Gökyüzünden yere düşen yıldırımın mavi ışığı gözlerimi acıtırken elimle ışığın gücünü kesmeye çalıştım. Gökyüzünün tanrısı Zeus çıldırmış gibiydi. Rastgele ateş ediyor, hedefini bir türlü tutturamıyordu.Kafamı arkama çevirdiğim de sonsuzluğa uzanan bir orman vardı. Ağaçlar birbirlerinin içerisinden geçerek barındırdığı tehlikeyi çıplak gözle görmeyi engelliyordu. Kulaklarımı kabarttığım da ise duyulan tek ses hızlanan soluk sesimin tedirgin çığlıklarıydı.
Kafam çok karışmıştı. Buraya nasıl geldiğimi tam olarak hatırlamakta güçlük çekiyordum. Sanki kara bir deliğin içerisinden geçerek kendimi bu orman da buluvermiştim.
Endişenin lekelediği sesimle ormana doğru "Kimse var mı?" diye bağırdığım da sesim boşluk da yankılanır gibi kayboluverdi. Sadece ben vardım. Gökyüzü yarılırcasına gürlediğin de onun da olduğunu fark etmemi sağladı.
Etrafıma yeniden bakarken bulunduğum konum beni oldukça rahatız etti. Sanki bir yere yetişmem gerekiyordu. Bu his sayesinde koşmaya başladım. Arkamdan beni yutmak isteyen bir karanlık takip ederken yanaklarımı çizen ağacın dalları vücudumda çizik izleri bıraktı. Çıplak olduğunu son an da fark edebildiğim ayaklarım canımı acıttı. Fakat hiçbiri engel olamadı. Koştum. Bir yere varmam gerekiyordu. Sanki oraya varınca her şey düzelecek gibiydi.
Organlarım artık iflas edecek bir duruma geldiğinde simsiyah gökyüzü bir kez daha maviyle bütünleşirken gözlerim ellerimin üzerine düştüğünde kendi ayağıma takılarak dikenli sarmaşıkların arasında yuvarlandım. Dudaklarımdan çıkan acının tiz çığlığı ormanın içinde kaybolurken kendime kısa bir süre tanıdım. Neler olduğunu anlayabilmek amacıya, zihnimde ki boşluktan intihar etmemek için. Ama ne fayda. Biri silgiyle bütün sayfaları silmiş gibiydi. Adım bile dudaklarımın arasından çıkmıyordu. Neden bu ormanda olduğum, gökyüzünün neden bu kadar haykırdığı… Hiçbirinin cevabı yoktu.
Yerde yatmaya devam ederken sarmaşıklar canımı acıtmaya, bunu yaparken de attığı eğlenceli tiz neşe kahkahalarını hissediyor ama hiçbir şey duyamıyordum. Orman sessizdi, çok sessiz. Ne bir hayvan ne de bir rüzgar ile sallanan ağacın sesi dolduruyordu kulaklarımı. Ellerimi gökyüzüne doğru uzattığım da Gökyüzünün Tanrısı ellerime bulaşmış koyu kırmızı kan lekelerini görmeme izin verdi.
Ellerimde, tırnak aralarım da bulaşmış bir cinayetin emareleri vardı.
Sertçe yutkundum. Düşün dedim kendime bunlar nasıl oldu. Soru zihnim de yankılandı cevaba ise bir türlü ulaşamadı.
Bana kalsa yerde sereserpe yatmaya, gözlerimden akan yaşlarla oracıkta canıma kıymaya hazırdım. Ama bunu yapmamam gerekiyormuş gibi hissediyorum. Bir yere yetişmem gerekiyordu. Zor bela yerden kendimi kaldırdığım da omuzlarım da ki yüklerin altında kalmaktan korktum. Öyle bir baskıydı ki bu her adım da daha da ağırlaşıyor gibiydi.
Ellerim de ki kan lekesi benim değildi. Vücüdumu rastgele kontrol etmiş ağaç dalların bıraktığı kanlı izler dışında vücudum da tek damla yara yoktu. Belki de katildim… Bu düşünce tüylerimi diken diken ederken küçük adımlarım bana eşlik etti. Her yeni bir adım, yeni bir zihnimde gerçekleşen cinayetin sebebi oldu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
GECENİN ALTIN KAFESİ
FantasyBir görevim vardı. Birini bulmalı, kafesten geçirmeli, zafere adım atmalıydım. Bu basit görünen ama asla sonuca varamadığım bir denklemdi. Çünkü kimi bulmam gerektiğini kimse söylemiyordu. Olmam gereken kişi değildim. Çevrem, ailem, zihnim karma...