꧁
✿ฺ´'✿ฺ
"Bu taraftan," dedim. Otobüsten inmiştik ve Seul'un geniş sokaklarında yürüyorduk. Jungkook'a sürekli seslenmek ya da onu doğru yönlendirmek için çaba harcamak zorunda kalıyordum. Çünkü sürekli etrafı izliyordu. Şaşkınlıkla bakınıyordu. Büyülendiğini fakat aynı zamanda da garip hissettiğini biliyordum. Sanki, hikayemizin bir tavşan çukuruna düşen Alice'in hikayesinden hiç farkı yoktu. Bu durumda ben tavşan oluyordum ama tavşana asıl benzeyen kişi Jungkooktu.
"Leydim," dedi tekrardan. Bana leydi diye hitap etmesi o kadar saçma geliyordu ki, böyle garip bir durumun içerisinde ciddiyetimi korumak zorunda olmasam oturup saatlerce gülebilirdim. "Şu ellerinde tuttukları garip şey de ne?" Bakışlarımı Jungkook'a çevirdiğimde kocaman gözlerle yanından geçen iki kızın elindeki telefona baktığını görmüştüm.
"Ona telefon deniyor."
"Ne işe yarıyor peki?" dedi bu sefer gözlerini üzerime dikerek. Birkaç adım arkamdan gelse de, bakışlarının nereye yöneldiğinin farkındaydım, sürekli.
"Birilerini aramak için kullanılır." dedim ne diyeceğimi bilemeyerek. Daha önce telefonun ne amaçla kullanıldığını başkalarına açıklamak zorunda kalmamıştım sonuçta.
"Arkadaşlarımı da telefon sayesinde bulabilir miyiz?"
Derin bir iç çekerek kafamı iki yana salladım. Bu durumu nasıl çözeceğim hakkında bir fikrim yoktu.
***
Eve girdiğimizde annem ve babamın evde olmamasına şükrederek Jungkook'u misafir odasına bırakmış, koşarak gidip üzerimdeki formalardan kurtulmuştum. Gerçi ailem burada olsa bile Jungkook'u göremezlerdi ama Jungkook'un onları kral ve kraliçe veya lord sanmasından korkmuştum. Jungkook'un yanına geldiğimdeyse, onun koltuğun bir köşesine oturmuş etrafı izlediğini görmüştüm. Bu şaşırtıcı bir şey değildi elbette. Muhtemelen, onun yerinde olsaydım kafayı yerdim.
Jungkook'un dikkatini çekmek amacıyla sahte bir şekilde öksürmüştüm. Geldiğimi gördüğündeyse hafifçe tebessüm etmişti. Yanımda odamdaki leptopu getirmeyi de ihmal etmemiştim. Fazla umudum olmasa da, belki de yedi şövalyeyi nasıl geri getireceğimizi bulabilirdik.
Jungkook ilk defa bana bir teknolojik aletin ne olduğunu ya da ne işe yaradığını sormamıştı. Sanırım ya üzgün hissediyordu ya da arkadaşlarını nasıl geri getireceğimize dair olan umudu artmıştı. Kurumuş dudaklarımı dilimle ıslatıp, Jungkook'un yanına oturmuş ve bilgisayarı açmıştım. Hızlıca google'a girip 'Kral Arthur ve Yedi Şövalye' yazarak arama butonuna tıklamıştım.
"Bana Kral Arthur ve arkadaşların hakkında bildiklerinin hepsini anlatabilir misin? Müzede bir şeyler okudum ama muhtemelen kesin bilgiler değildi."
Başıyla onaylayarak yerinde doğrulmuştu. "Neyi bilmek istiyorsun?" Gözlerimin içine baktığında, gözlerimi kaçırmamak için zor tuttum kendimi. Üstelik bu sefer, saygı ifadesi kullanmadan konuşmuştu.
"Kral Arthur ile hiç görüştünüz mü?"
"Elbette." dedi. "Ayda bir kez, bazen de birkaç kez gizlice buluşurduk. Kral Arthur yanında sadık hizmetkarı Merlin'i de getirirdi. Sanırım, en çok güvendiği kişi Merlindi ve onunla arkadaştılar. Dolayısıyla Merlinden başka kimse bizim Kral Arthur ile görüştüğümüzü bilmiyordu. Biz yuvarlak masa şövalyelerinden değildik. Onlardan kesinlikle bağımsızdık. Camelot şövalyesi olabilmek için soylu olmak gerekir. Biz soylu değiliz."
"Peki, siz Camelot'a nerden geldiniz? Yani yanlış anlama," Zorlukla yutkundum. "Gözlerin çekik olduğu için soruyorum."
"Tam olarak bilmiyorum.. Ben Camelotta doğdum ama ailemin anlattığına göre kabile halinde Uzak Doğu'dan gelmişler."
Başımla onayladım. Bir yandan da internette araştırma yapıyordum ama kayda değer bir şeyler bulabildiğim söylenemezdi.
"Sizi öldürmeye çalışan kimdi?" diyerek can alıcı soruyu sordum. Jungkook'un hafifçe başını sağa eğmiş ve derin bir iç çekmişti. Acı çektiğinin farkındaydım fakat eğer arkadaşlarını geri getirmek için gerçekten bir yol varsa, her şeyi bilmek zorundaydım.
"Mordred." dedi. Ses tonu olduğundan daha kalın çıkmıştı. Tek kelimeyle kalbinde Mordred'a karşı duyduğu nefreti ve öfkeyi hissedebilmiştim. "O, Kral Arthur'un üvey kardeşi. Çok kötü şeyler yaptı. Hem ülkesine hem de kardeşina karşı. Fakat, bizi öldürmeye çalışacağını düşünmedik. Daha önce birkaç kez Mordred ile karşılaşmıştık. Gözünü para ve güç bürümüş, yolundan sapmış biriydi. Tek amacı Camelot'a sahip olmaktı ama Camelot'a getirmek istediği şey, daha iyi bir yaşam falan değildi. Camelot'u ele geçirdiği anda etrafa korku ve dehşet salacaktı. Kral Arthur'u bizzat Mordred öldürmedi. Ama ölmesine vesile oldu. Kral Arthur'un karısıyla Sör Lancelot arasında bir ilişki varmış. Mordred bunu Kral Arthur'a anlattığında, fazla büyük bir çöküşe girdi. Ve kurtulamadı da. Bu yüzden biz.." derin bir nefes daha aldı. "Biz Mordred'ı öldürdük. Onun sadık koruyucaları peşimize düştü. Mordred, onlara büyü yapmış olmalıydı. Bizden etkilenmediler. Kılıçlarımızdan, mızraklardan.. Hiçbir şey fayda etmedi. Sonunda, bizi öldürdüler."
Nefesim kesilmiş gibiydi. Jungkook'u dinlemiş ve söylediklerini sindirmeye çalışmıştım. Yaşadıkları kesinlikle hiç kolay değildi. Ani bir kararla ayağa kalktım. "Hadi," dedim."Gidiyoruz."
"Nereye?" dedi benim gibi ayaklanarak.
"Güney Kore'nin en büyük kütüphanesine. Orada bir şeyler bulabileceğimizi düşünüyorum."
×××
Umarım beğenmişsinizdir ❤ Eğer bakmak isterseniz, Black Pearl adında yeni bir fic yayımladım. Shipleri henüz belli değil, oylama yapıyorum~
ŞİMDİ OKUDUĞUN
fabula seven knights ❅ rosékook ✓
Fanfictionrosekook. Çıkarın en eski yerlerde sakladığınız, sararmış parşömeni.. Anlatın Britanya'yı, Kral Arthur'u, yedi şövalyeyi.. Şayet bir gün bulmayı başarırsan efsanevi kolyeyi.. Hak edersin dillere destan yedi şövalyenin dönüşünü izlemeyi. « başlangıç:...