ii. pembe şato

137 20 184
                                    

2018, Ağustos.

Kim Taeyeon ve Jung Sooyeon on yıldır arkadaşlardı, ilkokulun sümüklü sıralarından kalkıp da lisenin asi ve ergen sıralarına konmuşlardı. Şimdi her şey bitmiş, üniversitede farklı yerlere konmuşlardı. Sooyeon ABD'de bir üniversiteye gittiğinden Taeyeon bu yazı heyecanla beklemişti. Biricik arkadaşının dönüp de ona tekrardan sarılacağı günü iple değil kocaman zincirlerle çekmişti. Hani, şu, gemiler için kullanılanlardan. Zaman birçok şeyi deler geçer, zaman iyileştirici yeteneğinin yanında bir de yok edici yetenek taşır. Çoğunlukla bu ikisi birlikte gelir de, Taeyeon'a ayrı ayrı uğramışlardı. İlkokul sıralarında deli diye anılan arkadaşsız, fakir kız şimdi normal bir öğrenciydi. Buna iyileştirici etki diyorduk. Bir de yok edici vardı ki, her şey iyileşmişken, Sooyeon'un uzaklara gidişi buna bir örnekti.

Taeyeon'un babası bundan beş yıl önce inşaatta kafasına düşen bir tahta yüzünden ölmüştü. Tahtada çivi vardı ve adamın kafatası delinmişti. Taeyeon hiç ağlamadı. Zaten cenaze düzenleyecek paraları olmadığı için çok çabuk unutuldu adam. Abisi de o zamanlar üniversite, sonunda, bitirip gelmişti. Abisi askere gitti, annesi başka bir adamla evlendi. O adam da iki yıla öldü. Ama birçok miras kaldı annesine, öylece yatırıldı bir bankaya ve kimse ellemedi. Fakir yaşamaya o kadar alışmışlardı ki para geldiğinde ne yapacağını şaşırmışlardı. Neyse, sonra abisinin evliliğine harcandı da bitti para. Abisini iki yıldır görmüyordu Taeyeon. Zaten lisede çalışmaya ve kendi parasını biriktirmeye başlamıştı eski masal kazanının içinde. Annesi de birkaç ay önce kalp krizinden ölmüştü. Taeyeon yine hiç ağlamadı. Kim Taeyeon hiçbir ölüme ağlamadı. Yalnız, bir tek, Sooyeon'u yolcu ettikten sonra oturdu ağladı havaalanında. Saatlerce. Bitmek bilmeyen günlerce ağladı.

Kim Taeyeon şimdi o fakir evde tek başına yaşıyordu, hayata devam edebilecek parası da vardı okumaya yetebilecek kadar birikimi de vardı. Çalışıyor ve sürüklenip gidiyordu. Sooyeon'un annesi çok kez ona yardım etmek istemişti de gururuna yediremedi süpürge saçlı kız. Ki artık saçları da güzeldi, yüzü de. Ne deliydi ne de çirkin. Hatta birçok meraklısı olduğunu da biliyordu. Sooyeon da öyleydi. Lisede ne canlar yakmışlardı, kim bilir! Aynı masada oturur ve tüm yemekhanenin onlara tutkuyla bakmalarını izlerlerdi. Ta ki o cırtlak sesli Hwang Miyoung gelene kadar. Sooyeon belki yine bakışları çekerdi üzerine, çünkü kıyafetleri güzeldi ve bakımı vardı. Ama Taeyeon fakirdi işte. Hwang Miyoung, Sooyeon'dan da öteydi. Güzelliğini göstermeyi iyi bilirdi. Neredeyse külotunu gösterecek kadar yukarıya çektiği eteğiyle salına salına yürürdü. Sooyeon da Taeyeon da, Hwang Miyoung aksine bunlarla pek ilgilenmezlerdi. Taeyeon'un çalışması lazımdı ve Sooyeon da hayallerine dört kolla sarılan, çalışkan bir öğrenciydi. Yine de, bazen aşk konusu açıldığında, Sooyeon burnunu kıvırırdı. Derdi ki, "yine bakıyorlar. Keşke anlasalar, biz birbirimize aitiz!" Taeyeon buna çok gülümserdi, çocukken bir şaka olarak başlayan lezbiyenlik lisede gerçeğe dönüştüğünde ikisi de gülmekten saatlerce kurtulamamıştı. Gözlerinden yaşlar akarak mavi ve pembe bebeği birbirleriyle öpüştürürlerdi. Ah, önemli bir şey de vardı ki, Taeyeon liseye geçtikten sonra hiç duymamıştı bebeklerin sesini.

Tarih, toplum, insanlar öyle çirkin ve korkunçtu ki ikisi de gizli cinselliklerini sakladılar Taeyeon'un dolabındaki tahtanın arkasına, bebeklerin yanına. Sustular, ta ki, işte üniversite başlayana kadar. Sooyeon, Kore'ye göre kısmen daha özgür bir ülkenin en özgür şehirlerinden birinde yaşıyordu ve Taeyeon da artık takmamayı öğrenmişti. Çocukken bir deliydi, şimdi de eşcinsel derlerdi. O da cevap verirdi, yalnızca biri doğru! Kimse de anlamazdı hangisinin doğru olduğunu. Bu bir orun değildi artık, konuşulması gereken bir şey de değildi. Dediğim gibi, Sooyeon bu yazlığına dönmüştü ve yaz bitmek üzereydi. Haziran birbirlerine bir şeyler anlatarak bitmiş ve temmuz da bir sahilde günlerce yüzerek tükenmişti. Taeyeon'a yüzmeyi bu sene, Sooyeon öğretmiş olmuştu bu şekilde. Bugün ağustosun ilk günüydü ve ne tesadüftür ki aynı zamanda cırtlak sesli Hwang Miyoung'un doğum günüydü. Onu görmeyeli bir yıl oluyordu, en azından Sooyeon için, çünkü Taeyeon onu sokaklarda görüyordu. Ah, nasıl da alamıyordu gözlerini onun üstünden. Zaman büyütmüştü Miyoung'u. Her zamankinden daha güzel, daha mükemmel ve en azından daha iyi bir insandı. Belki de üniversite büyütmüştü onu. Şansa bakın, iki davetiye düşmüştü kapılarına. Doğum günüme davetlisiniz! Oysa geçmişi hatırlayınca tüyleri diken diken olurdu Taeyeon'un. Nasıl da bağırırdı suratına ve tükürürdü yüzüne o korkunç kelimeleri. Deli. Deli Taeyeon. Deli Taeyeon yine zavallı bebeklerinden bahsediyor. Nasıl da korkunç, ürkütücü ve kırıcı oluyordu çocuklar.

valley of the dollsHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin