Soğuk rüzgarın etimi liğme liğme kestiğini hissedince adımlarımı hızlandırdım ve bulabildiğim ilk açılabilir kapıyı geriye doğru çektim. Sanırım şehre karlar yağacaktı, havanın soğukluğundan ve bulutların karalığından bunu tahmin edebiliyordum. Evime gitmek istemiyordum çünkü ruhsuz ve sıradan hayatımın nasıl iğrenç bir halde olduğunu idrak etmek istemiyordum. Ben kaçmak istiyordum. Sorunlarımdan, gerçeklerden, kim olduğumdan ve olmayan geleceğimden. Kapıyı çekip içeri adımımı attığımda burasının aradığım bar olduğunu fark ettim. Karanlıktı, etrafta led ışıklar vardı. Havanın kötülüğü nedeniyle sokaklarda insanlar yoktu ve sokak arası bu bar da bu gece tenhaydı. Umrumda değildi, aslında hiçbir şey umrumda değildi ve bu yüzden gördüğüm ilk bar taburesini geriye çektim ve oturarak barmenin buraya bakmasını bekledim. Gözümün içine giren kahküllerimi ellerimle düzeltirken barmen önümde durdu ve bir şey demeden gözlerime ne istediğimi soran ifadeyle baktı. "Amsterdam Maximator," dedim bomboş bir sesle. Saat gecenin ikisiydi, sesim de tıpkı ruhum gibi boştu, soğuktu ve ben darmadağındım. Sesimdeki üstü boşlukla örtülü darmadağınlığı duyan birileri olması... Bunu istiyordum. Bunu istiyordum ve bunu istediğim için hissetmiyordum. Barmen başını salladı ve arkasını döndü. Sırtı yerine yeniden yüzünü gördüğümde elinde de yeşil renkli teneke kutudaki Hollanda birasını görmüştüm. Elinden alıp yavaşça tadını ala ala içmek yerine aceleyle yudumlarken, tenha barda sessiz gitar tınısı yankılandı. Burası bir bar için fazla küçüktü. Başımı geriye, sesin geldiği yöne çevirdiğimde iki tane göz gördüm. Ela. Ela gözlerini çevreleyen gür ve uzun kirpikler, kalın kaşlar, güzel dudaklar, siyah saçlar. Cılız fakat kaslı bir beden. Gözlerinden ruhsuzluğunu dünyaya anlatan adam ve diğer sahne arkadaşları. Elinde bir gitar, dudaklarında ufak bir mırıldanma, hayalleri arasında bir sonsuzluk, iki gözü arasında bir kadının ölümüne beş dakika kaldığını haykıran satırlar vardı. Belki de hissediyordum bazı şeyleri.
Ellerimi uzatıp sarılmak istedim o an. Yüzünü çözemiyordum ama tanıyordum, hatırlıyordum. Karanlığı aydınlatan gözlerindeki duygu karmaşasını gördüm. Onun hakkında düşünmeyi bırakmak için, dişlerimi gıcırdattım. Akustik gitarın sesi yankılandı. Her şeyi yapmak istedim. Kaçmak istedim, ağlamak istedim ve aynı zamanda gülmek istedim, koşmak istedim. Demiştim ya; ben kaçmak istiyordum. Sorunlarımdan, gerçeklerden, kim olduğumdan ve olmayan geleceğimden.
Korkuyordum çünkü. Tekrar hislere sahip olmaktan, tekrar gülümsemekten, mutlu olmaktan ve mutlu etmekten korkuyordum. Kendime herhangi bir şekilde yararım olmasını istemiyordum. Hoş, bu hayata yalnızca kendine ve geriye kalan herkese zarar vermek için gelmiş biri için fazla şaşırılacak bir istek değildi.
Şarkıları bittiğinde grubun solisti, bulunduğumuz ülkenin dilinde teşekkür etti ve birer birer taburelerinden kalktılar. Yanındaki küçük sehpada duran içkisini aldı ve sahneden uzaklaştı. İşte beklediğim an. Yanımdaki sandalyeye oturduğunu fark ettiğimde zaman kaybetmeden konuşup buradan gitmeyi istedim. Beraber.
"Mert?" diye sormakla kaldım. Ne diyeceğimi düşünmek için durdum fakat ani sorusu beni engelledi.
"Kimsin?" Kabarık saçlarım yüzümü görmesini engelliyordu ki bu soruyu sormuştu. Kafamı çevirmeden önce onu yanıtladım;
"Ben Farah." Ani şaşkınlığı beni tamamen uzaklara götürmüştü. Çünkü onu şaşırtmak hep çok zordu. Ben başarmıştım.
Uzun süren sessizliğin sonunda cevap vermeyeceğini anladığımda gözlerimi kırpıştırıp ciddi halime döndüm,
"Toparlan, gidiyoruz." Emir vermemden dolayı sinirlenmiş olmalı ki belli etmemeye çalışarak kaşlarını çattı.
"Nereye?"
"Eve. Türkiye'ye"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
EVE DÖNÜŞ
ActionMert?" diye sormakla kaldım. Ne diyeceğimi düşünmek için durdum fakat ani sorusu beni engelledi. "Kimsin?" Kabarık saçlarım yüzümü görmesini engelliyordu ki bu soruyu sormuştu. Kafamı çevirmeden önce onu yanıtladım; "Ben Farah." Ani şaşkınlığı beni...