Alarmın sesine uyandığımda saat daha 7ydi. Hemen kalkıp çayın suyunu koyduğumda babam henüz eve gelmemiş, annem yeni girdiği depresyonunun üzerinde bir yorgan daha sermişti. Abimin nerede olduğunu inanın merak bile edememiştim.
Hemen gidip üstümü giyindim dolaptaki üç dört zeytinden birini ağzıma atıp bayat ekmekten yediğimde saat yedi buçuk olmuşu bile. Dışa çıktığımda müthiş güzel bir havayla karşılaştım.
Bazı insanların hayatı bu derece çökmüşken bu doğa ana nasıl oluyordu da hiçbir şey olmamış gibi her yeni güne güneşle ışıldayarak başlayabiliyor? Bisikletimin kilidini çözüp okula doğru yol almaya başlamıştım.
Ev hayatımın aksine okul hayatım güzel diyebileceğim şekildeydi. Arkadaşlarımı çok severdim ama her zaman içimden ‘evet Işıl bir adım geri dur’ derdim. Ne kadar az şeye kendimi kaptırırsam o kadar iyiydi çünkü. Öyle değil mi?
Fazla sıradan birgündü tam o dünyalar rahatı sırama yatıp uyuyacağım sırada(ders tarihti, tarihi olaylar her ne kadar ilgimi çeksede bu bir derse dönüşünce bana işkence oluyordu birden) nöbetçi çağırdı.
Ağır adımlarla müdürün odasına gittim. Kapı açtığımda yine o nemrut suratla bana bakıyordu. Tanrım bu adamı cidden sevmiyorum. Sanki akşam yatmadan yüzünü çamaşır suyuna bastırıyor. Bu nasıl bi koku bu nasıl kırışık bir cilt. Birden dünyam sarardı noluyo dicektim ki meğer müdür konuşmaya başlamış dişlerine bakıyomuşum, ondan öyle gelmiş.
Bi ton zırvalıktan bahsederken dinleyemedim bile acaba dünyada kaç tane kedi vardır diye düşünüyordum taaaaa ki senin başka okula sevkin istendi denilice. Ne oluyor ne bitiyor diyemeden ağzındaki tek kelimeyi seçebildim. Hanedan Okulları. Hoppala.