Büyü dersliği, tavanı minyatür resimleri ile süslenmiş ve gösterişli bir yerdi. Duvarlar beyaz ve tertemizdi. Vardığımızda jüriler bizi ayakta karşıladı. Duruşumu bozmadan onları selamladım ve salonun ortasına geçtim. Görevliler hazırda bekliyor olmalılar ki yerimi alır almaz önüme yüksek, tahtadan bir masa getirdiler. "Herkesin kendini sergilediğini sanıyordum. Kimse bana sizin malzemeleri vereceğinizden bahsetmemişti." diye sordum korkusuz ama kibar bir şekilde. Kimseden cevap gelmedi. B planı. Ben bu masada ne yapacağımı merak ederken Jendinel, jüri masasından kalkıp büyük bir çuval torbayı masanın üzerine koydu. "Adın nedir?" diye sordu savaşçı, güçlü sesiyle. "Baelajah. Kısaca Bae." Tek kaşını kaldırıp başını yana eğdi. Beni baştan aşağı süzdükten sonra kollarını kavuşturarak yerine geri döndü.
Torbanın içini açtığımda tek gördüğüm şey topraktı. Bu toprakla ne yapacağımı hızlıca düşünmeliydim. Güçlü, sade, gösterişsiz... Ne kadar zorlasam da aklıma sadece bir büyü geliyordu. Ve zaman kısıtlıydı.
Öncelikle biraz suya ihtiyacım vardı. "Aqua hyxo!" Ellerimi zarif bir şekilde yuvarlaklar çizerek oynatıyordum. Sonunda ellerimle çizdiğim daireler arasında bir su topu belirdi. Önce bir küçük damla kadardı, daha sonra sanki içeriden birisi üflüyormuş gibi büyüdü ve büyüdü. Diğer elimi çekip tek elimle bu su baloncuğunu toprağın üzerine getirdim. Hala bir elimi yumruk yapmış onu havada tutuyordum. Yapacağım büyü için biraz da ışık gerekiyordu. Boş elimin parmaklarını şaklatırken diğer sözleri mırıldandım: "Lihtto fiyera peythuniya!". Avcumun içinden çıkan ışığı toprağa yönlendirirken aynı zamanda su topunu kontrol eden elimin yumruğunu biraz gevşettim ve sanki baloncuk bir noktadan delinmiş gibi, su damla damla toprağın üzerine dökülmeye başladı. Su bitene kadar ışığı toprağın üzerine tuttum. Su bitince ışığa da gerek kalmıyordu. Son işlem için "Pletiyanusa!" diye büyüyü fısıldadım ve dudaklarımı yuvarlak yaparak toprağa doğru güçlüce üfledim. Nefesimden çıkan serin hava kitlesi toprağın yanına gitti, dönerek toprağın etrafını, üzerini saran bir sis bulutu haline geldi. Daha sonra aynı şekilde dönerek toprağın üzerinden kalktı. Kalkarken ise gerisinde bir şey bıraktı.
Bir çiçekti bu. Tombul ve beyaz lekeli küçük kırmızımsı yaprakları vardı. Çiçeğin özünü bulmak için masaya yaklaştım ve çiçeği dikkatlice incelemeye başladım. Jüriler bu numarayı görmekten sıkıldıklarını belli eder bir şekilde kafalarını hafifçe öne eğdiler. Bay Plet meşhur şişesinden bir yudum aldıktan sonra konuşmaya başladı: "Bitti mi? Çünkü bunu yüzden fazla gör..." lafını tamamlamasına izin vermeyerek gözlerimi çiçekten ayırmadan elimi Jüri Plet'e çevirdim "Bitirmedim!". Kızgın ama bir o kadar da şaşkın bir şekilde boğazını tuttu. Konuşmasını durdurup sesini kestiğim için boğuluyormuş gibi sesler çıkarmaya başlamıştı ki muhafızları harekete geçmek için hazırlandı. Ancak Plet, sanki ne yapacağımı merak ediyormuş gibi muhafızları eliyle dur işareti yaparak engelledi. Muhafızlar yerlerine geçer geçmez bakışlarımı çiçeğin yapraklarına sabitleyip ve doğruldum. Teker teker lekeli yaprakları koparıp sol avucumun içine yerleştirdim. Bir, iki, üç... Bütün yaprakları kopardıktan sonra tahta masanın yanından ayrılıp jürilerin beni görebileceği bir yere geçtim. Elimi sıkarak yaprakları ufalayıp neredeyse toz haline getirdim ve kendi etrafımda bir çember oluşturacak şekilde yere döktüm. Her yere eşit şekilde dağıtmaya dikkat ettim. Daha yeni başlıyordum.
Çemberin içinde yerimi aldıktan sonra büyüyü mırıldanmaya başladım: "Diero fitta siebu da ende iret..." yavaşça bulunduğum yerden havalanmaya başladığımı hissediyor, buna uygun olarak sesimin tonunu yavaşça yükseltiyordum. "Haya! De moper asuqo ja mesura!" Havalandıkça tavandaki çizimleri daha iyi görüyordum. Kendimi geriye doğru serbest bıraktım. İçimdeki gerçeklik ortaya çıkmak için can atıyordu. Artık bacakları bırakıp kuyrukla dolaşmayı, kahverengi gözleri bırakıp simsiyah gözlere sahip olmayı istiyor, bunun için yanıp tutuşuyordum. Yeterince yükselince durdum. Gözlerim geri doğru döndü. Gözümü kapatıp açtığımda yerine boşluk gibi gözüken yeni siyah küreler gelmişti bile.
Saç tellerimin ucundan kafama, kasıklarımdan ayak parmak uçlarıma kadar değişimi hissediyordum. "Hayata murano! Kura juen bielk!" Her tarafım karıncalanıyordu ve vahşileşiyordum. Dişlerim sivrileşiyor, derim pullu bir hale geliyordu. Bacaklarım birbirine yapışıyor, ayaklarım uzayıp kuyruk halini alıyordu. Tenimde morun ve mavinin her tonunu hissedebiliyordum. Dönüştüğüm sırada büyüm de işe yarıyormuş gibi duruyordu.
"Haya pletuna marha catahay saja!" camdan içeri sarmaşıklar girmeye ve duvarları kaplamaya başladı. Güneş odanın içini tamamen aydınlattı ve kuşlar odaya girip etrafımda uçuşmaya başlayınca sarmaşıklar çiçek açarak jüri masasına kadar uzandı. Hafif bir esinti ve deniz kokusu odayı sarmalayınca odadaki herkes en az bir defa havayı içine koklayarak çekti. Artık gerçek görüntümde olduğum için bir Mermaid olarak sesimi kullanabilirdim. Büyüyü sakin, melodik ama etkileyici bir biçimde söyleyerek devam ettim: "Xuis jiheo larve quyito... Verhak poisdez sebamole..." Kendimce bir melodi yaratıp büyüyü bir şarkıya dönüştürdüm ve yavaşça yere indim. Jüriler çok güçlü olduklarından bu büyüyü onlar üzerinde yapamazdım. Ben de muhafızlardan birini gözüme kestirdim. Gözümün içi boşmuş gibi simsiyahtı ancak Mermaid olarak istediğimi her şekilde kontrol edebilme gücü bana zaten doğuştan bahşedilmişti. Gözüme kestirdiğim muhafızın yanına doğru havada süzüldüm ve gözlerinin içine dikkatlice baktım. Şarkı söylemeye başladım.
Onları dinleme, içinde ne varsa söyle,
Onları dinleme, kendin için yaşa,
Onları dinleme, bana gerçekleri söyle,
Onları dinleme, bana güven,
Onları dinleme, beni dinle...
Muhafızın gözlerinin içine iyice baktım. Ruhuna ulaşana kadar göz bebeklerinin götürdüğü yolu izledim. Gördüğüm şey 5 yaşlarında, birazcık tombul, uzun saçlı çocuk bir Kia idi. Yeşilliklerin üzerinde kollarını açmış bir şekilde dönüyor, koşuyor ve kahkahalar atıyordu. Birden çocuk ortadan kayboldu. Yeşillikler ortadan kayboldu. Her yer karanlığa büründü ve muhafızın ruhunu bir boşluk kapladı. Karanlığın içinde bir şey belirdi. Boşluktan aşağı düşen bir Siyaydı bu. Gri tenli, gri gözlü, gri kıyafetli... Bir çığlık yükseldi ve Siya boşluğa düşerek kayboldu."ELEANAF!" Muhafızın sesi olmalıydı. Sol gözümden, gözümün siyahlığına karşılık tertemiz, şeffaf ama üzüntü dolu bir gözyaşı, yanağımdan aşağı süzüldü.
İhtiyacım olan her şeye sahiptim. Muhafızın kulağına doğru eğildim ve yapmasını istediğim şeyi fısıldadım. Muhafız duygusuz bir biçimde odanın ortasına yürüdü. Oda hala sarmaşıklarla, kuşlarla doluydu. Muhafız müthiş göz kamaştırıcı bir ışık saçarak kuş haline dönüştü. Gagası altın sarısı, vucudu parlak turuncuydu. Kuyruğu upuzun ve rengarenkti. Kuyruğunda turuncudan farklı olarak kırmızı, sarı ve kahverengi renkleri de bulunuyordu. Turuncu tonlarında bir renk cümbüşü hakimdi ve fazlasıyla göz alıcıydı. Zümrüdüankalar kesinlikle ama kesinlikle en görkemli yaratıklardı. Hepsinin de farklı rengi vardı. Bizim göz renklerimiz gibi. Bu da orta düzey, turuncu bir Anka olmalıydı.
Muhafız uçmadan önce son kez jürilere döndü ve özür diledi. "Bu sadece Eleanaf için." Daha sonra camı ve duvarı parçalayarak dışarı uçtu ve gökyüzüne karıştı. Gözlerimi kapatıp büyüyü sonlandırdım. Normal halime geri döndüm. Tekrar kahverengi gözlere, bacaklara ve elbiseme sahiptim. Saçlarım eskisi gibi örülüydü ve aralarında deniz kabukları vardı. Yavaşça yere indim. Kızgın ama sakin bir biçimde jüriye döndüm. Plinkton sinirlenerek ayağa kalktı ve ellerini masaya vurdu. "Muhafıza ne yaptın sen öyle!" Hafif ve ukalaca güldüm. Jendinel yaptığımdan etkilenmiş gibi Plinkton'u yerine oturttu. Etkilenmiş ama düşünceli bir biçimde bana döndü: "Karar verdikten sonra seni çağıracağız. İlk defa karşılaştığımız bu durumu değerlendirmemiz gerek. Çıkabilirsin." Odadan çıkmadan önce sağ elimi şaklattım ve duvarı ufak bir büyü ile tamir ettim. Sonra da arkama bile bakmadan uzaklaştım.
Muhafıza gelirsek, yetişkinlik yaşının çok öncesinden beri adı Eleanaf olan bir Mermaid'e aşıktı ancak çocuk yapmalarına rağmen görevliler onları yakalamış yaklaşık beşinci çocukluk yaşına kadar büyüttükleri çocuğu öldürülmüşlerdi. Daha genç oldukları için ayırılmış ve yakalanmışlardı. Kızı serbest bırakmaları için her şeyi hatta muhafız olmayı bile göze alan Kia, Eleanaf'ından ülkelerce uzağa götürülmüştü. Muhafız yaklaşık otuzuncu yetişkinlik yaşlarına gelmesine rağmen acısı ruhunda hala tazeydi. Normalde, sadece kendi kabilemizden biriyle birlikte olmayı onaylayan bir aileden gelsem de çocukların ölümü beni çok derinden etkilemişti.
Komiktir ki, o anda muhafızın kulağına söyleyeceğim tek şey de "kalbinin sesini dinlemesi gerektiği" oldu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Macabre: Yeniden Doğuş (ASKIDA)
FantasyYıllar, yüzyıllar önce Yeryüzü'nde sadece sihirli yaratıklar yaşıyordu. Zümrüdüanka kuşları, Deniz kızları, Griffinler, Uzun Kuyruklu Ejderler ve daha nicesi... Sadece saflık vardı. Krallıklar yaratıkların kendi halkından biriyle birlikte olup nesli...