kendisinin Josett'den daha güçlü olduğunun farkındaydı ve bu, onu üzeceği için konuşmak istemiyordu.   Josett'in kolunu tutmasıyla gözlerini açtı.   "Ben hazır değilim."dedi kırılgan bir sesle. Aslında hazırdı ama yalan söylüyordu.   Josett'in ağzını açmasıyla bir kavga başlayacak gibi hissetsem de sahne ayaklarımın altından kaydı. Bu sefer göl kenarındaydık. Ama oldukça kalabalıktı etraf. Joanna'yı bulmakta hiç zorluk çekmedi gözlerim. Hemen onun yanına yöneldim.   "Anne, burada bulunmak istemiyorum."diyordu karşısındaki güzel kadına. Kadının biraz daha asi bir çehresi vardı. Hatta neredeyse erkeksiydi ama yine de bu, ona daha ayrı bir çekicilik katmıştı.   "Hayır."dedi oldukça otoriter bir sesle. Bu hayırın karşısında kimsenin durabileceğini zannetmiyordum ki Jo da düşündüğüm gibi yapıp boyun eğdi.   Hisleri bana geçiyordu ama. Üzgündü. Hatta kalbi kırıktı. Kendini olduğu yere ait hissetmiyordu ve etrafıma bakınca nedenini anladım. Josett'in kolunda oldukça yakışıklı bir çocuk vardı. Hayalleri süsleyebilecek tarzda biriydi. Sarışın, uzun boylu...   Etraflarındaki kalabalık gruba laf yetiştiriyorlardı ikisi de. Joanna'nın o tarafa bakıp iç çektiğini gördüm. İçim burkulmuştu. O her zaman bir çocuk olarak kalacaktı. Ne kadar olgun olursa olsun. Herkes yaşlanmayı durdurmak için çaba harcarken burada kız, belki de yaşlanmak için her şeyini verebilirdi.  Merakla Josett'in olduğu tarafa yürüdüm. Aslında yürüyen ben değildim. Joanna'ydı. Ben de onu takip ediyordum.   Gölün kenarında birbirleriyle şakalaşan grubun yanına gelince durup herkesi selamladı.   "Adrian!"diye çığlık attı Josett kolundaki çocuğu çekiştirip. "Kardeşim, Joanna."dedi eliyle Joanna'yı gösterirken.   Herkes Joanna'ya daha büyük bir ilgiyle bakıyordu artık. Bunu bildiğinden o da kendisini oldukça güçlü göstermeye çalışıyordu. Duruşu dik ve gözleri bir nebze olsun boşluktaydı.  "Görebiliyorum,"dedi Adrian gülerek. "Auralarınız... İç içe geçmiş gibiler."   Onun sözleriyle gözlerimden ateşler çıktı diyebilirim. Adrian! Adrian bizim kitaptaki Adrian'dı. Kraliyet soyundan olan çocuk. Diğer bir ruh kontrol eden. Rose'a aşık olduğunu bildiğim ve terk edildiğini sandığım adam. Aslında Rose'la beraber akademiye cephe alan adam. Aman Tanrım! Karşı taraf derken kast ettiği... Adrian'la beraber olması mıydı? İyi de... Adrian Rose'la beraberse bu nasıl olabilirdi?   Uyanıp soru sormak istiyordum. Milyonlarca hem de. Ama nasıl uyanacağım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Sahnenin değişmesine izin verebildim sadece.  Bu sefer üç kişi bir odadaydılar. Anneleri ve ikizler. Kadın ellerini beline koymuş ve kaşlarını çatmıştı.   "Ne demek biz değiliz!"diye bağırıp odadaki her şeyi havaya uçurdu Josett. "Biz büyücüyüz! Biz doğayız! Bizler doğa ananın varisleriyiz!"   Annesi konuşmak için ağzını açtıysa da Josett yokolurcasına odadan çıktı. Kapıyı çarptığında odadaki duvarlar dahi sallanıyordu. Ama ne kadın ne de Joanna bundan etkilenmişti.   Kadın elini hafifçe yukarı kaldırdı ve etraftaki her şey eski haline gelmişti. Camın önündeki çiçekler saksıya geri girmiş, şöminenin üstünde duran kristal parçalar tek parça halinde yerlerini geri almışlardı.   Kadın da şakaklarını ovuşturarak şöminenin karşısındaki bordo renkli koltuğa oturdu. Bitkin görünüyordu.   "Neden?"diye sordu Joanna şöminenin karşısında durup. Annesinin tarafında durup ona bakınca onun görkemli duruşuna hayran kalmıştım. Şöminedeki ateş saçlarına vurdukça kendisi de bir alevden bir kızmış gibi duruyordu. Annesinin de hayran kaldığına emindim.   "Ben sizi adımıza yakışır bir şekilde eğitmekle görevliydim benim güzel kızım."dedi kadın yorgun bir sesle. "Kimin seçileceğine karar vermek tamamen doğanın kendi kararı."  Joanna şiddetle başını salladı.  "Tamam da neden?"diye ısrar etti.   İçinde hem suçluluk vardı bu sorunun hem kırgınlık. Kendini ve hatta görüntüsünü suçlu görüyordu biraz da. Eğer sahip olduğu güç Josett'de olsaydı doğa ananın onu seçmemesi için hiçbir sebep yoktu, diye düşünüyordu.   Annesi ayağa kalkıp kızının yüzüne düşen saçlarını geri itti ve onu sarmalayıp saçlarından öptü.   "Ne düşündüğünü görebiliyorum."dedi kendisinden çıkacağını hiç düşünmediğim kadar kadife bir sesle. "Bunun sana olanlarla ilgisi yok. Bu, tamamen kim olduğunuzla ilgili."  "Kibar olmana gerek yok anne." dedi Joanna ağlamaklı bir şekilde. Omuzları çökmüştü bu defa. "Josett'in savaşçı ruhunu görmemek körlük. Güçlerimi ona aktarabilseydim eğer-"  Kadın Joanna'yı omuzlarından tutup kendinden uzaklaştırıp sözlerini bitirememesine sebep oldu. Bakışları da buna sebep olmuş olabilirdi. Çok korkunç bakıyordu.   "Sizin annenizim Jo. Sayamayacağım kadar uzun bir süredir hayattayım ve sence benim gözümden bir şey kaçabilir mi? İkinizin de nasıl biri olduğunuzu yakından biliyorum. Josett bütün dengeye sahip olmak için fazlasıyla tutkulu karaktere sahip. O, hayatı uçlarda yaşamak için yaratılmış. Ve sen... Çok güçlüsün. Ama senin içinde de tutku çok az yer kaplıyor. Sebebini de görebiliyorum. Olduğun kişi yüzünden, vücudun yüzünden bu şekilde biçimlendi karakterin. Ama doğa güç değil denge ister. Biraz tutku, biraz sükunet gerekir. Doğa bunu başka bir vücutta bulmuş olmalı."  Bahsettikleri ben miydim? Doğa, güç, seçilmek? Joanna'nın elinden bir şeyleri kaçırmış gibi hissetmiştim kendimi ve bu bile kendimden nefret etmeme sebep olmuştu. Bütün bunlar ne demekti onu bile bilmiyordum ve onun bütün hayatı boyunca hazırlandığı şeyi elinden mi almıştım?   "Peki, onu nasıl bulacağız?"diye sordu Joanna gözündeki yaşları silip.   "Doğadaki değişimin herkes farkında. Yeni bir varisin geldiğinin farkındalar. Onu arayacaklardır. Bulduklarında gerekirse biz de orada oluruz. Ama bir varise karışmak kimsenin haddi değildir benim küçük kızım, sakın unutma. Onlar için doğru yol göstericisi; onu seçendir."  Ne? Benim için doğru yolu kim gösteriyordu? Benim neden haberim yok böyle bir şeyden?   Tekrar değişen bir sahneyle gözlerim doldu. Az önceki heybetli kadın ölü bir şekilde Joanna'nın kucağında yatıyordu. Joanna her ne yaptıysa gözlerini açtırtamadı kadına.   "Josett!"diyen çığlığıyla gözlerim aralandı.   Tekrar hastane odasındaydım. Kafam allak bullak olmuştu. Ben kimdim? O kimdi? Orada neler olmuştu? Annesine ne olmuştu?   "Annen?"diye sordum ağlamaklı bir sesle.   "Öldü."dedi buz gibi bir sesle. Muhtemelen yıllardır yaptığı pratikten dolayı hiç zorluk çekmeden güçlü duruyordu. "Josett öldürdü." diyip kollarını göğsünde kavuşturduğunda kalp krizi geçirip öleceğimi zannettim. Hatta gidip kendi ellerimle Josett'i öldürmek istedim. Bir insan neden kendi annesine böyle bir şey yapardı?  "O istemedi."diye düşüncelerimi böldü Jo. "Adrian'a yemin etmişti. Adrian'ın isteği üzerine yapmak zorunda kaldı."  "Nasıl?"diye sordum ısrarla. O bir büyücüydü. Eğer direnseydi... Eğer yeterince isteyseydi...  "Sana akademiye bağlılık yemini ettirdiğimi hatırlıyor musun?"diye sordu üzerime eğilip.  Evet anlamında kafamı salladım. Ama eğer bu büyüyü bahane edecekse kendini kandırdığını düşünecektim. Hala kendi irademe sahiptim ve önemli kararları kendi kendime verebileceğime inanıyordum. Bana ettirdiği bağlılık yemini parmaklarımı karıncalandırmaktan öteye geçememişti.   "O yemin göründüğü kadar basit değil aslında. Çok özel bir büyüdür. Tıpkı hipnoz etkisi gibi düşün. Söylenileni aynen yapmak zorunda kalırsın. Bunun çok tehlikeli bir şey olduğunu söylemekle beraber senin böyle bir şey için endişelenmene gerek olmadığını da söyleyebilirim. Çünkü sen... Osun. Doğa ananın seçtiği varis sensin. Üstünde herhangi bir büyünün geçerliliği yok. Kendi yaptıklarından başka."  Anlama kıtlığı çeken biri asla olmamıştım ama bunları hazmetmek istemiyordum. Onun olası geleceğini kendi üstümde görmek istemiyordum. Müthiş gözleriyle gözlerim buluştuğunda onun varlığını sorgulatan kişi olmak istemiyordum. Bütün bunların yanı sıra... Bana neden bunları anlatıyordu ki? Nasıl bir yüce gönüllülüktü ki, senden çaldığı şeye rağmen birine yardım etmek isterdin?  "Bana bunları neden anlatıyorsun?"diye sordum kaşlarımı çatarak. Hiç mantıklı gelmiyordu.   Gülümseyip sandalyesini geri yerine çekip yastığımın altına koyduğum kitabı da kendine çekti.   "Çünkü..."dedi kitabın içine şöyle bir göz atıp. "Kim olduğunu ve ne kadar değerli olduğunu bilmiyorsun. Ve seni bir savaş uğruna harcatmak istemiyorum."  Güldüm. "Sen de bu savaşın içinde değil misin? Harcanacağını düşünüyorsan neden bu taraftasın?"  "Benimki ailevi meselelerden kaynaklanıyor Catherine. Her ne kadar Adrian davasında haklı olsa da... O ölmeden benim kardeşime kavuşmam gibi bir durum söz konusu değil."  "Ne güzel işte."diye söylendim. "Madem önemli biriyim, kazanmanıza yardımcı olurum işte."  Bıkkın bir ifadeyle gözlerini devirdi.   "Annem kadar yaşlı olmayabilirim ama sana kıyasla oldukça yaşlıyım güzelim. Uğruna savaş verdiğin şeyi ve kendini bu uğurda nasıl risklere atabileceğini görebiliyorum. Ve hayatımı adadığım kutsal bir şeyin dampir bir erkek yüzünden heba olduğunu görmeye dayanamam."  Olayı Dimitri'ye nasıl çektiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Ve bana bu şekilde neden karıştığına da anlam verebilmiş değildim.   "İstediğin şeyi elinden aldığım için çok, çok özür dilerim."diye başladım ama Jo elini dur anlamında kaldırıp beni durdurdu.   "Bunu ben istemiyordum. Başından beri bunu isten Josett'ti. Ben sadece seçilme olasılığı daha yüksek olandım. Ama senin seçilmiş olman... İnan içimi rahatlattı. Yani Josett'in bu konuda ne kadar saplantılı olduğunu biliyorum ve onun öfkesini kendimde istemezdim."  "Ayrıca,"dedi ben tekrar konuşmaya çalıştığımda. "Sorun Adrian'la savaşmak, Josett'le savaşmak değil. Herkes seni istiyor. O strigoi saldırısı alelade bir saldırı değildi. Seni ele geçirerek doğanın yaşam enerjisini söndürebileceklerini düşündüklerini duydum. Sadece bir varsayım olsa da sen düşüncesizce sınırdan dışarı çıktığında koskoca bir ordunun sadece dampirleri oyalamak için bekleyip sana saldırmak için bir düzine strigoi gelmesi bu varsayımları oldukça doğru kıldı."  "Ama hayattayım!"diye itiraz ettim onun beni kınayan bakışlarına dayanamayıp. "Çok mükemmeldim demiyorum ama hayattayım işte."  "Şans eseri."diye karşılık verdi bana.   Kısa bir an kapıya dönüp tekrar bana baktı. "Sana yardım edeceğim fakat seninle konuştuklarımın tek kelimesini bile akademi içinde duymayacağım."dedi korkutucu bir sesle. Tiz sesi olabilecek en korkutucu şekle bürünmüştü.   O an bir şeyleri daha net gördüm. Onun için savaştan kimin galip çıktığının veya savaşta kimlerin öldüğünün bir önemi yoktu. O, sadece Adrian'ı ölü istiyordu. Ve bu, Kraliçe'nin pek de hoşuna gitmeyecek bir tutum olduğundan duyulmasını istemiyordu.   Bana güvenerek hayatının kozunu oynamış olmalıydı.   "Bana güvenebilirsin."dedim kısık bir sesle. Bu savaştan benim hiçbir çıkarım yoktu. Tek istediğim Dimitri'yi hayatta tutabilmek ve onunla vakit geçirebilmekti. Ne başkasının işlerine çomak sokup entrika çevirmek ne de çılgın planlar yapıp aksiyonlu hayatıma aksiyon katmak istiyordum.   "Sen de eğer bunları birine söylersen yapabileceklerime güvenebilirsin."dedi az önce korkutucu ses tonunun devamı şeklinde. "Seçilmiş olabilirsin. Fakat ne işe yaradığını bile bilmediğin gizemli güçlerinle bir insan karşısında bile savunmasız sayılabilirsin."dedi ve sandalyesinden kalkıp ayak ucuma geçti.   "Tekrar geçmiş olsun."diyip az önceki konuşmaları yapan kızdan çok uzak bir kişilik şeklinde sıcak bir gülümseme yolladı. O bunları yaparken eş zamanlı olarak kapı açılmıştı.   Dimitri kapıdan içeri girmiş ve Jo'yu görünce duraksamıştı. Jo reveransını yapıp arkasını dönünce hafifçe eğilerek onu selamladı ve çıkması için kenara çekildi. Kapıdan çıkmadan önce Jo'nun önce bana sonra da Dimitri'ye attığı bakışı görebilense sadece ben olmalıydı. Dimitri oldukça bana odaklanmış bir biçimde yanımda geliyordu.
"Nasıl hissediyorsun?"diye sordu Dimitri. Gözleri Jo gidene kadar kapıdan ayrılmamış ve kapının kapanmasıyla beraber sonunda bana dönebilmişti.   Garip. Sorusunun cevabı tam anlamıyla buydu. Az önce Jo'yla yaptığım konuşma neydi, benim olduğum şey neydi, bu yaşadıklarım nereye gidiyordu, Dimitri kitaptaki aşık olduğum adam mıydı yoksa bambaşka biri miydi bir türlü karar veremiyordum. Ve bütün bunlar bana gerçekten çok garip hissettiriyordu. Doğal değilmiş gibiydi. Bütün sorularımın cevapları vardı ama ben bu cevapların hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğunu çözemiyor gibiydim. İnsan havuza mı denize mi girdiğini nasıl anlayamazdı ki?   "İyiyim."dedim ama bütün bunları açıklamamak için. Eminim, onun da bana verebilecek bir cevabı yoktu. Ayrıca Jo'yu hafife almak da istemiyordum.   "Tuhaf görünüyorsun."  "Sence de biraz normal değil mi?"  Soruyu sorarken eş zamanlı olarak elimle kendimi işaret etmiştim. Hasta yatağında yatan birinin tuhaf görülmesi oldukça olası şeyler arasında değil miydi? Yani, sebebi bulunduğum konum olmasa da tipik beklentileri kullanmaktan bir zarar gelmezdi.   Haklı olduğumu kabul edercesine kafasını salladı ve bakışlarını üzerime dikerek az önce Jo'nun oturduğu sandalyeyi yanıma çekti. Başka hiçbir kelime etmeden yanıma oturması biraz rahatsız ediciydi doğrusu.   Huzursuzca yerimde kıpırdanıp kapıya çevirdim bakışlarımı.   "Sen ne biçim gardiyansın?"diye söylendim birden. Aslında amacım sadece bir konuşma başlatmaktı. Tabii, bu sorumla konu açmakta bir numaralı insan olmadığımı kanıtlamış bulunuyordum. Onun müthiş olduğuna dair duyumlarım vardı var olmasına da ben olaya farklı bir açıdan yaklaşacaktım birazdan.   "Affedersin?"dedi sandalyesinde dikleşip. Sesi duyulmayacak kadar kısık bir şekilde çıkmıştı ama bakışlarından bile ne demek istediğimi anlamadığını görebiliyordum. Kim olsa anlamazdı zaten. Konuya ancak benim gibi biri bu kadar damdan düşer gibi girebilirdi.   "Eh,"dedim hafifçe omuz silkerek. "Sözde kraliçenin gardiyanısın ama onun yanında olduğundan çok benim yanımdasın ve sözde benimle de görevli olmana rağmen fark ettiysen bir türlü revirden çıkamadım."  Cümlenin benimle ilgili olan kısmına geldiğimde Dimitri'nin gerçekten güldüğünü görmüştüm. Yüzünü yalayıp geçen ve oldukça da gerçek duran bir gülüş yakalamıştım. Sadece üç saniyelik bir şey olmasaydı keşke...  Uzunca bir süre ciddi bir şekilde bana baktı. Konuşmak istediğinin de farkındaydım ama ciddiyeti bozulmasın diye konuşamıyordu. Acayip derecede kasılmıştı. Gözleri "Haydi gül!"diye bağırıyordu ama geri kalan her bir hücresi onu ciddi olmaya zorluyordu.   "Cidden mi?"diye sordu sonunda. Bu kısacık sorusunda bile dudakları istemsiz bir şekilde yukarıya doğru kıvrılmıştı. Ben de sorusuna evet anlamında kafamı sallayarak cevap verdim tekrar konuşması daha fazla zaman almasın diye.   "Kraliçenin asıl gardiyanı Janine. Ben şu an akademide hocalıkla görevlendirilmiş biriyim. Ve aynı zamanda sana göz kulak olmakla. Fakat sana göz kulak olmanın nasıl bir şey olduğunu anladığını pek sanmıyorum."   Her bir cümlesinde ayrı ayrı sitem vardı. Ve konu bana geldiğinde sesi yine ayrı bir ton kazanmıştı. Kızgın mı desem, alaylı mı... Hiç bilmiyorum.   "Neden kraliçenin gardiyanı değilsin ki?"diye başka bir soru sordum. Sanki Jo'nun bana gösterdiği şeyler beni bir asır yaşlandırmış gibi gelmişti. Sanki her an ölebilirdim ve şu an her şeyi öğrenmeliydim.  "Öyle gerekti."  Öyle mi gerekti? Çok açıklayıcı.  "Tamam da neden?"  "Ne kadar çok soru soruyorsun."diye söylendi Dimitri. Sorularımın cevaplarını tek seferde şöyle aça aça verse çok soru sormak zorunda kalmayacaktım aslında. Bence bana haksızlık ediyordu.   Dil çıkartıp başka bir soru sordum. Lütfen, dil çıkarttığımı bile sonradan fark ettiğim konusunda anlaşalım ama.   "Sence beni ne zaman çıkartırlar peki?"  Sen akıllanmazsın dercesine kafasını salladı ve beni baştan aşağı süzdü. "Aslında bayan Monogan bana istediğinde çıkabileceğini söyledi ama-"  "O zaman neden hala buradayım!"diye çığlık atıp yataktan bacaklarımı sarkıttım. Gerçekten yatmaktan inanılmaz sıkılmıştım. Yattığımın bilincinde olmayabilirdim belki ama vücudum kesinlikle ne kadardır yattığımın farkındaydı ve bana adeta isyan ediyordu.  "Çünkü, iyi görünmediğini düşünüyorum."   Gözlerimi kedi misali kısıp uzun uzun ona baktım. Ne zamandan beri onun düşüncelerine göre benim durumum belirleniyordu ki? Bu hem adil hem de doğru olmayan bir durumdu. Adil olmayan durumu nasıl kendi lehime kazanabileceğimi biliyordum neyse ki.   "Pekala,"dedim küçük bir çocuk gibi ayaklarımı sallandırarak. "Benim için neden o kadar endişelendin?"   Gözlerim onun üstüne kenetlenmiş gibiydi.   "Bundan farklı anlamlar çıkartmadın umarım. Kendimi çok net bir biçimde ifade ettiğimi sanıyordum."dedi hafifçe kaşlarını çatarak. Ya kendimi şizofren gibi hissetmemi istiyordu ya da olayları kafamda ciddi bir boyuta taşıyordum.   "İsmimi nasıl söylediğini de duydum."dedim suçlar gibi. Eğer duygularını kapatmaya saklamaya çalışıyorsa... Bu gerçekten yapmaması gereken bir şeydi. "Her seferinde hem de. Katarina dediğini duydum!"   Güldü. İçten bir gülüş değildi elbette. Acır gibi güldü daha çok. Sanki çok büyük bir olayı kaçırıyormuşum gibi bakıyordu gözleri artık. Ne düşüneceğimi bilemez haldeydim. Keşke... Onun ne düşündüğünü görebileceğim bir yol olsaydı.   "Evet, bence de çıkma vaktin gelmiş."  "Konuyu saptırma."diye çıkıştım bu sefer. Kolumdaki serumu da sökmüştüm. Her an üstüne uçabilirdim. Hem fiziksel hem de zihinsel anlamda patlamak üzere olduğum bir gerçekti. Ama kendi izlenimimin sağlığı adına onun üstüne uçmak sadece tasarıda kalması gereken bir faaliyetti.   "Catherine, şaka yapıyor olmalısın."dedi sızlanırcasına. "Senin şu kitapları okuduğunu sanmıştım oysaki."  "Okudum da! Ama burada her şey tersine."   İma ettiği şey Rose'la mutlu bir son yaşadıklarıysa kesinlikle bunu yutmazdım. Geldiğimden beri şurada bütün bilinenleri ters düz edebilecek çok farklı şeyler öğrenmiştim.   "O kitapların içindeki aşk hikayesi kendiliğinden ortaya çıkmadı. Her ne olursa olsun, başka biriyle beraber olması gereken birini kendine bu kadar kolay aşık edebileceğini mi sanıyordun?"dedi ifadesiz bir tonda. Sanki havadurumu ya da öylesine bir haber sunuyormuş gibiydi. Ve beni ne kadar yaraladığını da göremiyordu haliyle. Onun bana aşık olma düşüncesine ne zaman tutunsam... Beni en nezaketsiz şekillerde kırmayı başarıyordu.   "Seni her daim koruyacağım,"dediğinde yere düşen başım bir anda heyecanla kalktı. Sonuçta bir gardiyan için korumak, en az sevmek kadar değerli bir kavramdı. "Çünkü bu savaşı kazanmamızın ve Rose'u tekrar görebilmemin tek yolu sensin."   Hiç bir porseleni, camı, veya içi dolu bir kovayı yere düşerken seyrettiniz mi? Öylece, düşeceğini de bile bile onun gidişine bakıp kitlendiniz mi? Ve büyük bir şangırtıyla yere düştüğünde irkildiniz mi? Bütün bunların kalbinize olduğunu düşünün şimdi. İçerde bir şeyler çok büyük bir şangırtıyla düştü. Milyonlarca parçaya ayrıldı ve ben tutmadım. Öylece gidişini izledim.   Taşmak üzere olan gözlerimi kapatıp onun sözlerini yutuyormuşcasına sesli bir biçimde yutkundum.   "Catherine?"diye sorarak kalktığını duydum ama elimi dur anlamında havaya kaldırıp onu olduğu yere sabitledim. Gözyaşlarımın geri döndüğüne emin olduktan sonra da gözlerimi üzerine diktim. Artık merak ettiğim tek bir şey kalmıştı. Az önceki konuşmasıyla sorduğum, sormak istediğim ve ilerde sormamın olası olduğu bütün soruları yok etmişti zaten. Sadece tek bir soru...   "Ettiğim bağlılık yeminine güvenerek bana bunları açıkladın değil mi?"  Sustu.Bana bakıyordu, cevap vermek ister gibi bakıyordu ama vermedi. Ben de kendi cevabımı almış bulundum.   Kafamı hafifçe sallayıp yataktan kalktım ve dışarı çıktım. Üstümün başımın ne halde olduğu umurumda bile değildi. Tek istediğim Jo'yu bulmak ve onunla bir iş birliği içine girmekti. Hayatım boyunca fesat biri olamamıştım. Şimdi, keşke olabilseydim diyorum. Ama tabii insanın bu saatten sonra değişmesi çok zordu. O yüzden şimdi Jo'nun yanına gidip bu savaşı en hızlı nasıl bitiririz sorunu hakkında uzlaşmak istiyordum. Dimitri eğer Rose'dan vazgeçememişse benim yapabileceğim tek şey ondan oldukça uzağa gidip varlığını bilerek mutlu olmaya devam etmekti. Ya da en azından mutlu olmaya çalışmaktı. Zamanla da yaşadığım bu ezikliği unutmak...   "Bekle!"diye bağıran sesle durdum. Dimitri arkamdaydı ve bana yetişince o da durdu.   "Bir şeyler söyle?"dedi bu sefer yalvaran bir sesle. "Kızdığını göster."   "Kızmadım."dedim sesimi aynı tonda tutmaya çaba harcayarak. Gerçekten de kızmamıştım. Sadece kızabilen biri olmayı dilemiştim. "Uğruna savaştığın şeye saygı duyuyorum."dediğimde ise ağzı beş karış açık kaldı diyebilirim. Aslında nedenini de biliyordum. Rose'un kıskandığında takındığı çocukvari bir tavrı vardı. Daha fevri ve daha laf sokan birine dönüşüyordu. Belki de yapmam gereken buydu onu kazanmak için ama ben Rose değildim. Olduğum kişinin dışına çıkarsam da ondan önce kendimi kandırırdım. Her zaman istediğim o saf aşkı da bu şekilde bulamazdım eminim.   Bir şeyler söylemek için ağzını açtıysa da hemen geri kapattı. Açıkçası merak da etmedim ne söyleyeceğini. Ağzından çıkan her ne olursa olsun benim yararıma olmuyordu ne de olsa. Elimden gelen en iyi şekilde gülümsedim ve başımla selam verip odama yöneldim. Havada güneş vardı. Herkesin yatmış olduğunu gösteren bu hava durumu benim için iyiye işaretti. En azından kimse beni hasta kıyafetleriyle görmek zorunda kalmazdı.   Odaların bulunduğu binanın girişini açtığımda aynı zamanda kapının geriye çekilmesiyle afalladım. Bu saatte her öğrencinin yatmış olması gerekirdi. Kural olmasa bile sağlıklılık açısından olması gereken buydu. Ve karşıma çıkan kişinin de burada bulunmak yerine yatağında olmasını daha çok isterdim. Ona bakacak yüzüm pek yoktu. Gerçi, er geç konuşacaktım zaten.  "Merhaba."dedim çok resmi bir biçimde Amanda karşımda öylece kitlenince. Özellikle belirtmek isterim ki kitlenip kalması için ekstra hiç bir çaba sarf etmemiştim. Kapıyı açtığında karşısında beni görünce hortlak görmüş gibi gözlerini pörtletmiş, bir adım geri çıkmış ve kaskatı kesilmişti.   Cevap vermedi.  "Özür dilerim,"dedim kapıdan içeri girerek. "O gün... Kendimde değil gibiydim. Söylediklerinin kibar olduğunu da iddia etmiyorum ama ben asla birini incitmem."   İnatla sımsıkı tuttuğu kapının kolunu bırakıp gözlerini kısarak bana baktı.   "Beni tehdit etmeyecek misin yani?"diye sordu. Oldukça şüpheci görünüyordu. Hatta o kadar şüpheciydi ki, şu an ne kılıkta olduğumu bile görememişti. Şu tipte biri kimi tehdit etmeyi düşünebilirdi sanki?   Hayır anlamında kafamı salladım. "Neden böyle bir şey yapayım ki?"diye de sordum ardından.   "Bilmiyorum,"dedi fısıldayarak. Çok büyük bir sır veriyormuş gibiydi. "Gözlerinde açıklayamayacağım duygular vardı."  O günü düşünmeye çalıştım. Amanda'nın tam bir pislik gibi davrandığını hatırlıyordum ama kendi hislerim adeta silinmiş gibiydi. Kendimle ilgili bildiğim tek şey kendimde olmadığımdı. İçimde yükselen bir şeyler olmuştu ve ben onları nereye nasıl yönlendireceğimi bilmediğim için patlama yaşamıştım. Ki, bu da beni Jo'yu bulmam gerektiğine geri getiriyordu.   "O günü unutmanı ve bana küçük bir iyilik yapmanı istesem?"diye sordum kibar olmaya özen göstererek. Aslında bana karşı tavrı için özür dilese de kabulümdü ama bu tip kızlar asla özür dilemeyen tiplerdendi. İstesem dilemeyeceğinden değil ama içten bir şekilde bunu yapmazlardı. Özürlerini kendilerini ezerek, karşısındakine yarar sağlayacak bir iş yaparak veya karşısındakinin üstünlüğünü kabul ederek gösterirlerdi.   "Tabii."dedi beklentiyle. Dediğim gibi... Benim için yapabileceği bir şeyle kendi tarzındaki özrünü dileyecekti. Ona fazla eziyet edecek biri olmamam onun için iyi bir şeydi neyse ki.   "Joanna Ran'ın nerede kaldığını söyleyebilir misin?"  Kararsız kalarak bir süre düşündü. Dudağını büzüp beyninin içinde ciddi bir arayışa geçti. Joanna'yla ilgili kimin, neyi, ne kadar bildiğinden haberim yoktu ve bu konuyla ilgili pot kırmak da istemediğimden Amanda'nın Jo'yla ilgili düşüncelerini kolaylaştıracağını bilsem de ayrıntıları vermedim. Ne görüntüsü ne özellikleri ne yaptığı şey...   "Sanırım,"dedi gözlerini uzaklara dikerek. Birinin ona bu şekilde çok komik gözüktüğünü söylemesi lazımdı. Bu kişi kesinlikle ben değildim ama biri mutlaka söylemeliydi. "Kuzey sınırında bulunan kulübede Jo diye birinin kaldığını duymuştum. Soyadıyla ilgili bir bilgim yok."   Kafamı sallayıp geçmesi için kapının önünden çekildim. Muhtemelen antrenman yapmaya gidiyordu. Geçen sefer onu öldürmek üzere olduğumda da böyle bir saatte rastlamıştık birbirimize. Neyse ki bu konuşma diğerine oranla çok daha mükemmel geçmişti.   Hızlı adımlarla merdivenleri çıkarken aklıma iki şey takılmıştı. Birincisi, eğer Amanda Jo'dan bahsederken soyadıyla ilgili bir bilgim yok dediyse... Bunu söylemem de yanlış mı olmuştu? İkincisi, Amanda hangi Jo'dan bahsettiğimi nereden bilmişti eğer Ran soyadını taşıyan birini tanımıyorsa?  Sorularımdan arınmak istercesine kafamı sallayıp odama girdim. Sorunlarımı çözmek için de önce Jo'yu görmem gerektiğinden hızlıca dolaba yöneldim. Ne giydiğimin bir önemi yoktu. Elime geçen ilk kotu ve ilk atleti üzerime geçirdikten sonra banyoya yönelip aynanın karşısında bir süre dikildim. Saçlarım berbat haldeydi. Yüzüm kirli ve her yerimde çeşitli lekeler vardı. Tanrı aşkına yıkanmadan nereye gidiyordum ben? Kendime olan iki paralık özgüvenimi de kirliliğim sayesinde kaybedecektim.   Derin bir of çekip üstümdekileri bir kenara kaldırıp suyun altına attım kendimi. Suyun arındırıcı etkisi altında kendimi kaybetmek, saatlerce burada kalmak istiyordum ama maalesef bunun için bile fazla dolu bir aklım vardı. Duş almayı rahatlatıcı bir aktivite yerine bir görev olarak kendinize verdiğinizde beş dakikanızı bile almayabilirdi bu işlem. Saçını şampuanla, durula, yüzünü yıka. Vücudunu yıka, yüzü yıka ve biti.   Hadi diyelim on dakika olsun.   Saçlarımı kurutma gereği dahi hissetmeden tepemden topladım ve az önceki kıyafetleri tekrar üstüme geçirdim. İçimden bir ses, çok derinlerden gelen, bu acelenin nedenini sorgulayıp duruyordu. Sonuçta ölen kalan kimse yoktu. Jo'yu görmek hayatımı bir anda değiştirmeyecekti ve en önemlisi de yatıp dinlensem belki daha sağlıklı düşünecektim. Ama sorgulayan tarafım aynı zamanda cevabı da biliyordu: kaçıyordum. Savunma mekanizmam benliğimi ezen büyük sorunla yüzleşmem için beni başka şeylere yönlendirmeye çalışıyordu. Dimitri'ye kızgın olmadığımı, Amanda'ya kötü olmadığımı göstermeye çalışmıştım. Doğru, sandıkları şey değildim. Ama içinde bulunduğum durum bundan çok daha kötüydü. Kırgındım ve korkuyordum. Dimitri'ye hatta ondan da çok kendime kırgındım ve Amanda olayında kendimi kaybettiğim gibi sürekli kendimi kaybedersem diye çok korkuyordum.   Bunların acısını çekip sorunlarımla yüzleşmektense de Jo'yu görüp kendimi başka alanlara yönlendirmek istiyordum.   Fazladan bir saniye daha oyalanmamak için kimseyi görmemeyi umarak hızlı adımlarla yatakhaneden çıktım ve binaların gölgesinde kalmaya çalışarak kuzey girişine yöneldim. Kuzey tarafına daha bir tenhalık hakimdi ama yine de öğle saatlerine güvenim tamdı. Gece yarısı yemeği seven moroi veya dampir arkadaşlarımız yoksa kimseye yakalanmama şansım oldukça yüksekti.   Ama ters giden bir şeyler oldu. Yerde hiçbir pürüz olmamasına rağmen dengemi kaybedip yere kapaklandım. İşin kötüsü, az önce bahçede kuzey sınırına ilerliyor olmama rağmen şu an görüşümde karanlık bir alan vardı. Ellerimi kullanarak ayağa kalksam da görüş açım değişmedi. Zemine yakın bir yerden yukarıya bakıyordum. Yukarıdaki yanmakla yanmamak arasında kalmış beyaz ışığa odaklanmıştım.   Kafamı ne kadar sallasam da ne kadar gözlerimi yumsam da hala aynı şeyi görüyordum. İçimde büyüyen korkuyla bu sefer etrafımı koklamaya başladım. Aldığım kokular kesinlikle bahçede olduğumu gösteriyordu. Bolca çimen ve temiz hava kokusu vardı.   Bu kez gözlerimi açtığımda neler olduğunu anladım. Aslında anlamak gibi de değildi. Daha çok altıncı his gibiydi. Ne zaman geldiğini bile unuttuğum vaşaklardan biriydi bana bunu yapan. Onun gözünden bakıyordum. Renkleri ve nesneleri seçiş şeklinden bile belliydi aslında. Ve bunu anladığımda hisleri de üstüme gelmeye başladı. Can sıkıntısı, acı...   Tanrım! Yalnızlık.   Hisleri bana geldiğinde kendimi vaşağın görüş alanından kurtardım. Yalnızlığı bana ayrı bir sinir hissettirmişti. Ben onları iki vaşak olarak buraya göndermiştim. Beni de buraya aldıklarına göre neden hala burdalardı? Ya da neden birbirlerinden ayrılardı?   Ne yapacağımı bilemez bir halde etrafımda döndüm. Jo'ya gidebilirdim veya gidip vaşakları kurtarabilirdim. Başını belaya sokmak istemeyen biri olduğumu hatırlıyorum ama bu... Bu çok ayrıydı. Benim yüzümden burdalardı ve bunu düzletmem gerekiyordu. Ayrıca açıklayamayacağım bir durum da değildi. Sadece şu an açıklamak için değil harekete geçmek için uygun bir zamandı. Bir Dimitri Belikov özlü sözü de derdi ki "İzin istemektense af dilemek daha iyi.". Gardiyanlardan saklanmak da daha önce yapmadığım iş değildi zaten.   Kararımı vermiştim. Aslında kararımın beni oyaladığı sürece neyle ilgili olduğunun da pek önemli olmadığının farkındaydım. Derin bir nefes alıp vaşaklara yoğunlaştım. Onların bulunduğu yerdeki koku, görüntüler... Kendi kendimi oraya sürüklüyordum adeta. Ve bu sefer çok daha dikkatliydim. Yakalanma olasılığımı şansa bırakamıyordum. Gidip gelen görüntüler eşliğinde beynimi bölmüş gibiydim.   Git gellerin bitiminde yatakhanenin deposuna giden kapıda durduğumu görünce daha büyük bir sinire kapıldım. Benimle alay falan ediyor olmalıydılar. Kapının kilidini kırmam onlar için fazla problem olmazdı umarım.   İçeriyi ne kadar koklasam da vaşakların dışında bir koku alamadım. Dampir, moroi, başka bir hayvan veya başka herhangi bir şeyin kokusu yoktu. Deli gibi koşturan bir ben vardım sadece. Bir de benim geldiğimi anlayıp ayaklanan vaşaklar.   Gülümseyip yattığı yerdeki kafesin de kilidini kırdım. Buradan sorumlu dampir her kimse çok fena azar işitecekti. Ve nedense bu kişinin gardiyan Dannowen olmasını diledim. Çıkarttığım vaşağın yan taraftaki vaşağın kafesine gidip kafasını sürtmesi ve parmaklıkları yalaması içimde bir yerleri yaralamıştı. Bay Letovski'ye gitmişti aklım. Onun eğitmenliği yerine Dimitri'ninkini istediğimi hatırlıyorum da... Sanırım Bay Letovski'nin burada olmasını tercih ederdim.   Diğer vaşağın kafesini açmadan önce ikisine de basit ve keskin bir emir verdim.   Saklanarak ormana dönmek.  Anlaşılmayacak hiçbir yanı yoktu ve onların da bunu istediğini görebiliyordum. Doğa aslında bu kadar kendi halinde bir şeyken ona neden burunlarını sokup anlamak zorunda hissediyorlardı ki kendilerini?   Bu kafesinde kilidini kırdıktan sonra elimi bile sürmeden kırdığım kilide büyük bir keyifle baktım. Vaşakların ve kendi kokumu da çıkarttığımda ortada iz de kalmayacaktı ve buna çıldırabilecek gardiyan kitlesi bana garip bir haz vermişti.   Vaşakların çok yüksek bir hızla koşmalarıyla ben de onlarla koşup eski bulunduğum yere döndüm. Sanki hiçbir şey olmamış gibiydi. Etrafımı hızlıca kontrol edip tekrar yola koyuldum. Kulübeye görüşüme girdiğinde önce etrafı kokladım. Amanda'nın bana yalan söylemek için hiçbir nedeninin kalmadığının ve benden korktuğunun farkındaydım ama yine de emin olmak istedim.   Fakat ne kadar istesem de hissizleşmiştim. Koku alıyordum ama kokuda herhangi bir tat bulamıyordum. Kulübeye odaklandığımda sanki bütün tatlar oradan ayrılıyordu. Aynı... Dimitri'nin beni tuzağa düşürdüğü günü andırıyordu bu durum. Ve bana o gün koku alamamamı sağlayan kişi de Jo'ymuş gibi geldi bir anda. Doğal olarak kendi yerini de bu şekilde korumaya almış olabilirdi. Bunu yapması bana en az kendi kokusunu almış kadar emin hissettirdi.   Emin adımlarla kapısının önüne geldiğimde ben daha elimi kaldırmadan kapıyı açtı. Üstünde gerçekten çok ama çok eski zamanlara ait bir gecelik vardı. Ve yüzünde müthiş muzip bir gülümsemeyle bana bakıyordu.   "Demek uykuların kaçtı."dedi kapıya yaslanarak. Aslında beni içeri davet etmesini beklemiştim ama o kapıya dayanmış bana bakıyordu. İçimdeki o bilmiş ses de bana o davet etmeden içeri giremeyeceğime dair ciddi uyarılar fısıldıyordu.   "Konuşmamız lazım."dedim gözlerimle içeriyi işaret ederek.   İçten bir biçimde gülümsedi ama bakışlarını arkama çevirmişti. Benimle ilgilenmiyordu.   "Size nasıl yardımcı olabilirim gardiyan Belikov?"dedi bana kapıyı açtığındaki sevecen tavrıyla. Dış görüntüsünün avantajlarını kullandığına yemin edebilirdim.   "Catherine Davies'i yatakhaneye göndererek."dedi Dimitri alay eder bir biçimde sanki öğle uykusundan kaçan bir anaokulu çocuğuymuşum gibi benden bahsetmişti.   "Ah, bu saatte burada bulunması çok büyük düşüncesizlik değil mi?"diye sordu Jo işveli bir biçimde. Ağzım açık kalarak ona baktım.   "Ayrıca sizi bu saatte rahatsız etmesi de saygısızlık."  "Zaten pek düşünerek hareket eden biri gibi durmuyor."diye Dimitri'ye cevap verdiğinde Jo'ya gözlerimi dikip elimi havaya kaldırdım.  "Hey!"diye de bağırıp Dimitri'nin de dikkatini çekebilmeyi umdum. Benim de burada olduğumu unutmamışlardı umarım.   Dimitri havada asılı kalan elime bakıp gülümsedi ve oldukça beklentili bir şekilde Jo'ya döndü.  "Yalnız,"dedi Jo bir anda farklı bir havaya bürünerek. Bakışları az öncekinin tam aksiydi. Ve ben bu bakışı daha önce de görmüştü. Ciddi tarafı ve cici kız tarafı arasındaki çizgi kesinlikle bu bakışlardaydı. "Kapıma gelen bir misafiri küstahça isteyebilecek olmak kadar yanlış bir hareket değildir eminim Catherine'in yaptığı."  Ah, Dimitri'nin suratı! O gizleyemediği şok oluş ifadesi... Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdığımda Jo geceliğini önüne çekerek yavaşça Dimitri'ye yürüdüğünde ona bir şeyler söylemek üzere olduğunu fark etmiştim ve ben de kulak kesildim.   Dimitri'nin önünde durdu ve bir süre onun gözlerinin içine baktı. Bunu yapmak için başını neredeyse geriye atarcasına kaldırması gerekmişti. Ama sonuçta yapmıştı.   "Sınırlarınızı bilmelisiniz gardiyan Belikov. İki sınırın ortasında kalırsanız hiçbir tarafa dahil olamazsınız."  Bu kızın ne dediğini tek seferde anlamak için bir asır kadar yaşamış olmam gerekiyordu galiba. Ne demekti şimdi bu?
"Sınırlarınızı bilmelisiniz gardiyan Belikov. İki sınırın ortasında kalırsanız hiçbir tarafa dahil olamazsınız."  Bu kızın ne dediğini tek seferde anlamak için bir asır kadar yaşamış olmam gerekiyordu galiba. Ne demekti şimdi bu?   En az benim kadar Dimitri'nin de kafası karışmış görünüyordu ama daha fazla uzatmadı. İstenmediği yerde durmayı kim isterdi ki zaten? Eğer az önce onun bu gidişini bizzat yaşamamış olsam, onun için üzülebilirdim bile. Ama ne derler bilirsiniz, eden bulur. Karma diyin, şans diyin, ilahi adalet diyin... Ne derseniz diyin sonuçta gerçekten kim ne yaptıysa yaptığının karşılığını alıyordu.  "İçeri geçmez miydin?"diye sordu Jo yanıma geldiğinde. Değişken ruh hali beni ciddi anlamda endişelendirmeye başlamıştı. İstemeden onun sinirini bozacak bir söz söyleyebilir ve bunun için farkında bile olmadan cezalandırılabilirdim.   Kafamı sallayarak içeri geçtim yine de. Yardıma ihtiyacım olduğu çok açıktı. Endişelerim ve kırgınlıklıklarım yüzünden de herkesi kendimden uzaklaştıramazdım. Yalnızlıktan şikayetçi olduğumdan değil elbette. Ormanda tek başına yaşamış insandım ben. Sorun yalnız olmak değil, kalabalıklar içinde yalnız olmaktı. Bir nevi müttefiksiz kalmak gibi.   İçerideki hiçbir şeye dokunmamaya özen göstererek tam karşıda olan camın önüne yöneldim. Hiç değilse camın kenarındaki boş duvara yaslanabileceğimi düşünmüştüm.  Jo ise kapıyı kapatır kapatmaz yan tarafına dönüp kitaplığının önündeki tekli koltuğa oturmuş ve gözlerini üzerine dikmişti. Üzerinde asırlar öncesinden kalma uzun, beyaz gecelik olmasa onun ciddi bakışlarını daha çok dikkate alabilirdim belki.   "Uyuman gereken şu saatte kapıma geldiğine göre bir şeylere ihtiyacın var?"dedi soru sorar bir sesle. Ama cümlesi soru değil, durumumun açık bir özetiydi. "Hele ki çok sevgili gardiyanını da peşine taktığın düşünülürse..."  "Onu peşime ben takmadım."diye karşı çıktım hemen. Akademideki yüksek çoğunluk gibi onun da çift kişilik problemleri vardı ve bu durum benim sorunum olmamalıydı.   "Senin taktığını ima etmemiştim zaten."  Tok çıkan sesiyle neyi kast ettiğini anladım. Dimitri buraya beni zorla almaya gelmişti. Zorla bana bir şey yaptırabilirmiş gibi sanki.   "Yardımına ihtiyacım var."dedim konuyu hiç dolandırmadan. Diğer konuya da takılı kalma ihtiyacı hissetmeden. İstesem, Jo bana Dimitri'yi gayet de güzel kötülerdi herhalde. Birbirlerinden hoşlanmadıklarını görmemek için kör olmak lazım. Nitekim, Dimitri hakkında konuşmak üstün irademe rağmen can yakıcı bir şeydi. Kırıklarımı onarmak için güçlü olduğumu göstermeye değil, Dimitri'yi hayatımdan çıkartmaya ve eskiye dönmek için bir miktar da zamana ihtiyacım olacaktı.   "Anlıyorum,"dedi eline bir kitap alıp ağır ağır sayfalarını çevirirken. "Anlamadığım kısım, aciliyetinin nedeni."  "Çünkü, bir an önce olduğum şeyi çözmek istiyorum. Güneşi seviyorum, geceleri çalışmak da nedir? Ben onlar gibi değilim. Sen de değilsin! Eğer... Beni bu akademinin ders programından kurtarır ayrı bir çalışma yaptırırsan... Minnettar kalırım. Öncelikli olarak kardeşini kurtarırım. Sadece... Lütfen, bana yardım et."   Ses tonum başlarda coşkuyla dolup taşsa da sonlara doğru fısıltıya dönüşmüştü. Ne dediğimi sonradan idrak etmenin verdiği utançla birleşince hele, kendimi hafiften aciz hissetmiştim.    "Öncelikli olarak düşüncelerini kendine saklamalısın."dedi gülümseyerek. Gülümseyişinin içten olması utancımı biraz olsun alıp götürmüştü.   "Söylediklerim abartılı olmuş olabilir. Üzgünüm."dedim yine de kendi üstüme düşeni yapmak adına.   Elindeki kitabı aldığı yere koyup yanıma yürüdü. Umarım beni köşede sıkıştırmak gibi bir düşüncesi yoktur, diye umdum bir an için. Ama beni sıkıştırmak şöyle dursun, aramızda birkaç adım bırakarak önümde durdu.   "Olay senin söylediklerinde değil, benim duymamda."  Ağzım hafifçe açılarak ona baktım. Hani bunun üstüne bir şeyler söylemeli gibiydim ama bu felsefi cümlenin analizini almalıydım öncelikle. Söylediği her kelimeyi dolandırması ve üstüne bir de sanki çok kolay anlaşılacak bir şey söylemiş gibi bakması oldukça rahatsız edici bir durumdu.   "Senin duyman?"diye küçük bir soru yönelttim. Hiç anlamadım desem beni salak ilan edeceğini görebiliyordum.   "Bağlılık yeminiyle ilgili söylediklerimi hatırlıyor musun?"  Sorusundaki "Bari bunu hatırla." tonla gülüşündeki nezaket, inanılmaz bir tezatlık yaratıyordu şu an.   "Tabii,"diye geveleyip ondan çektim gözlerimi. "Çok güçlü ama benim üzerimde işe yaramıyor."  "Bunun tek istisnası olduğun için bana bir şeyleri söylerken dikkat etmelisin. Bağlılık yeminin mucidi kardeşimdi Catherine. Hem mucidi hem ilk kullananı. Güçlü büyüler, güçlü bir bağlayıcılık ortaya koyar."  Bir an için dikkatimi ona veremedim. Düşünceli bir şekilde dinliyor gibi göründüğüme emindim: kaşlarım çatık gözlerim hafif kısık bir şekilde pencereden dışarıya bakıyordum. Ama aslında beynim onun söylediklerini idrak edilecekler sırasında ikinci sıraya yerleştirdi ve ilk sırayı da camın önünde duran kelebeğe verdi. Müthiş derecede nizami olan beyaz kanatlarına bakıp orada kaybettim kendimi. Nedensiz. Sadece ondan başka bir şey düşünmek istemedi canım.   Ve bakışlarımı kelebekten çevirip tekrar Jo'nun ürkütücü bakışlarıyla karşılaştığımda, söylediği sözler arada sırada böyle garip aksaklıklar yapan komuta merkezime ulaştı.   "Madem öyle, Josett hep Adrian'a bağlı kaldıysa karşı koyulması hakkında yanılıyor olamaz mısın?"diye sordum ama konu zaten bağlılıktı. "Yani, acaba olay yeminde değilde kendi isteğindeyse?"diye toparladım hemen.   "Sence onu daha önce kurtarmaya çalışmış olmama ihtimalim var mı?"  Şöyle bir düşününce, hayır. Hayır,yoktu.   "Bağlılığını bozarsan ölürsün Catherine. Yemin, seni bir yere kadar bağlı olduğun şeyi yapmaya zorlar. Eğer diretirsen, ölürsün."  "Ve sen de Kraliçe Lisa'ya yemin ettin."dedim bir anda. Aslında sadece söylediği şeyleri sıraya koyunca aradaki bağlantılar dolayısıyla tasarladığım bir düşünce olarak kalmalıydı. Ama o kadar büyük bir hayrete düşmüştüm ki, bunun düşüncesi ağzımdan kaçmıştı işte.   Kabul ederek başını sallayınca biraz olsun öfkelendiğimi hissettim. Kardeşinin yaptığı şeyin aynısını yapmış bulunuyordu sonuçta. Adrian'ın davasında haksız olduğunu da düşünmüyordu. Ama kardeşiyle tekrar görüşebilmek adına adeta kendini satmıştı. Üstelik eğer Josett kurtulursa bu sefer Josett'in yerinde kendisi olacaktı.   "Neden... Ya- Sen, niye? Josett kurtulsa bile sen onun yerinde olacaksın."  Gülümsedi. Şeytani bir şekilde. Yemin ederim. O melek yüzünde şeytani ifadeyi gördüm. Hem de oldukça net bir şekilde.   "Sana kendi mutlu hayatını kur diye yardım etmiyorum sonuçta."dedi gayet açık sözlü bir şekilde. "Beni kraliçeden kurtaracak olan da sensin. Herkes karlı."   Söylediklerini şöyle bir kafamda tarttım. Açıkçası öylesine yardım ediyorum dese gece uykularımı kaçıracak bir gizem olabilirdi ama bu şekilde söylemesi en azından aramızdaki ilişkinin sınırlarını çizebilirdi. Benim görevlerim ve onun görevleri şeklinde bir liste yapabilir ve ardından başardıklarımıza tik atabilirdik.   "Tamam."dedim düz bir sesle. Çok fazla düşünmemiş olduğumu umuyordum. "Duymanla ilgili olan sorun neydi?"diye sordum biraz başa dönüp.  Gözleri hayretle kocaman açıldı.  "Kraliçe senin düşüncelerinle ilgili bir şey sorarsa cevap vermek zorundayım. Kendi düşüncelerimi söylememe özgürlüğüm var sadece. Bu yüzden mümkün olduğunca az şey söyle bana. Ben sadece senin eğitmenin olacağım. Akademinin fayda etmediğini düşündün, bana geldin ve ben de kabul ettim."  "Tamam."dedim tekrar. Bir an önce bana yardım ettiği kısma gelmek istiyordum.   Geceliğini süzdüğümü fark edince daha da hayret etti.   "Gerçekten mi? Şimdi mi başlamak istiyorsun?"  Kafamı evet anlamında sallayıp kapıya yöneldim. Kaşlarımın olması gerekenden bile daha çatık olduğunu hissedebiliyordum. Ani değişimle ciddi olmama verebileceğim tek özür; körle yatan şaşı kalkar olurdu.  "Kulübenin arkasındaki üçüncü ağaca git."dedi ben kapının önündeyken. Koordinatı ağaç türünden verme yöntemiydi galiba yaptığı.   Bir şey söylemeden çıkıp yürüdüm. Kendimi 'boş' hissediyordum. Her şeye, herkese karşı. Biraz amaçsız hatta. Depresyona giriş tabelası önümdeydi sanırım şu an. Hayattaki her güzelliği derinlemesine görebiliyorken şu an sadece onlara dışarıdan kaçamak bir bakış atabiliyordum.   Depresyona giriş biletimi en iyimser şekilde karşılamaya çalışsam da asıl sebebini Dimitri olarak görüyordum başta. Sonra Jo. Sonra akademi. Nereden dahil olduğunu bile anlamadığım savaş. Arada bir yerlere Adrian ve Rose'u koymayı da düşünüyordum. Adrian'ı suçlayacak şahsi bir sebep bulamadığım için o henüz listemde yoktu. Aslında Rose'u da koymak için hiçbir şahsi sebebim yoktu. Aksine, herhalde onun eski erkek arkadaşına tutulduğumu öğrenirse... Bilemiyorum onun "kafası kırılacaklar" listesine adımı yazdırabilirdim.  Üçüncü ağacın önünde el freni çekilen araba gibi ani bir biçimde durdum. Yeni sorun üretmekte usta olduğumdan kendime uğraşacak yeni bulmaca üretmiş bulundum.   Dimitri bana "Rose'a kavuşmak için tek şansım sensin."dediğine göre... Rose oraya zorla mı gitmişti? Yoksa Dimitri buna inanmak mı istiyordu sadece? Joseph'in bana anlattığını baz alırsam Rose çoktan Adrian'ı seçmişti. Peki, ben kime inanıyordum? Dimitri'ye mi Joseph'e mi?  "Ayakta uyuyacaksın neden benim rahatımı bozdun?"  Jo'nun isyan eden sesiyle gözlerimi kocaman açıp ona baktım. Ufak bir dalgınlık yaşamıştım sadece. Ve dalgın olmama neden olan düşüncelerimden kurtulmak için de yeni düşüncelere ihtiyacım vardı.   "Haydi. Neyle başlıyoruz?"dedim onun sorusunu gözden gelerek. Bir yandan da toprağa çökmüş elimle ağacın gövdesini okşamıştım.   O da bana cevap vermeden yanıma çöktü. Küçük bir an için onun da ne yapacağına dair bir fikri olmadığı izlenimine kapıldım ama tutmam için elini uzatınca düşüncelerimi bir kenara bırakıp elini tuttum.   Elini tuttuğumda sanki yine anılarında gibiydim. Ama bu sefer yaşadığımız anın canı yanlı yayınını yapıyordu bana. Onun gözlerinden kendimi görüyordum. Sinirli, kararlı, meraklı, sıkkın... Bunlar benim değil, Jo'nun düşündükleriydi. Görüntümden çıkarttıklarıydı.   Ve neredeyse saniye kadar kısa bir süre sonra gözlerini kapatıp çok tanıdık duygulara daldırdı beni. Bir ağaç. Köklerine kadar hissedebiliyordum. Yapraklarına kadar. Rüzgarın dalından kopardığı bir yaprağın onda yarattığı etkiyi hissetmiştim. Saçımın tek telini koparttıktan sonra kaşınması gibiydi. Komik bile gelmişti. Ama ben bunu zaten biliyordum.   Elimi elinden çekip sinirle büyüyen irislerine odaklandım. Bunu yapmak için harcadığı çabayı da hissetmiştim. Bu yüzden elimi onun üstünden çekmiş ve yorulmasını engellemek istemiştim.  "Çok yoruluyorsun."dedim onun gelebilecek her türlü itirazına karşılık. "Hissettim."  "Çok mu yoruluyorum?"diye sordu hayretler içinde. "Bir de kendi üstünde etkisini düşün."  Burnu havada bir şekilde söylediği söze gülerek cevap verdim.  "Sadece bana şu, el tutarak akıl okuma şeyini nasıl yaptığını söyle."  O da güldü. "Akıl okuma değil bu. Zihnini açma. Başkalarının zihnine girmesine izin veriyorsun. Eğer aranda özel bir bağ varsa yeterince odaklanarak temas olmadan karşındaki kişiye zihnini açabilirsin. Ama özel bir bağ yoksa fiziksel temas gerektirir."  Kafamda tarttım. Mantıklı görünüyordu ama "Nasıl yapılıyor?"dedim. Soru kısmını sesli söylemem iyi olmuştu.   "Aslında bu çok basit bir şey. Zor olan zihnini korumak. Her neyse." diyip omuz silkti. Bunu söyleyerek beni meraklandıracağını bildiğine adım kadar emindim. "Zihnini boşalt; kendin de dahil hiçbir şey düşünme. Zihninde olduğumu hissettiğinde yaptığın istediğini düşünmeye devam edebilirsin. Ama dikkat et, düşündüğün her şeyin içinde ben de olacağım."  Elini tuttum. Çok zor bir şey değildi; aynı söylediği gibi. Kısa bir an gözlerimi kapatmak gibiydi ya da nefesimi tutmak.  Benimle beraber olduğumu nasıl anlayacağımı sormayı unutmuştum. Gerçi sormama da gerek yokmuş. Onu cidden hissetmiştim. Üzerime ağırlık yapıyordu adeta. Hatta kulaklarıma basınç yapan rüzgardı. Yani, aynı bu görevdeydi.   Düşünmek istediğim çok fazla şey vardı aslında. Mesela o da benim zihnimdeyken konuşmamızı sağlayacak bir yol var mı, gibi.  Gözlerimi açıp parlayan gözleriyle karşılaştığımda onun hoşuna gitmeyecek herhangi bir şey yapmadığıma kanaat getirdim. Dallanıp budaklanmaya fazla müsait aklımı da ondan uzak tutmak için hemen en yakınımdaki canlıya yönlendirdim kendimi.   Benim yönelimim Jo'nunkine oranla çok daha doğal bir faaliyetti. Kalp atışlarım kadar doğaldı hatta. Olmak istediğim yeri düşünmek benim için yeterliydi ve bam! Ben oradaydım: öğle uçuşuna çıkmış bir kuşun kanatlarındaydım. Renkler onun gördüğü şekildeydi; daha mavi. Hava güzeldi. Kanatları güzeldi. Her şey güzeldi. Ve bir o kadar da özgür.   Özgür. Kesinlikle bu, ona beni bağlayan histi. Nasıl oldu ben de bilemiyorum ama bir an veya biraz uzun bir aralık için kendimi o kuşta kaybettim. O kuş, ben oldum. Ve uçtum. Yükselip kanatlarımı açtım, ardından da havanın beni taşımasına izin vermek için kanatlarımı açıp kendimi bıraktım.   Kuş aşağıya inişe geçtiğinde ben de tatmin olarak farklı bir yere yöneldim. Televizyon kanallarını zaplarcasına hem de. Bir kelebektim şimdi de. Jo'nun camında takılı kaldığım hem de. Farklı bir zeminin üzerinde yapışmış öylece duruyordu. Hem Jo'yu etkilemek hem de kendi mutluluğum adına kelebeğe bizim bulunduğumuz ağacı gösterdim. Tıpkı diğer zamanlarda olduğu gibi, şimdi de basit bir şekilde anlattığım olayla onu buraya yönlendirmiştim.   Jo'nun kızılımsı saçlarının arasına iniş yaptığında Jo'nun tepkisini görmek umuduyla kendimi kelebekten çekip Jo'nun yüzüne baktım. Benimle beraber o da gözlerini açmıştı ve hemen elini benden çekti. Aslında bunu galiba ben yapmıştım. Çünkü şaşırmasıyla ilgili yorumlarımı kendime saklamak istiyordum.   "Nasıl?"diye sordu kısık bir sesle. "Bunu nasıl öğrendin?"  "Kendi kendime. Sanki... İçime doğmuş gibiydi."   "Bu çok," doğru kelimeyi bulmak için bir süre düşündü. "enteresan."  "Daha enteresan bir şey görmek ister misin?"dedim elimi uzatıp.  Kaşları çatılsa da elimi tuttu ve tekrar benim gözlerimle görmeye başladı. Bu sefer sırt üstü toprağa uzandım. Birazdan yapacağım şey, yapmayı gerçekten çok özlediğim bir şeydi ve o ne düşünürse düşünsün bunu kendi keyfimce yapacaktım.   Jo'nun meraklı bakışlarına aldırmadan uzandım ve gözlerimi kapattım.Karanlıkta kalan benliğimden önce trilyonlarca düşünce geçti. Jessie halam ön sırayı almıştı. Ardından ormana ilk gelişim. Bay Letovski'yle tanışmamız. Günlerce kendimi bulamadan dolaşmam ve ardından baykuşlarım ve onların konakladığı yere yakın inşa ettiğim minik kulübem... Ah, Dimitri, ilk strigoi görüşüm, onlardan birini ilk öldürüşüm, Bay Letovski'yi kaybedişim, akademi, dersler, görevler, hastane... Derken bir yığın his altında kaldım.   Özlem, korku, heyecan, merak, endişe, sevgi, hayal kırıklığı ve sonunda bol miktarda acı.   Avcuma toprak doldurup içindeki şeylere odaklandım bu sefer. Başka türlü bu hislerden kurtulamazdım.   Bakalım ne vardı elimizde?   İki adet karınca, birkaç minik taş parçacığı ve toprağın kendisi. Toprağın kendisindeki her türlü hayvana, bitkiye ait koku. İki küçük, elimden aşağı inerlerken önce ikisine de ufak bakışlar attım. Tekrar yere inen elime bir kök sarmalayıp bütün beynimi kapattım.   Artık ne Jo, ne de diğer şeyler önemliydi. Bedenime nüfus eden havadaki kokuları hem köklerde hem hayvanlarda hissediyordum.   Bir yerden sonra artık benliğim diye bir şey kalmamıştı. Onlar  vardı.    Çok uzaklarda nehirde yüzen balıklar, kuşlar, toprağın altında gezen böcekler, güneşten nasiplenmeye çalışan bitkiler... Hızlı okuma tekniğinin benim hayatıma uyarlanmış bir şekliydi. Tek bir kelimeye bakmak yerine bütün bir sayfayı görüp bunu anlayabiliyordum.   Yüzüme düşmek üzere olan yağmur damlasını çok önceden fark edip havada süzülüşüyle mutlu olabilmiştim. Bulutlarda birikmeleri daha eğlenceli geliyordu gerçi. Ama yine de onların tek tek düşüşünü hissedebilmek çok farklı bir tattı.   Gerçi çamura bulanmaktan Jo hoşlanmayacaktır diye düşünüp gözlerimi açtım ve köklerden kendimi kurtardım. Tekrar gözlerimi açtığımda çoktan yalnız bırakıldığımı anladım. Beynimin içinde sadece ben vardım ve Jo, doğrulduğumu fark edince avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı.  "Beynimi mi parçalamak istiyorsun? Derdin ne senin? Bunları yapabildiğini neden söylemedin?"  "Sen tanıştığın insanlara "Bakın ben nefes alıyorum." diye belirtiyor musun?" diye sordum neden söylemediğime cevap olarak. "Ayrıca, hoşuna gideceğini düşünmüştüm." dedim kafam karışarak. Sonuçta o da bitkileri hissedebilmişti. Neden sorun olsun ki?  "Ah,"diye sızlandı. "Hayatından kısa bir film görüp, ardından iki karınca olayını anlamaya çalışırken her şey hoştu. Ama sonra..." Kafasını hızla salladı. "Anılarımda benim olduğum yere gelip benimle hareket ettiğini hatırlıyorsundur?"diyip soran gözlerle bana baktı.   Kafamı evet anlamında salladım.  "Aynı anda milyon tane yerde olmaya çalıştığını hayal et o zaman. Bir anının seni parçalarına ayırmaya çalıştığını..."  Ne demeye çalıştığını anlamıştım. Ben o an düşünüp yaşamakla meşguldüm. Onun bana katılıp katılamayacağını hiç düşünmemiştim. Tekil yolculuklar kolaydı çünkü; bir kişi ancak ve ancak bir yerde bulunabilirdi. Tabii, ben düşüncelerimle her yerde olunca o ne yapacağını şaşırmıştı.   "Üzgünüm."dedim. Daha fazla ne söyleyebileceğimi bilmiyordum.   "Sorun değil, bu demektir ki seninle sadece büyü ve yoğunlaşma üzerine kafa yoracağız. Elementlerle aran nasıl?"  "İyiyim ama ne kadar iyi olduğumu bilmiyorum. Büyü ve yoğunlaşma derken?"   "Doğayla bağ kurduğunda etrafında senin farkında bile olmadığın oldukça güçlü bir alan ortaya çıkıyor. Bir nevi kalkan diyebilirsin. Ve biz de hem bağ kurup hem de bilinçli olmanı sağlayacağız."  Güldüm. Cidden. Kahkahalarla güldüm. Elimde olmayan bir şeyi benden isteyemezdi.   "Aynı anda her varlıkta bulunabiliyorsun Catherine. Eğer onları hissederken kendin olmaya devam edersen... Aşılamaz bir kalkanın içinde koskoca bir ordu yönetirsin!"  "Ordu istemiyorum."diye sızlandım. Canlı olan hiçbir şeyi bu işe karıştırmak istemiyordum.   Bu sefer gülme sırası Jo'daydı. Ama onun benden daha kısa ve daha nazik güldüğünü tahmin edersiniz.   "Neden seçildiğini görebiliyorum. Merhamet, güç, hırs, sevgi, cesaret, irade... Her şeyde mükemmel derecede işleyen bir denge mekanizman var. Bu çok muazzam. Savaşçı değilsin. Ama bir korkak olmadığında açık."  Kendi kendine konuşuyor gibiydi. Bölmek için her ağzımı açtığımda beni fark bile etmeden yeni bir cümleye başladı.   "Ayrıca,"dedi bir anda benim de burada olduğumu hatırlamış gibi bakışlarını benimle buluşturup. "Ordu istemiyor olabilirsin ama nasıl karşı koyduğunu Dimitri anlattı. Dalları kullanmak enerjini tüketmiyor mu?"diye sordu ama cevap vermemi beklemeden bilmiş bir şekilde gülümseyerek devam etti. "Elbette tüketiyor. Nasıl bayılmak üzere olduğunu da anlatmıştı..."dediğinde öfkeden kuduracağımı sandım ama neyse ki kudurmayıp Jo'yu dinlemeye devam ettim. "Sen savaşçı değilsin Catherine. Doğana uygun seni yormayan şekilde savaşman gerek. Savaşçı olabilmen için yeterli zaman yok."  Karnımın guruldamasıyla bir bana bir de havaya baktı. Oldukça karanlık gözüküyordu. Yağmur dolayısıyla yerleşmiş bulutlardandır belki demiştim ama hava akşam olduğunu anlatmak istercesine kararmıştı.   "Hiçbir şeye sahip değilken daha sağlıklı besleniyordum."diye söylendim kendi kendime.   Balığın iyisini yakalayan bir arkadaşa sahiptim. Meyveler hakkındaki her şeyi biliyordum. Her türlü bitkiyi kullanabiliyordum. Kısacası şu an olduğum gibi aç olmamıştım hiç. Ormandayken yani. Jessie halamla beraberken çok daha kötülerini yaşadığımı da hatırlıyorum.  "Git yemeğe yetiş."dedi anlayışla. "Yemekten sonra kraliçenin odasına geç. Seni gereksiz okul müfredatından kurtaralım."  Komuta altındaki askerlerin yaptığına benzer bir şekilde kafamı sallayıp Jo'nun yanından ayrıldım. Aslında koşarak yemekhaneye gitmek ve yemeklere gömülmek istiyordum. Ama maalesef yağmur altında Jo'yla kısa sohbetimiz beni oldukça ıslatmış ve yağmur başladığında yerde yatmam da her yerimi çamur yapmıştı.  "Göz önünde olmaya lanet olsun, Bay Letovski ne kadar çamurlu olduğumu hiç takmazdı." diye söylene söylene odama çıktım.   Çıkana kadar da adım başı dampir bir erkeğe rastlayıp onların tuhaf bakışlarına maruz kaldım. Hayır, bir de odam en üst kattaydı. Her katta aynı şeyi yaşamasam bu kadar sinir olmazdım belki.   Üzerime temiz bir kot ve tişört geçirdikten sonra sırılsıklam olanın kıyafetlerim olmaması için bir de hırka giydim. Bütün bir kışı askılıyla atlatan ben, kapşonlu hırka giydim. Şaka gibi!  Saçlarımı içime sokup kapşonu kapattım daha odamdan çıkmadan. Hırkanın bol oluşu ve yüzümü görmeyişleriyle bu sefer dik dik bakan olmazdı diye umut ediyordum. Açıkçası olmasa da iyi olurdu. Yoksa bir sonraki bakışın sorumlusuna bir ben çarpardım bir de doğa ana yani. Sonuçta sabırlı olabilirdim ama sabır taşı da değildim.  Her neyse. Yemekhaneye vardığımda derin bir oh çektim diyebilirim. Herhangi bir 'çarpma' meselesi yaşamama gerek kalmamıştı. Oldukça aç bir şekilde tezgahtaki bütün bitkisel ve aynı zamanda kahvaltılık olabilecek şeyleri tepsime koyarak ilerledim.  Akademinin tamamı şu an burada gibi görünüyordu. Gözlerim bir yandan boş bir masa ararken bir yandan da tepsiye koyduğum ekmekten bir parça kopartmaya çalışıyordum. İşin kötüsü, sadece gözlerimle masa aramak da yeterli olmadığından masaların arasında yürümeye başlamıştım. Biraz daha tepemi attırırlarsa çıkıp güzelim yağmurun altında bahçeye oturarak yiyecektim. Tabii sonra beş yıllık dedikodu...   Gözlerim Joseph'in arkadaşlarıyla oturduğu masayla buluşunca anlamadığım bir şekilde mutsuz hissettim. Tamam boş masa bulmak belki biraz lüks bir istekti ama Joseph'in tek oturuyor olmaması... Niyeyse arkadaşları olmayan, yalnız kovboylardan zannetmiştim. Bu yüzden de onun yalnız oturmasını istemek oldukça doğal gelmişti. Eğer yalnız otursaydı gidip kolayca karşısına oturup konuşabilirdim. Ama maalesef birleştirilmiş masalardan oluşan kalabalık grubun ortasında oturan bu Joseph'le konuşmak... İmkansız.  İşte şimdi gidip yağmurun altında yemek yeme vaktiydi.   Düşündüğümü yapmak üzere tam arkamı döndüm ki, aklıma biraz farklı ve biraz da hilekar bir yol geldi. Geri dönüp Joseph'lerin bulunduğu yere doğru aşırı ağır adımlarla yürümeye başladım.   Planım tam olarak da ben ordan geçerken ona başka birinin tabağındaki zeytinlerden birini Joseph'e uçuracak ve böylelikle döndüğünü tarafta beni görmesini sağlayacaktım. Nitekim, tam yanlarından geçerken bunu yaptım da. Fazla dikkat çekmemesi için tam yanında oturan çocuğun tabağındaki zeytin çekirdeğinin Joseph'in kafasına çarpmasını sağladım.   Küfrederek arkadaşına döndüğünde ilk önce ayakta kalmış zavallı ben ile buluştu gözleri. Olayla hiç alakam yok ya hani, onu ilk defa görüyorum ya... Nezaketen gülümseyip selam verdim. Hayal ettiğime göre, onun da selam verip eliyle karşısına geçmemi falan işaret etmesi gerekiyordu. Ya da arkadaşlarından birine benim için yer vermelerini söylemesi gerekiyordu ya da ne bileyim bana sandalye çekip aramıza katıl tarzında bir tavır sergilemesi gerekiyordu hiç değilse.   Ama şahsi varlığımı biraz fazla abartmış olmalıyım. Sadece gülümseyip dudak hareketleriyle "Selam!" dedi ve az önce zeytinini çaldığım arkadaşına dönerek ensesine vurdu ve bu hareketiyle küçük bir sabah şakalaşması başlatmış bulundu.   Bilin bakalım kim köpek yavrusu gibi kapıda kalmıştı?   Ben!   Artık trip atmak olacağından çıkıp gidemezdim de. Tercihler konusunda gerçekten çok müthiş bir varlıktım. İlk seferde doğru tarafı seçmenin keşke bir yolu olsaydı.   Burun kıvırıp bu sefer önümde kalan ilk masadaki ilk boş sandalyenin başına geçip iki kız üç erkekten oluşan grubu süzdüm. "Boşsa oturabilir miyim?"diye sordum ardından da.   Sorumun nazikliği sizi aldatmasın. Suratımın "Sıkıyorsa hayır de!"diyen asabi tarafını karşımdaki çocuğun gözlerinde görebiliyordum.   Çocuk "Ta-tabi."diye kekeleyip gülümseyince gürültülü bir şekilde sandalyeyi çekip hiçbirine bakmadan tepsiye gömüldüm. Arkadaş canlısı olan kişiliğim kendimi tanıştırmamı ve onlarla arkadaş olmak için çabalamamı söylüyordu ama diğer yandan içimdeki garip dürtü de beni konuşmamam için adeta bağlıyordu.   Tepsinin içindeki süpürüp de, tepsi sağlam kalsa iyi olur, diye düşündüğüm vakit masadan kalktım.   Ağzımdan varla yok arası bir "Teşekkürler."sözcüğü çıksa da o an sadece yemeğimi yiyebildiğim için mutluydum.   Sabırsızca kraliçenin odasına yönelmişken ismimi duymamla durdum.  "Catherine bir saniye."diye peşimden koşan bir adet Joseph'e merhaba diyin lütfen.   Yap yap, sonra peşimden koştur. Olacak iş mi bu?  "Efendim?"diye sordum olabildiğince düz bir ton kullanmaya çalışarak.   "Ya, yani... Kahvaltıya geleceğini bilsem sana da yer tutardı-"  "Sorun yok."dedim bıçak kadar keskin bir şekilde sözünün arasına girip.  İnsanların içinde beni tanımıyormuş gibi yapıp sonra bana değer veriyormuş gibi davranamazdı. İki yüzlülük olurdu. Ki bu, Joseph'i Dimitri'yi bile sollayacak derecede tiksinç biri haline getirirdi. Dimitri en azında "neyse o" tarzında takılıyor. Adamın serbest, serseri stili bu.  Elini omzuma koyup ona bakmam için beni zorlaması da ayrı bir hoşuma gitmemişti. Bu günlerde memnuniyetsiz olan ben miydim yoksa herkes bana zıt gitmek için sözleşmiş miydi?   "İşim var."dedim bu sefer daha sert bir şekilde.   Bir saniye, ben trip mi atıyordum yoksa?   "Sen trip mi atıyorsun yoksa?"diye sordu o da. Düşüncelerimi okumuş kadar olmuştu.   Gülümsedim. Ya da denedim en azından.  "Alakası yok Joseph. Gerçekten işim var."  "Pekala, ne işin var?"diye sorduğunda apıştım kaldım desem yeridir.   Hala kime, neyi, ne kadar, nasıl söylememle ilgili bir kanıya varamadığımdan şu an adeta sorusuyla karnıma sancı girmişti. Kraliçe desem... Neden diyecek. Jo desem olmaz. Dimitri değil. Benimle ilgili desem açıklamamı isteyecek. Açıklamaya kalksam bir başka dert.  Avcunu yanağımı yerleştirmesiyle kendi iç alemimde de apışan düşüncelerim, yaşadığımız ana döndüler.   Yağmurun ıslatması veya havanın soğukluğu beni rahatsız etmese de vücudumda meydana gelen ani ısı değişikliklerini hissedebiliyordum. Bu da öyle bir şeydi. Yanaklarım aşırı ıslak ve soğukken onun sıcacık eline maruz kalınca bütün benliğim şok geçirmişti.   Diğer eliyle yüzümden damlaları silse de buna onun gereksiz ve aynı zamanda komik olduğunu söyleyemedim. Sonuçta yağmur hala yağıyordu ve o ne kadar silerse silsin, yeni damlalar yüzümden süzülecekti. Tıpkı onda da olduğu gibi.   Yemin ediyorum, kitlenmiştim! Hala avcundaki ısıyı düşünüyorum. Beynime ulaşmaya çalıştığımda "Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor, lütfen daha sonra tekrar deneyin" cümlesi yankılanıyordu.  Ve ben daha beynime ulaşamadan Joseph sağ tarafımı da kavrayıp çok çarpık bir gülüş fırlattı. Ve kesinlikle bu gülüşün de ne demek olduğunu biliyordum ama idrak edememekten kaynaklı bir sorun yaşadım ve onun dudakları benimkilere değerken orada sadece bir izleyici olarak bulundum.   Bacaklarım hafifçe geri gitmeye çalışsa da yüzümü kavrayan elleri geri gitmemi engelledi ve dudaklarını dudaklarıma bastırdı.
Ve ben daha beynime ulaşamadan Joseph sağ tarafımı da kavrayıp çok çarpık bir gülüş fırlattı. Ve kesinlikle bu gülüşün de ne demek olduğunu biliyordum ama idrak edememekten kaynaklı bir sorun yaşadım ve onun dudakları benimkilere değerken orada sadece bir izleyici olarak bulundum.  Bacaklarım hafifçe geri gitmeye çalışsa da yüzümü kavrayan elleri geri gitmemi engelledi ve dudaklarını dudaklarıma bastırdı.  Öpmek ve öpüşmek arasında işte bu denli ince bir çizgi vardı. Ve dudaklarım ilk kez başka birinin dudaklarına değdiğinde hissetmek istediğim kesinlikle bu 'öpülmüş' olma hissiyatı değildi. Yıkıcı bir sıcaklık dudaklarımın üstündeydi.   Kendimi geri çekmenin faydasını göremediğimden bu sefer onu itmeye giriştim. Aslında aklımın bir köşesi bütün doğa olaylarını başına getirtecek bir plan yapmakla meşguldü. Fakat daha mantıklı olan bir tarafım güçlerimi kullanırken kendimden geçebildiğimi ve bunun onu öldürebileceğini hatırlattı.   Evet, cezayı hak ediyordu ama cezası ölüm olmamalıydı.   Göğsüne dirsek atarak onu ittim ve kendini ondan kurtardıktan hemen sonra suratına cuk oturan bir tokat yerleştirdim. Klişe bir hareket olduğunun farkındaydım ama şiddetli yağan yağmura rağmen çıkan 'şak' sesine kulak verecek olursak bir süre yaptığı şeyi hatırlatacak bir iz bırakmıştım yüzünde.   Tamam, itiraf ediyorum; bir nebze güç kullanmış olabilirim. Sadece bir nebze.   Suratının aldığı şeklin bana haz vermesine izin vermeden yanından uzaklaşıp ana binaya girdim. Kraliçeyle görüşmek ve bana hiçbir faydası olmayan derslerden kurtulmak için ekstra bir sebebim daha olmuştu sonuçta. Artık Joseph'in yüzünü de görmek istemiyordum.   Tanrı aşkına, bu erkeklerin derdi neydi? İki dakika adam olmak bu kadar zor olmasa gerek? Ya da biriye sadece arkadaş kalmak? Tamam, biliyorum ki joseph'in başından beri bana karşı arkadaşça olmayan bir tavrı vardı var olmasına da... Hani izin, rıza gibi olgulara ne olmuştu?  Yağmurdan sırılsıklam olmuş yüzümü hırkamın içine kurulayıp kraliçenin kapısını çaldım. Daha doğrusu onun odasına gitmeden önce gardiyanların yanına açılan kapıyı çaldım.   Onlar kapıyı açına kadar hafif bir rüzgarla saçlarımı kurutmak için elimi kaldırmıştım ki muhteşem Janianne Hathaway'i karşımda dikilirken gördüm. Elimi geri cebime sokup ona da başımla selam verdim yavaşça.   Derdimi anlatmama gerek olmadığını gösterircesine geçmem için kapının yanına geçti ve o da selam verdi. Keşke bir de neden bu kadar az konuşabildiklerini bilseydim, diye geçirdim içimden. Ciddi olmak az konuşmayı beraberinde mi getiriyordu yoksa bıraksalar sabaha kadar konuşacak çeneye sahip bir ben miydim?   İkinci kapı da açılıp bütün ağır kadroyu içeride görünce haliyle düşüncelerimden sıyrılıp şöyle bir toparlanmam gerekti.  "Biz de seni bekliyorduk."diyerek ellerini kavuşturdu ve ağır adımlarla yanıma geldi Vasilisa.   "Çok geç kalmadım umarım."diye cevapladım onu. Bir yandan da odanın içindeki insanları süzüyordum. Jo, Dimitri ve Janianne tanıdığım insanlar arasındaydı. Diğer iki kişinin kim oldukları konusunda beni aydınlatırlarsa da oldukça memnun olacaktım.   Biri kadın biri erkek bu iki kişinin bakışları beni bir hayli endişelendirmişti çünkü. Gözlerini ayırmadan beni izliyorlardı. Ve diğer insanların aksine bu ikisi koltukta rahat rahat oturuyorlardı. Kraliçe'nin akrabaları sanki, diye alay edecekken kendi kendimi durdurdum. Sonuçta bilmediğim milyonlarca şey varken bunun da bilmediğim bir yüzü olması şaşırmam gereken bir şey değildi artık.   Jo'ya hafifçe yüzümü döndüm.  "Siz,"dedim gözlerimle içerdekileri işaret edip. "Ben gelmeden önce konuştunuz mu? Yani... Bir sonuca vardınız mı?"  Jo sinirli bir şekilde nefesini dışarı verdi. Bir yandan da zoraki bir şekilde gülümsemeye çalışıyordu.   "Konuştuk."dedi dişlerinin arasından.  "Ama maalesef bir anlaşmaya varamadık."diye tamamladı Dimitri onu. Bu ikisinin arasında her ne varsa bu şeyin hiç iyi olmadığı çok açıktı.   Bir süre kraliçenin de yorum yapmasını bekledim ama yapmadı. Öldürücü sessizlik odanın içini mühürlerken herkes birbirine bakıyordu. Loş ışığın altında beni biraz daha bekletirlerse ayakta uyurdum.   "Sorunun ne olduğunu açıklayacak mısınız?"  Soruyu sormak için biraz daha bekleyebilirdim belki ama dayanamamıştım. Hem gerginlik hem sessizlik her geçen saniyede daha çok üzerime geliyordu.   "Ben teorik derslerin senin için işe yaramaz olduklarını ve kendini fiziksel olarak geliştirmenin de yersiz olduğunu düşünüyorum."dedi Jo.   "Geçerli sebeplerin olsa da derslere hiç girmediğin için biz de teorik derslerin işe yarayıp yaramadığını hiç denemediğini söylüyoruz."diye söze karıştı tanımadığım erkek. Hah, tanımama sebebim işte şimdi açığa çıkmıştı. Bu ikisi, moroi derslerine giren öğretmenler olmalıydı.   Dimitri ise hiçbir şey söylemedi.   Tabii, diye düşündüm. Onun derslerine girmemem kendisi için çok da iyi bir gelişme olurdu eminim ki. Böylece benim güvenliğimden de sorumlu olmak zorunda kalmazdı. Ah, elbette her halukarda benim güvenliğimden sorumlu olacaktı. Sonuçta ben onun sevdiğini görebilmek için tek şansıydım ama en azından benimle fazladan zaman harcamasına gerek kalmazdı.   Dimitri'ye kaçamak bir bakış attıktan sonra tanımadığım iki öğretmene döndüm.   "Bakın, derslere hiç girmemiş olabilirim ama açıkçası elementler hakkında göstereceğiniz şeylere hakim olduğumu düşünüyorum."dedim kendimden emin bir şekilde.   Kadın itiraz etmek için ağzını açtı ki elimi kaldırıp onu durdurdum.   "Kabul ediyorum isimleriyle ayrıntılarıyla bilmiyorumdur, sizin kadar konunun hakimi değilimdir ama olayın ne olduğuyla ilgili bilgim var. Sıkıntı yaşadığım yer konsantrasyon ve güç kullanımı. Yoksa elementlerle de doğayla da aram oldukça iyi."  Kadın dudak büzerek erkeğe baktı. Erkek de aynı tavırla kraliçeye...  Tek kaşımı kaldırıp ben de kraliçeye döndüm. Olan biteni kafasında tartarken omuzlarından aşağı düşen sarı bukleleriyle oynuyordu. Bu haliyle bir kraliçeden çok liseli kız gibi göründüğünü söyleyebilirdim. Tabii sadece içimden. Dışa vuracak olsam tek diyebileceğim, çok güzelsiniz, oldurdu.  "Bunun kabul edilebilir olduğunu düşünsem bile de diğer konunun uzlaşılmasının bu kadar kolay olduğunu sanmıyorum. Programından sadece teorik derslerin kaldırılmasını kabul edebilirim."  Hayretle bir Dimitri'ye bir kraliçeye baktım. Adam ağzını bile açmamıştı ve onun görüşleri mutlak doğru kabul ediliyordu. Tanrı değil ya bu adam diye haykırmak istesem de herkesin onun gardiyanlığından dolayı ona 'Tanrı' dediğini düşününce bir gülme geldi.   "Komik olan bir şey olduğunu sanmıyorum."diye keyfimin arasına girdi hemen Dimitri. Adamın zoru benim suratımda galiba. Herkes kendisi gibi somurtuk olmayınca rahat edemiyor.   "Sizin uygulamalı derslerinizi teorik derslerden önemli kılan nedir gardiyan Belikov?"dedim eğlenir bir şekilde. Cümle alem burada olmasa daha çok şey söylerdim de bu soruyla idare ediversin.   "Dövüşmeyi öğrenmek hayatta tutar."dedi istifini hiç bozmadan.   "Kendimi kontrol altına almayı öğrenirsem dövüşmeme gerek kalmaz."  Ukala çıkan ses tonumla Jo'nun ağzı yukarı doğru kıvrıldı. Dimitri'yi saf dışı bırakmamdan garip bir haz alıyordu. Hatta öyle ki, yalnız kaldığımızda sırtımı sıvazlayacakmış gibi bakıyordu bana: gurula.  "Kontrol altına alabileceğinin bir garantisi yo-"  "Dövüşebileceğimin mi garantisi var? Cidden mi?"  "Kaç kere ölümün eşiğinde olduğunuzu gördüm bayan Davies." Bak bak, resmilik akıyor.  "Birkaç teknik öğrenebileceğinizin elbette garantisi var. Tamam, madem öyle dersler dışında bir program görürsünüz. Jo'yla çalışmanızın sonuna gelir ve antrenmanları orada yaptırırım. Belki böylece birlikte çalışmanın da alıştırması yapılmış olur."  "Harika bir fikir!"diye atlayan cırtlak ses kimin olabilirdi? Tabii ki kraliçe.  Jo'nun gözleri yerinden fırlamak üzere gibi pörtlemişti ve konudan uzak iki hocaysa anlamsız anlamsız Dimitri'ye bakıyorlardı.   Sinirimden kraliçenin konuşması kulağıma ince bir vızıltı şeklinde geliyordu. Jo'ya ve diğer iki öğretmene hızlı hızlı bir şeyler anlatırken ben, gözlerimi Dimitri'nin üstünden alamıyordum. Zarar vermek niyetinde bakışlar değildi ama iyi niyetli baktığımı da sanmıyorum.   "İki yumruk atmanın savaş kazandıracağını mı sanıyorsun?"diye bağırırken buldum bir anda kendimi. Doğrudan Dimitri'yle konuşuyordum. Sanki odada sadece ikimiz varmışız gibi.   "Yumruklar,"dedi hafifçe yutkunarak. Gözleri etrafı radar gibi tarıyordu. Belli ki o benim kadar yer kavramını kaybetmemişti. "Savaş kazandırmak değil, seni hayatta tutmak için lazımlar."diye cümlesini bitirdiğinde bende tümden kayış koptu.   Burada beni araç olarak görmeyen tek bir kişi bile yokken benim hayatta kalmamı nasıl bir bahane olarak verebilirdi ki? Öfkeyle ona arkamı dönüp konuşması yarım kalan kraliçeye ve diğer iki moroi öğretmene doğru yürüdüm.   "Burada tek önemli olanın savaş olduğunu bilmediğimi düşünerek konuşmayın. Savaşı kazandırdıktan sonra bana ne olduğu hiçbirinizin ama hiçbirinizin umurunda değil. Ben de size savaşı kazandırmak için uğraştığımı söylüyorum."dedim oldukça haşin bir sesle ve arkamı dönüp bu sefer kapıya yöneldim.   Oraya geldiğimden beri tek ağzını açmayan kişi, Janianne kapıda dikilmiş çıkmamı engelleyecek gibi bana bakıyordu. Onunla da uğraşmamak için rüzgarın yardımıyla daha varmadan kapıyı açtım ve Janianne'in de kapının zoruyla çekilmek durumunda kaldı.   "Bundan sonra Jo'yla çalışacağımı bilin, geri kalanını halledin." diye arkamı çıkarken söylendikten de sonra hızlı adımlarla binadan çıktım. Beni gören her bir gardiyan bana gelmeye çalışmıştı fakat izin vermemiştim. Ve bunu kontrolsüz bir biçimde de yapmamıştım. Gayet aklım başımdaydı. Sadece içimdeki güçlü tarafın konuşması, hareket etmesi gerektiğine karar vermiştim o kadar.  Hem sabırlı hem de bir o kadar asi olabilecek birini arıyorsak kesinlikle benden daha iyisi olamazdı. İçimde iki kişilikte insanı da barındırıyordum. Her ne kadar sabırlı ve nazik olan tarafımda kalmak istesem de içimde bir yerlerde asi birinin olduğunu bilmek de güzeldi. Yoksa bunların içinde kullanıla kullanıla eskirdim.   Yağmur tüm gücüyle yağmaya devam ederken dışarıda çok az sayıda kişinin kaldığını gördüm. Muhtemelen herkes sınıflarına gitmişti. Jo'la ders yapacağımı çok açık bir şekilde ifade ettiğime göre de onların ders saati benim için uyku vakti demekti.   İçimde bir anda baş gösteren garip bir dürtü beni ele geçirdi. Başımı gökyüzüne kaldırıp gülümsedim. Kendini kanıtlama ya da güç diye adlandırabilirim galiba bu hissi. Şu an arkamdan şöyle hafif bir rock parça çalıyor olabilirdi hatta. En azından benim hissettiğim duygu bu yöndeydi.   Yarın bir gün Jo'nun gözünden bu yarattığım sahneye bakmak bile istiyordum şu an. İçimdeki enerjiyle kimin ne şekle girdiğini tam çözememiştim ama emin olduğum tek şey kimsenin bana karşı çıkamıyor oluşuydu.   "Catherine!"diye seslenen sesle başımı indirdim ve ofladım.   İçimdeki öfkeyi, siniri, kibri yıkayan yağmura teşekkürlerimi sunarak yüzümdeki ıslaklığı silmeye çalıştım ve sesin geldiği yere baktım. Baktıktan sonra da yatakhaneye doğru yürümeye devam ettim.   Bana seslenen kişi keyfimin korkulu rüyası Dimitri'ydi ve ben hem öfkemin dinmiş olmasından dolayı aynı etkileyicilikte konuşamayacağımdan korktuğum hem de daha fazla sorunla uğraşmak istemediğimden onu görmezden gelecektim.   Her ne söyleyecekse yarına kadar bekleyebilirdi eminim.   Gerçi, koşar adımlarına ve hızlanan nefesine bakacak olursak söyleyeceği şeyler oldukça acildi.   Yanıma geldiğini hissedince onu görebilmek için yan döndüm. Bir yandan da surat ifadesini seçebilmek için yağmura karşı elimi alnımda tutmaya çalışıyordum.   "Ne var?"diye sordum onun tek yaptığının beni öfkeli gözlerle süzmek olduğunu fark edince.  Cevap vermedi. Bunun yerine yağmura karşı siper ettiğim elimden yakaladı ve yatakhanenin yan tarafındaki, en yakınımızdaki, binaya sürükledi. Antik yunan mimarisini aratmayan girişin sütunlarından birine doğru çekti ve önümde durdu.   Bu söylediklerimi hem hızlı hem de karşı koyulamaz bir biçimde yapmıştı. Suratındaki ifade ise zaten beni benden alıyordu. Ama önümde durduğunda bir şeyler değişti. Yüz ifadesi, duruşu, bakışı...  Ve onun değişen ifadeleriyle içimden gelen o müthiş tokat atma isteği. Tabi bu istekle beraber gelen kafa karışıklığı, sevgi...   Ben geri adım attıkça bana yaklaşıyordu. Sırtım sütuna yaslandığında kaçmayı bıraktım. Sütunu yıkıp gidecek halim de yok ya. O da ellerini iki yanıma koyarak bana doğru eğildi. Eğer istediği şey beni etkilemekse, bunu bir hayli yaptığını söyleyebilirdim.   Bağımlı biri gibiydim sanki. Onun kokusunu aldıkça düşüncelerim birer birer beni terk ediyordu. Hele şu anki yağmura bulanmış o ferah koku... Şu an düşünceden çok istek kalmıştı içimde. O da tek bir istekti: sarılma isteği.   "Yanlış kişilere güveniyorsun." dedi. Tam da huzurlu olduğumu düşünecekken.   "Şu ana kadar doğru kişiye rastlamadım zaten."diye cevap verdim kendisini kast ederek. Anlamış olacak ki suratı asıldı.  "Şu ana kadar ne olayların ne de kişilerin gerçek yüzünü gördün. Kimse ne istediğini gerçekten söylemiyor."  Buradaki 'kimse'den kastı büyük ihtimalle Jo'ydu. Olaylar derken de... Hım... Emin değilim ama onu da yavaş yavaş çözebileceğime emindim.   "Senin ne istediğini gayet iyi biliyorum."dedim kafamı hafifçe yana eğerek. Hem suçlayıcıydım hem de üzgün. İkisi birden olabilmek gerçekten çok zor.   Acı acı güldü ve yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Yemekten sonra Joseph'e nasıl kızdığımı hatırlıyorum da... Ya da nasıl beynimin donduğunu... Şimdi niye olmuyordu? Neden şu an tek düşünebildiğim Dimitri'ydi? Eğer dudaklarıyla buluşsam itiraz etmek şöyle dursun karşılık verecek gibi neden hissediyordum?   "Ben,"dedi buz gibi olmuş elini yanağıma koyarak. "belli sınırların içinde hapsoldum. Ve seninleyken kullanmam için kartlar verildi."dedi ve bir süre gözlerimin içine baktı.   Sınırlar? Kartlar?   Dokunduğu yerler yeterince yanmıyormuş gibi şimdi de buz tutmuş elini yanağımdan boynuma kadar indirip parmaklarıyla ensemi kavradı.   İçimdeki yangını söndürsün diye yağmurun altına zıplayıp su aygırı gibi yuvarlanacaktım az sonra. Vücudumdaki bütün tüyler ayaklanmıştı. Kalp atışlarımın ağzımdan çıkmak üzere olduğundan bahsetmiyorum bile.   Yüzüme çok yakın olan yüzünü kulağıma çevirdi ve tuttuğumu bile unuttuğum nefesi vermem için fırsat verdi.  "Ve ben, bu kartları kullanmak yerine seni oyunun dışında tutmak için uğraşıyorum."diye fısıldadı.   Tekrarlıyorum; sınırlar? Kartlar? Oyun? Benim için uğraşmak?  Bana şu an yaptığı şey haksızlıktı. Aklımı böylesine karıştırabiliyor olmak çok büyük haksızlıktı hem de. Yüzünü yüzümden ayırmadan önce saçlarımı okşayıp sırf bu hareketiyle bile kalbime ulaşabilmesi çok büyük haksızlıktı.   Bir süre arkasından aval aval baktıktan sonra dayandığım sütunun dibine çöktüm. Sütuna yapışmış benim erircesine yavaş yavaş inmişti aşağıya. Başımı mermere yasladıktan sonra gözden kaybolana kadar arkasından baktım. Ona baktım ve sadece izledim. Kulaklarımda eşsiz, hafif bir müzikle onu izledim. Göremeyecek kadar uzaklaştığında da kokusundaki beni benden alan o muhteşemliğe tutunup bir süre daha yanımdaymış gibi hissetmeye çalıştım.   Aşık olmak iyi mi kötü mü bir şeydi bilmiyorum ama aşık olmak kesinlikle böyle bir şeydi. Tutarsızlık, heyecan, her şeye rağmen o güvenme arzusu, kilitlenme durumu; sözlerin bittiği- tariflerin yetersiz kaldığı yerdi aşk.    Beynimi oyunun dışında bıraktığını düşünecek olursak bir hayli bir hayli zararlı göründüğünü söyleyebiliriz elbette ama bunlara rağmen aşkı aşk yapan bu değil miydi zaten? Hayatın içindeki o farklı insan olma durumu? Sevginin bir üst seviyesi olmasını sağlayan şey bu değil miydi?   Ailemizi severdik mesela. Arkadaşlarımızı da aynı şekilde... Ve sevginin dereceleri vardı. Mesela ailenizi arkadaşlarınızdan daha çok sevebilirdiniz. Ya da tam tersi şekilde. Önem derecelerine göre sevgi sıralamanız değişebilirdi. Arkadaşlar örneğin, bir kişi diğerinden daha çok sevebilirdiniz.   Peki ama aşk? İnsan, yalnızca bir sefer aşık olur derlermiş. Gerçekten aşık olana kadar diğer her şeye de aşk adını verebilirmiş. Paradoksa sürükleyen bir teori olsa da bir nebze doğruluk buluyorum içinde. Ki zaten, aşkı bulduktan sonra kaybederse bir daha da hiçbir şeye o aşk adını vermezmiş insan.   Benim yapmam gereken neydi peki? Aşık olmak mı, asker olmak mı? Hangisine gerçekten ayırabilecek vaktim vardı? Dahası Dimitri'nin dengesizliklerine göğüs gerecek bir aşık mıydım? Eğer aşık değilsem de artık şu tutarsızlığımın geçmesi için bana daha ne yapması gerekiyordu?   Kafam yine bir milyon açık uçlu soruyla dolduğuna göre yeterince kendime geldim, diye geçirdim içimden. Kendimi derinden derine sorgulamam kendimde olduğumun en büyük göstergesiydi. Düşüncesizce hareket etmeye başladığımda bir çok şey kaçırıyordum.   Oturduğum yerden kalkıp ayaklarımı sürükleyerek binadan içeri girdim ve adeta sürünerek de merdivenlerden çıktım. Fiziksel yorgunluktan kaynaklı bir sürünme değildi benimdi. Depresyon sürünmesiydi. İç muhasebemi çözene kadar bir yere oturmalık ve kalkmamalık bir sürünmeydi.   Gecenin karanlığında sadece dokunma duyularıma göre hareket ederken oldukça dikkatli olmaya çalışıyordum. Her ne kadar gözlerim oldukça iyi görse de gördüğümü idrak etmek istediğimi zannetmiyordum. Beynimde sadece odamın kapısının görüntüsü vardı. Hedefe ulaşmaya çalışıyordum sadece.  Kapıya birkaç adımım kaldığında ayağımın yerdeki bir şeye takılmasıyla karşı duvara kadar sendeledim. Hatta bir an duramayıp da kafamı çarpacağım düşüncesi geçmedi desem yalan olur. Bu da insan doğasındaki garip şeylerden bir tanesi mesela. Böyle ani durumlarda yapabileceğin onlarca şey olsa bile korku veya panik, seni durdurmaya yetiyor.  "Önüne niye bakmıyorsun ki?"  Kibarca sitem eden ses yerden, takıldığım yerden, geliyordu Ve Joseph'e aitti.   Değil yerde ne yaptığına bakmak, cevap bile vermeden odamın kapısını açıp içeri girdim. Şu an görmek istediğim en son insan kendisiydi. Hatta görmek istemediğim tek insan bile olabilirdi. Fakat odamın kapısını kapatmama izin vermeyip kafasını kapımdan içeri sokunca mecburen sıfatını görmüş bulundum.   "Sabrımı sınadığının farkındayım Joseph. Ama eğer kafanın gövdende kalmasını istiyorsan benden uzunca bir süre uzak olmalısın."dedim ölümcül bir ses tonuyla. Savurduğum tehditin kendi iç denetimimden onay alamayacağının farkındaydım ama ısırmayacak olsam bile dişlerimi göstermem lazımdı.   "Sadece konuşmama izin ver, bir daha sana yakın olmayacağım zaten."dedi çekingen ama kararlı bir şekilde. "Bu utançla olamam da."diye ekledi kafasını önüne hafifçe eğip gözlerini gözlerimden çekerek.   Sırtımı duvara yasladım ve kollarımı göğsümde kavuşturdum. Söylediği hiçbir şeyi dikkate değer bulabileceğimi sanmıyordum. Ne diyecekti? Seni öptüm ama özür dilerim mi?  "Yaptığım şeyi biliyorum ama -"derken sinirle karışık bir gülme tuttu beni.   Şaka mı yapıyordu?  "Joseph,"dedim gözlerinin içine bakarak. "Madem yaptığın şeyi biliyorsun, çık dışarı. Ve bir daha da sakın bana yaklaşma."  Cevap vermek için ağzını açtıysa da izin vermedim. Ne kadar perişan olması veya olmaması beni ilgilendirmiyordu. Ne kadar üzgün olduğu da öyle. Ona karşı herhangi bir ilgi duymadığımı bile bile bunu yapmıştı ve oturup da bununla dert edilmemesi gereken bir şey olduğuna dair bir tavır takınamazdım.   Başka birine aşığım ama olsun sen yine de öp mü? Hayır, hiç sanmıyorum.  Kapının dışına kadar ittikten sonra aynı kötü bakışlarımdan birinin yolladım. Kapıyı kapatmama izin vermeden tekrar tuttu. İçeri gelmek için değildi. Bir şey söylemek için tutmuştu. Ağzı hafifçe açıktı. Konuşmasına izin verme niyetinde olmasam da bana eğildiği yerden söylediği sözle onu daha fazla ittiremedim.  "Sizi gördüm."dedi bir fısıltı halinde. Onun ağzından kelimeler azından sakince çıkarken, beynime adeta çığ etkisiyle büyüyerek ulaşıyorlardı. "Dimitri'yle seni gördüm."

Vampir AkademisiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin