Bölüm 1/Mazinin Can Kırıkları

112 13 36
                                    

Bismillahirrahmanirahim

Derin nefes al, ver...😓 Çok heyecanlıyım. 😳 Öhöm! Efendim, üzerine alınan herkese selamun aleyküm. Nasılsınız? Neler yapıyorsunuz? Ben mi? Bir yandan okuyan, diğer yandan da çalışan biri haline geldim. Yoğunum, kafa dolu. Ancak sizler ve karakterlerim var... İyi olmaya çalışıyorum. :')
Çok uzatmadan sizler için yeni benim için ise eski bir kurguyu sizinle tanıştırmak istiyorum. Başından sonuna kadar güvendiğim bu hikayemde yanımda olmanızı ümit ediyorum. Bitmiş, tamamlanmış bir hikaye olduğu için her hafta, hatta belki de çok kısa süre içinde yeni bölüm gelecek. Hafsa ve Engin'i çok seveceksiniz! ❣️

Keyifli okumalar diliyorum...

Sevgilerimle, Ebru İlter

"İyileşeceksin, kızım. Babacığına güven." Ambulansın sesi kulaklarımı tırmalarken canımın git gide daha çok acıdığını hissettim. Tarifi olmayan ama ölümün kıyısına iten müthiş bir acı... Neler olduğunu bilmiyordum. Yaşadığım bilinçsizliğin içindeyken kabustan uyanmak için beynime komutlar verdim. Ancak işe yaramamıştı. Gözlerimi açamıyordum. Konuşmaya değil, parmağımı oynatmaya dahil mecalim yoktu. Başımda toplanan birkaç kişinin telaşını acımla birlikte hissediyordum. Bu iyi bir şey olsa gerekti. En azından hissedebiliyordum. "Dayan, n'olur? Beni bırakma!" Titreyen sesiyle bana yalvaran adamın yüzünü görememiş olmam çok ağırdı...
Telaşla birbirleriyle konuşan paramedik doktorundan duyduğum o son sözden sonra bilincimi tamamen kaybettim. "Nabız düşüyor!"
Sabahın ilk ışıkları camekandan içeri girdiğinde gözlerimi hızla araladım. Defalarca gördüğüm rüyanın etkisi her zamanki gibi aynıydı. Nefes nefeseydim. Alnımda terlerin biriktiğini biliyordum. Ruhum bedenimden her an çıkacakmış gibiydi. Kalbim hunharca atıyor, resmen işkence ediyordu.
Aniden açılan gözlerimi yorgunlukla tekrar kapatmak üzereydim ki kolumdaki karıncalanmanın beni rahatsız ettiğini fark ettim. Çiçekler dükkanın içinde keskin bir koku oluşturmuştu. Bu, beni rahatsız etmiyor, bilakis rahatlatıyordu. Bazı günler dükkanın üst katında oturuyor olmama rağmen evime gitmiyor, burada, dükkanda sabahlamayı tercih ediyordum. Masa üzerindeki bilgisayarım aracılığıyla araştırmalar yapıyor, bazen sipariş veriyor, ara ara kulağa hoş gelen müzikler dinliyordum. Uyuyamadığım zamanlarda ise temizlik yapıyor, bazı eşyaların yerini değiştiriyordum.
Yalnız, bir başıma verdiğim mücadeleyle kendime hayatta olduğumu hatırlatıyordum. Üstelik yıllardır kendimle başlattığım savaştan galip gelmeyi arzulamıyor, savaşın bir parçası olduğum için kendimi içinde bulunduğum savaşta siper ediyordum. Kendimi kendimden mi koruyordum dersiniz? Belki de...
Uyuşan kolum kan akışının normale dönmesiyle eski haline gelmişti. Masa başında uyuyakalmak aynı zamanda boynumun tutulmasına sebep olmuştu. Toparlanıp çiçek dükkanımın kepenklerini indirdikten sonra merdivenleri ağır ağır, yorgun adımlarla çıkıp evimin kapısını açtım. İçerideki koku yanık kokusuydu ve iki gün öncesinden kalmaydı. Her odaya sinmiş olan bu koku pencereleri açmadığım içindi. Ocakta piştiğini unuttuğum bulgur pilavı küle dönmüştü. Olası bir yangının gerçekleşmemesi bir mucizeydi. Eve girer girmez hızla pencereleri sonuna kadar açtım. Yatak odamın dağınık örtüsünü düzeltmek suretiyle çekiştirirken babamın benim için yazdığı mektubu yere düşürdüm. Yüzlerce, hatta belki de binlerce kez okuyup ezberlediğim mektup yeniden okumam için çok davetkar duruyordu. Dayanamayıp babamın kaleminin, ellerinin, parmaklarının değdiği mektubu okumaya başladım...
Benim dünyalar güzeli biricik kızım,
Ah, ömrümü ömrüne sığdıramadığım... Hafsa'm, bunları yazarken hangi şeye değineceğim hususunda epey kararsız kaldım. Ancak bir fikrim var. İlerleyen cümlelerim sonrası açıklayacağım.
Sen doğduğunda neler hissettiğimi anlatamam. Öyle güzeldin ki... Seni sevmenin mutluluğunu her zaman yaşadım. Doğumun riskliydi. Doktorlar ya anneni yaşatacaklardı ya da seni. Ama annen o kadar mükemmel bir kadındı ki risk alıp seni doğurmak, bana bir evlat daha vermek istedi. Doğumhanenin dışında kaç kez dua ettiğimi hatırlamıyorum. Nihayet doğduğunda dualarımın kabul olduğunu anladım. Prematüre bir bebek olarak doğdun. Ben dahil herkese güçlü bir kız olduğunu ispatladın. Kuvözde bile yalnızca beş gün kaldın. Hızla kilo aldın ve sağlığına kavuştun. Evdeki herkes, ziyarete gelen misafirler bile gözlerini üzerinden alamıyordu. Annen nazar boncuklarının seni koruduğunu söylese de babaannen okuduğu dualarla seni tüm kem gözlerden korumuştu. Ve yıllar geçti, sen büyüdün... Güzelliğine güzellik katan, gözlerim önünde kocaman olan şirin bir kız oldun. Varlığın için ne kadar şükretsem az... Her yeni yaşında yaşlandığımı kabul etmek zorunda kaldım ama saygılı, merhametli ve iyi bir kız yetiştirdiğimi görmek buna değiyor.
Yavrum, ameliyata girmeden yazmak istediğim, ileride ben olmasam bile yardımımın dokunacağına inandığım bazı konulara değineceğim. Biliyorsun, riski olan ve akıbetimin meçhul olduğu bir ameliyata gireceğim. Sözlerimi iyi idrak et. Öncelikle zorunda kaldığımız şeylerin bir gün anlam kazandıracağını unutma. Kayıplar yeni kazançlara yol açar. Bu kayıp benimle alakadar gibi görünse de bunu düşünmeni istemiyorum. Çünkü bedenim toprak olacak, ruhum değil. Senden gidecek olsam bile gittiğim yerde seninle kavuşacağımı biliyorum. Bu arada dualarına beni de kat, olur mu, kızım?
Sana herkesten çok güvendiğimi itiraf etmek istiyorum. Ancak bu mektuptan hiç kimseye bahsetme. Bankada senin adına açtığım hesapta yüklü bir miktar para var. Hepsi senin. İdareli kullanacağına eminim. Bununla hayalini kurduğun birçok şeyi yapabilirsin. Hani sana bahsettiğim çiçek dükkanı açma hayalin vardı ya, onu gerçekleştirebilirsin. Ölümümden sonra kendini kötü hissedeceğini biliyorum. Bunu yaşamanı, kötü günler geçirmeni, ömrünü bu şekilde çürütmeni istemiyorum. İstersen sözlerimi vasiyet olarak algıla, şunları diyeceğim; Evde durma. Bir başka hayalini daha gerçekleştir. Adalardan birinde ev bul ve oraya taşın. Kendine yeni bir hayat kur. Çiçek dükkanını işlet ve paranı kazan. Ayaklarının üzerinde dur. Güzelim,hayallerine koş. Yeni hedefler belirle. Gözyaşlarının seni mahkum etmesine izin verme. Her kim olursa olsun, üzülmene sebep olmasına asla müsaade etme. Unutma, sen benim kızımsın... Kendini kimselere ezdirme. Dik dur, güçlü ol, oku, araştır. Ben hep senin yanındayım. Açelya'm, mutlu ol. Sana henüz söyleyemeyeceğim bir şeyi yap. Gönlündeki o asıl adamı bul. Seni gerçekten sevecek birine rastlayacaksın. O kişiyi bekle, gelecek...
Hani mektubumun başında bir fikrim olduğunu söylemiştim ya... İşte, o da bu mektubun son olmadığı. Ameliyattan sağ çıkarsam yine yazacağım. O mektupta ne demek istiyorsam açıklayacağım. Yani sana yazdığım ilk ve son mektup bu olmayacak.
Dediğim gibi ben senin yanındayım. Kendini yalnız hissetme. Kelimelerim ve cümlelerimle hayattaymışım gibi hissedeceksin. Canın ne zaman isterse okuyup varlığımı düşünebilirsin.
Bankadaki paralar, bulman gereken ev ve dükkan... Her ne varsa avukatımız Selim'e ulaşabilirsin. Ondan başka hiç kimseyle herhangi bir konuda irtibata geçme. Ailemizden kimseye güvenme, annen ve kardeşlerin dahil. Sözlerim burada son bulurken seni çok sevdiğimi unutmamanı istiyorum, Hafsa'm. Sana sen lazımsın, bir tanem. Kendine her daim iyi bak.
-Kalender Akhan
Elimde olmayan şeylerden biri de babamın bana yazdığı mektubu her okuyuşumda hüngür hüngür ağlamamdı. Onu ağrılarına rağmen kağıda döktüğü cümleleri yazarken hayal ediyor olmak ağırdı... Babamın kalp ameliyatı başarılı geçmiş olsa da hayata tutunması yalnızca bir ay kadar sürmüştü. Onun ölümüyle sarsılmış, dünyam resmen başıma yıkılmıştı. Artık ne doğru düzgün yemek yiyor ne de odamdan dışarı çıkıyordum. Ailem babamdan sonra benim de öleceğimi düşünüyor olmalıydı. Odamdaki ziyaretler zamanla azalmıştı. Yemek yiyip yemeyeceğimi dahil sormuyorlardı. Ben ise tüm bu olanlara inat yaşamaya devam ediyordum. Yaşayan ölü diye de tabir edilebilirdi aslında. Her ne kadar geceleri yaşamamam gerektiğini düşünüp intihar etmeyi düşlesem de bunu yapmıyordum. Yapamazdım ki... Babam olsa nasıl hissederdi? diye düşünüp intihar kararlarından her seferinde vazgeçiriyordum kendimi. Maalesef o dönemlerde tek acım babamın hayata gözlerini yumması değildi. Yasıma eklenen ayrılık acısı günleri daha ağır ve zor geçirmeme sebep oluyordu. Eski nişanlım Gencer'in beni terk edişi, durumumu daha da ağırlaştırmıştı sanki. Üstelik bu ayrılık aynı gün olmuştu. Bana destek olması gerekirken tek bir mesaj ile bitirmişti ilişkimizi. ''Aramızdaki her şey bitti. Buraya kadar... Üzgünüm.'' demişti. Benim kadar üzgün olmadığı aşikardı. Yaşadıklarımı düşününce delirecek gibi oluyordum. Her şey bir rüya, hatta kabus gibi geliyordu. Ne yazık ki bu olanlar gerçekti.
Babamın ortağı olan Doğan Bey'in ilk ve tek oğluydu Gencer. Çocukluğumuzdan beri birlikteydik. Birlikte büyümüş, birlikte okula gitmiş, birlikte mutlu olmuş ve hatta birlikte ağlamıştık. Anlatılanlar bu yöndeydi... Ben Gencer'in her şeyine ortak olurken o, zamanla değişmişti. Annesinin ölümünden sonra bir an olsun onu yalnız bırakmamıştım. Ona daha çok yakınlaşmış, her anında yanında olmaya çalışmıştım. Ancak artık eskisi gibi bir yerlerde buluşup bir şeyler yapmayı bırakın birbirimizi telefonla arayıp konuşamıyorduk bile. Aslında aramızdaki şey her neyse, güçlenmesi zaman almıştı. Bir yıl nişanlılığımızın öncesinde yalnızca iki ay sevgili kalmıştık. Hiçbir şey anlamamıştım zaten. Oldu bittiye getirildiğini yıllar sonra anlamıştım. Çocukluk arkadaşı oluşumuz da dahil olmak üzere geçmişime ait hiçbir şey hatırlamıyordum. Zihnimde var olanlar 17 Ocak 2014 sonrasına aitti. Ailemi de zamanla tanımıştım zaten. Bakın, hatırlamıştım demiyorum... Tanımıştım.
Hayatın zorluluğunu ise babamı kaybettikten sonra anlamış ve o zorluğa yenik düşüp teslim olmuştum. Ta ki benim için zindan haline gelen odamda bulduğum bu mektubu okuyana kadar... Giderken geride büyük bir sır bırakmış gibi geliyordu. Ya da aslında yapmak istediği umutlarımı ayakta tutmaktı. Hem de ben ölene dek... Aklıma takılan, ne kadar düşünsem de yanıtlarını bulamadığım bazı sorular vardı. O, yani babam henüz hayattayken Gencer ve ben hala birlikteydik. Gönlümde var olduğunu söylediği asıl kişiden kastı neydi? Gencer'in benden ayrılacağını biliyor muydu? Bizim için her zaman güzel dileklerde bulunan babam, bunu söyleyerek ne kastetmişti? Yıllardır bunu merak ediyordum... Ve merakım kafamı kurcalayıp duran soruların cevabını bulana kadar geçmeyecekti.
Mektupta adı geçen, babamın defni sonrasında tanıştığım Selim Bey'in bir süre sonra bana ulaşmasıyla ben de bankadaki paralara ulaşmıştım. Onun da istediği gibiydi... Ailemin hiçbir şeyden haberi yoktu. Evden gitmek de kolay olmamıştı zaten. Oradan ayrıldıktan sonra kimseyle görüşmek istememiştim. Reddettiğim için pişman değildim. Kız kardeşim Kamelya her ne kadar benden haber almayı başardıysa da görüşmek için beni ikna edemiyordu. Ki benim ikna edilmeye de ihtiyacım yoktu. Babamın yasını yalnızca bir hafta kadar tutan insanlarla herhangi bir şekilde ilişkimi sürdürebilmem mümkün değildi. Davranışlarına anlam veremiyor, onları bu sebeple suçluyordum. Öfkem yıllar geçse de ilk günki gibi tazeydi. Hayır, kolay değildi. Kalender Akhan bu kadar çabuk unutulmamalıydı. O çok cömert ve iyi biriydi. Herhangi bir şeyi karşılık beklemeden yapardı. Yardım etmeyi çok fazla severdi. Yardım ettiği kimseler dahil cenazesinde gözyaşı dökmüş ve üzülmüşken kendi ailemin onu unutmaya çalışması zoruma gidiyordu.
Babam Kalender Akhan yalnızca bana değil, ev halkına da bir şeyler bırakmıştı. Avukat açıklama yaparken heyecandan hepsinin dizleri titremişti. Yıllarca çalışıp kendisinin de işçiliği bulunan evimizi annemin üzerine yapmıştı mesela. Kız kardeşim Kamelya'ya önceden satın aldığımız evi hediye etmişti. Selim Bey'in bu haberi kendisine verdiğindeki yüz ifadesi hala aklımda. Annem ise gözyaşıyla karışık bir tebessüm sergilemişti ortaya. Hepsinin sahteliği içimi kor ateş gibi yakmıştı. Yurtdışında yaşamayı tercih eden abim Levent'e şirket hisselerini bırakmıştı. Bu hisselerin birazı da Kamelya ve bendeydi. Hayatlarımızı garanti altına almak istemişti sanki. Kimseye muhtaç olmamamız için varını yoğunu bize bırakmaktan bir an olsun tereddüt etmemişti anlaşılan. Bana hiçbir şey bırakmadığını düşünmeye başlamıştım. Bu önemli değildi benim için ama bir an onlara bir şeyler bırakırken bana yalnızca şirket hisselerinden bir kısmını bırakmış olmasına anlam verememiştim. Tabii sonra mirasın en büyüğünü bana bıraktığını anlamıştım. Düşünecek çok zamanım olmuştu. Düşüncelerimin sonucunda benim için en değerli şey olan babamın bana miras olarak huyunu, öğütlerini ve merhametini bıraktığına karar verdim. Ev ve iş idaresini ele almak onlara düşüyordu. Şirkette sorumluluğu bulunan biri de bendim. Ancak hayalini kurduğum çiçek dükkanımda zaten bir sorumluluğum vardı. Annem, babam kadar olmasa da harcamalarına dikkat eden bir kadındı. Kamelya'nın ise para harcamalarına dikkat edeceğine dair kendine verdiği sözü hepimiz işitmiş olsak da huylu huyundan vazgeçmeyeceğe benziyordu. Hayatın gerçekleriyle ömrü boyunca yüzleşemeyecekti. Bugünün dünden farklı olduğu gibi yarının da bugünden farklı olacağını düşünemiyor insan. Karşımıza neler çıkacağını, her an ne olacağını bilemiyoruz. Kamelya gibi şımarıklığı içinde boğulanların bu duruma karşı anlayışlı olmamaları gayet normaldi. Babamın hayatı boyunca yaptığı bir hata varsa o da buydu. Ona yokluğu aşılamadığı için ise suçluydu. Bendeki durum ise tam tersiydi... Kamelya ile anlaşabildiğimiz çok nadir görülürdü. Onunla anlaşmaya ihtiyacım olmadığından beni derin düşünceler içine iten bir durum değildi. Abi demeye utandığım Levent için de aynı şey geçerliydi. Çünkü o babamın defnine gelmeye bile tenezzül etmemişti. Yanımızdayken bile varlığını hissedemediğim birinden böyle bir şey beklemek benim ayıbımdı zaten...
Bankadan çektiğim paranın bir kısmıyla bu evi ve dükkanı satın almıştım. Çalışıpta kazandığım paranın büyük bir kısmını bankaya tekrar yatırıyordum. Kendimi güvence altına almayı başarmıştım açıkçası. Müşterilerimin balık gibi, mevsimi dışında gelip alışveriş yaptıkları pek söylenemezdi. Ancak yine de çiçeklerim arasında kalmak, onlarla oyalanmak, toprağa dokunuşumda negatif enerjimi oraya göndermek iyiydi. Beni belki de mutlu eden tek şey buydu. Yalnızlık ile aramdaki bağ güçlenmişti. Kendimi bu yalnızlığa kabul ettirmiştim. Gece karanlığından korkmuyordum mesela. Dışarıda hava ayazken bile üşümüyordum. Babamın bana öğrettiği şeyleri yapıyordum. Azmediyor, pes etmiyor ve ayakta duruyordum. Hem de tek başıma! Eminim babam yaptıklarımı görseydi benimle gurur duyardı...
Bulunduğum hayat mertebesinde düşüşler yaşayacağımı, incineceğimi, düşüp yeniden kalkacağımı ve bir şeyleri kaybedip tekrar kazanacağımı her zaman düşünmüştüm. Hala da düşünürüm. Yani peynir ekmek yemekten ötürü bir kez olsun şikayetçi olmamıştım. Doğaçlama yaşamanın daha kolay olduğunu bilsem de planlar yapmaktan kaçınmıyordum. Bir sonraki ayın faturalarını, gelir ve gider ihtiyaçlarımın hesabını yapmaktan bir an olsun vazgeçmiyordum. İstesem de vazgeçemezdim. Tek başına yaşıyor olsam bile mutlaka masraflarım oluyordu. Çiçeklerimi toptancıdan alıyordum mesela. Belli bir süre sonra tekrar alışveriş yapmak da ekstra bir masraftı sonuçta.
Mektubu okuyup yeniden hüzne kapılmaya kalkışmadan yatak odasından çıktım ve mutfağa geçtim. İki odası ve büyük bir oturma odası olan evimi seviyordum. Özenle düzenlediğim her bir köşesi tam olarak huzurdu. Biri çimen rengi diğeri deniz mavisi olan tekli koltuklarıma eşlik eden gri renginde üçlü kanepem vardı. Burada vakit geçirip bir şeyler yapmak hoşuma gidiyordu. Özellikle kış aylarında ıhlamur çayı yudumlayıp kitap okumak paha biçilemezdi. En çok zevk aldığım şeylerden biriydi. Yalnızca ev ve dükkanım yoktu. Küçük Cennetim diye adlandırdığım bahçem hem yatak odamın penceresinden hemde dükkanımın hemen arkasından görünüyordu. Zamanla oradaki duvarı yıktırıp cam taktırmıştım. Geniş camlardan içeri giren ışık dükkanımda ekstra tasarruf yapmamı sağlıyordu. Küçük bir masa, dört sandalye ve duvara montalanmış iki raf bahçeyi canlı gösteriyordu. Burada kendim için birkaç çiçek yetiştiriyordum. Saksılardaki sümbül ve sardunyalar favorilerimdi.
Ömrünün son günlerinde bana gülden reçel yapmayı öğreten babaannem Güldeste'den sonra gül yetiştirmeye cesaret edememiştim. Yalnızca satıyordum ve bu bile bana onu hatırlatıyordu. Babaannemi iki bin on dört yılının başlarında, mart ayının sonlarında kaybetmiştik. Ben ise onu yalnızca üç ay görebilmiştim. Bir önceki hayatımdan sonra tabii... Bedenini bırakmamakta inat eden hastalıklara rağmen neşesini kaybetmemiş, hep bizimle, daha doğrusu en çok benimle ilgilenmişti. Tabii hastalığı ilerlemeden önce...
Mutfak dolabından kahvaltı tabağı çıkarıp buzdolabından zeytin, peynir, salatalık ve azıcık kalmış helvayı aldım. Hepsinden azar azar tabağa aktarıp masanın üzerine bıraktım. Tezgahta duran meyve tabağından iki portakalı ortadan ikiye kesip sıkacak yardımıyla sıktım. Her şey hazır olduğunda yerime oturdum. Neden yalnız yaşıyor olmama rağmen iki sandalyem olduğunu bilmiyordum. Evet, bazen babamın karşımda oturduğunu hayal edebiliyordum ama bunu sandalye olmadan da yapabilirdim. Bunu daha önce hiç düşünmemiştim. Ta ki zeytin çekirdeği yuvarlanıp oraya, sandalyeye düşene kadar...
Ev her zamanki gibi çok sessizdi. Çatalın tabağa değmesinden başka bir ses çıkmıyordu. Pek konuştuğum söylenemezdi. Kendi kendime konuşmalarım bile sessizdi. Müşterilerimle diyaloğumu olabildiğince kısa tutmaya çalışıyordum. Sohbet edip dertleşeceğim kimse yoktu. Olsaydı da zaten konuşamazdım. Yeminli değildim ama beni konuşturmak biraz çetindi. En basit örneği aylar önce köyüne tatil için giden karşı binadaki komşum Canan Hanım'dı. O da nadiren gelirdi zaten. Benden kaynaklıydı... Ona kalsaydı sohbet etmeye devamlı gelirdi. Fakat suskunluğum ile yanımda bulunan insanları buhar olup uçurma yeteneğine sahiptim. Hayatım hakkında tek bildiği şey babamı kaybetmiş olmamdı. Ağzımdan lafları cımbızla bile alamazdı. O veya başka insanlar için soğuk biriydim. Fakat ben aslında babasını, tek dostunu kaybetmenin acısıyla yıllarca kavrulan genç bir kadındım. Belki de bu yüzden zordum. Yaşadıklarım beni zor biri haline getirmişti. Mahalleli de zaten zamanla tanımıştı beni. Gelip geçenlerin, kolay gelsin veya hayırlı işler demelerine yanıt vermem dışında pek bir muhabbetimiz olmadı. Kimse bu durumdan şikayetçi değildi. Alışmış olmalıydılar.
Kahvaltı faslı bittikten sonra çıkan birkaç parça bulaşığı da hızla yıkadım. Oradan odama geçip gardırobumdan giyeceğim kıyafetleri seçmeye başladım. İlkbaharın gelmesiyle güneşin yeryüzüne yaydığı etki de bir hayli güzeldi. Kış mevsiminini özleyecek olmama rağmen bu güzelliğe gülümsememek elde değildi. Gökyüzünde beliren güneş, yeni açmaya başlayan çiçekler, ağaç dalları üzerinde ötüşen kuşlar, gece yağan yağmurun asfaltlarda ve kaldırımda bıraktığı ıslaklık ve topraktan gelen o eşsiz koku... Hepsi gözüme capcanlı görünüp heyecanlanmama sebep olmuştu.. Farklı bir gündü. Sabahın henüz erken saatlerde olduğunu fark ettiğimde, dükkanı açmadan önce babamı ziyaret etmem gerektiğini düşündüm. Her zaman olduğu gibi babamın kabrinde dimdik duracak, ağlamayacaktım. Güçlü olmanın şartlarından biri de buydu. Canım her ne kadar yansa da güçlü olmak zorundaydım. Eğer ağlarsam zamanla kazandığım gücü yitireceğimi biliyordum. Buna müsaade edemezdim.
Rahatlamalıydım. Kuş gibi hafif ve bir bebek gibi tertemiz olmalıydım. Bu yüzden hızla banyoya girip ılık bir duş almak üzere hareketlendim.
Duş alıp dişlerimi fırçaladıktan sonra giyinmek üzere odama geçtim ve eylemimi çabucak sonlandırdım. Ayna karşısına geçip ilk önce ıslak saçlarımda kalan suyu havlu yardımı ile olabildiğince aldım. Ardından taramaya başladım. Aynada kendime bakarken saçlarımı babamın taradığını hayal ettim. Bazı zamanlar uzun ve gür saçlarımı taraması için onu çağırırdım. O da bunu seve seve yapardı. Bir keresinde ''Saçların tıpkı anneninkiler gibi...'' dediğinde şaşırmıştım. Aklıma geldikçe bu şaşkınlığım yinelenirdi. Annemin saçları gür değildi. Çok seyrekti ve alnı da açılmıştı. Üzerinde durmadığım bu şeyin sonrasında da düşünmek gereksizdi ve bunu neden dediğini soracak fırsatım yoktu.
Velhasıl, saçlarımı taramam sona erdikten sonra banyoya tekrar girdim ve bu defa kurutma makinesiyle kurutmaya başladım. Başımı aşağı biraz eğdim ve tüm saçlarımı bir araya getirdim. Örüp siyah kurdelesi olan tokayı bağladım. Artık hazırdım. Gülpembesi bisiklet yaka kazak ve buz beyazı rengindeki pantolonum ile güzel görünüyordum. Bu kazak yüzüme renk getirmişti. Belki de babamı ziyaret edeceğimdendi...
Artık tamamen hazır olduğumda evin pencerelerini ve balkon kapısını kapattım ve aynada kendime son kez baktıktan sonra çantamı aldığım gibi evden çıktım. Anahtarla üç defa kilitleyip merdivenlerden aşağı inmeye başladım. Son basamaktan sonra soluma döndüm. Genç bir adam dükkanın camına ellerini siper etmiş bakınıyordu. Müşterim olmalıydı. Geri çevirmenin doğru olmayacağını düşünerek genç adama doğru yaklaştım. Henüz çantaya atmadığım anahtarlarım arasından dükkanınkisini seçip, ''Yardımcı olabilir miyim?'' diye sordum. Sesim olabildiğince kibar ve bir o kadar da samimi çıkmıştı. Konuşma alışkanlığımı yok etmek üzere olduğum için bu biraz tuhaf gelmişti. Adam bakışlarını üzerime çevirdiğinde yerimde sendeledim. Mübalağa etmek gibi olmasın, beynim balyozun bir taş üzerindeki etkisi kadar sarsılmıştı. Bir an öleceğimi düşündüm. Gözlerimi açmakta zorlanırken nefesimi düzenlemeye koyuldum. Baş ağrım had safhadaydı. Hiç böyle olmamış ve hiç böyle hissetmemiştim. Genç adam beni koruması altına almıştı bile. Yere yığılıp kalmamam için ayakta tutmaya çalışıyordu. Elimdeki anahtarları fark etmiş olacaktı ki yavaşça benden aldı. Dört adet anahtar bulunuyordu. Üzerlerinde ev, günlüğüm, kepenk ve dükkan yazılıydı. Dükkan yazılı olan anahtarı seçmiş olacaktı ki kapıyı açtı. Yakınımızda bulunan sandalyeye oturmamda yardımcı oldu. Gözlerimi açmaya çalıştıkça geri kapanıyordu. Yine de gözlerimi her açışımda etrafımdaki telaşlanmasını görebiliyordum. Beni kendime getirebilecek herhangi bir şey bakınıyordu. Tütün kolonyası kasanın yanında duruyordu. Neyse ki onu bulduğunda eline döküp bana koklattı. Boynuma ve bileklerime de sürüp eliyle diğer yandan serinlik oluşturmaya çalışıyordu. Kendime gelmeye başladığımda rahatladığını görebilmiştim. ''Hanımefendi...'' Bu garipti. Sesini duyduğumda yeniden aynı acıyı hissetmiştim. Hastahaneye götürülmem gerektiğini düşündüğüm sırada gözlerimi açmaya çalıştım. Adadan çıkıp hastahaneye yetişmem bir hayli vakit gerektiriyordu. Durumum tam anlamıyla acillik değildi. ''İyi misiniz?'' Başımı sallayıp yerimde biraz doğruldum. Ne zaman bıraktığımı hatırlamadığım şişeden bardağa su doldurup bana uzattı. Uzatmıştı uzatmasına ama elinden de bırakmamıştı. Boğazımdan geçen sudan ziyade beni kendime getiren asıl şey onun da bardağı tutuyor olmasıydı. Sadece parmak uçlarımız birbirine değiyordu ve düşündüğüm tek şey buydu. Zoraki içtikten sonra kendimi geri çektim. Bu durum ikimizi de korkutmuştu. O benden daha çok korkmuştu. Ayağa ağır hareketlerle kalktım. Karşımda endişeyle bakan bir çift göz sahibi bu genç adama zoraki gülümsedim. O ise istifini bozmadan bana bakmayı sürdürdü. Bir an kendimi hafızamı yoklarken buldum. Hiçbir faydası olmayacaktı, evet ama tanıdık siması ve ses tonundan benden biriymiş ihtimaline kapıldım.
*
İşte benimle arkadaş olan, bir yıldan fazla bana her şeyi anlatıp öğretmenim olan adamın yanına gelmiştim. Kış aylarında buraya gelmem çok zordu ama ilkbahardan sonra sık sık mutlaka ziyaret ediyordum. Aile mezarlığımızın ilki babamla dolmuştu. Gece yağan yağmur toprağı benim yerime sulamıştı. Ama yine de çokta ıslak sayılmazdı. Ellerimi toprak üzerinde gezdirdim. Çenem titremeye başladığında belki buna engel olurum diye düşünerek konuşmaya başladım. ''Sen de beni özledin, biliyorum.'' Yakındaki çeşmeye varıp yanında bulunan bir buçuk litrelik su şişesine çeşmeyi açıp biraz su doldurdum. Ayak ucunda bulunan mermer kaseye doldurduğum sudan biraz döktüm. Kalan suyu adadan ayrılmadan hemen önce, dükkanımdan getirdiğim çiçek diplerine ve toprağına serpiştirdim. En sevdiği çiçeği onu her ziyaretimde getiriyor oluşum alışkanlık falan değildi. Her defasında onları yerinde bulamıyor olmamdan sebebiyle birkaç çeşit çiçek götürüyordum. Özenle, bıkmadan dikiyor ve suluyordum.
Gözyaşlarımın akmasına engel olmaya çalışarak etrafa bakındım. Pek kimse yoktu. İlerideki camiye gelen birkaç kişi birbirine selam verdikten sonra konuşmaya başladı. Suyu doldurmamdan yaklaşık iki dakika sonra bir kuşun gelip su içmesine şahit oldum. Ona tebessüm edip ürkütmemek için babamın adının yazıldığı mezar taşına doğru ilerledim. Taşa dokunduğumda ellerimin titrediğini fark ettim. ''Ben iyiyim,'' dedim. ''Sadece bu sabah tuhaf bir şey yaşadım.'' Yokluğu bu mezar başına her gelişimde anlamsızlaşıyordu. Boş bir mezara bakıp konuşuyormuşum gibiydi. ''Ne?'' Omzumdaki çantayı mermer üzerine bıraktım. ''Bizimkiler mi?'' diye sordum sanki bana cevap verebilecekmiş gibi. ''Hala görüşmüyoruz. O evden ayrıldıktan sonra bir kez olsun iletişime geçmedim. Böylesi daha iyi.'' Kaşlarımı çattım. ''Kamelya'yı mı?'' Güldüm. ''Onu biraz olsun özlediğimi sanmıyorum.'' Dudaklarım büzüldüğünde omuz silktim. ''Benim tek özlediğim sensin, baba.'' Tuttuğum gözyaşlarımdan biri fırsat bulup sol yanağımdan süzüldü. ''Sen yokken her şey o kadar zor geliyor ki... Yalnız olmaktan şikayetçi değilim ama sensizlik berbat bir şey.'' Dudaklarımı birbirine bastırdım. ''Özür dilerim.'' dedim. ''Normalde ağlamadığımı biliyorsun. Bir daha olmaz.'' Serçe kuşu hala buradaydı. Ara ara su içiyor ve sonra bana bakıyordu. ''Ağladığımı kimseye söyleme, olur mu?'' Kuşla konuşmam babamla konuşmamdan daha komikti. Belki de trajikomikti. Beni onayladığını düşündüğümde ona gülümsedim. ''Aferin.'' Mezar taşında yazan adı ve soyadının üzerinden geçtim. Yeniden yazmış gibi yaptım. ''Babam, şunu bil ki, senin kızın olmaktan her zaman gurur duydum. Soyadını taşımaktan da...'' Avuçlarımı açıp dua etmeye başladım. Elimi yüzüme sürüp bakışlarımı toprağına diktim. ''Yine geleceğim. Seni çok seviyorum, babacığım.'' Bana karşılık verdiğini hayal ettiğimde gülümsedim. ''Hayır, ben daha çok.'' Çantamı elime aldım. Az önce söylediğim şeyi yineledim. ''Yine geleceğim.''
Mezarlıktan çıkmadan en az on beş adım geride birinin az önce benim yaptığım gibi konuşmasını işittim. Beni salisede bir dürtüp duran merak üzerine kafamı o yöne çevirdim. Bu, bu sabahki ilk ve son müşterim olan genç adamdı. Gözlerinin kızardığını görebilmiştim. Beni fark ettiğinde hızla başımı çevirdim ve yoluma devam ettim. Ancak birkaç saniye sonrasında yanıma koşarak gelmişti. Benden bir demet gül alıp parasını fazlasıyla ödeyen bu genç adam, verdiğim çiçeği elinde geri getirmişti. ''Selam.'' dedi çekingen bir ses tonunda. ''Buraya geleceğinizi bilseydim yolda size eşlik ederdim.'' Adım atmayı durdurdum. ''Tabii sizin için de bir mahsuru...''
Sözünü yarıda kestim. ''Çiçekleri sahibine vermeniz gerekmiyor muydu?'' Bunu fark ettiğinde şaşkınlıkla baktı. Yolumuz aynı yöndeydi; durak. Pekala müşterimle beraber yürüyebilirdim. ''İsterseniz sizi bekleyebilirim.'' Yüzündeki tebessüm sonrası başını eğdi ve sonra yanımdan koşarak uzaklaştı. Onu gidene kadar izlemeye devam ettim. Hatta sonrasını da... Mezarın yanındaki geniş yere oturdu. Çiçeği bıraktı ve mezar taşına dokundu. Ayrılmak istemiyor gibiydi. Tıpkı benim babamdan ayrılmak istemediğim gibi...
Birkaç dakika sonra vedalaşması bittiğinde yanıma geldi. ''Beklettiğim için özür dilerim.'' dedi. ''Vedalar kolay olmuyor.''
''Sorun değil.'' dedim. ''Sizi anlıyorum.'' Bunca zamandır konuşmamanın etkisi miydi bilmiyordum ama çenemi tutamayacakmışım gibi hissettim. Başımı ona çevirdim. Bakışları attığı adımlardaydı. ''Anneniz mi?'' diye sordum. Adımlarını yavaşlattı. Yüzüme baktı ve yutkundu. ''Özür dilerim, haddimi aşmak istememiştim.''
Elini salladı. ''Hayır, hayır.'' dedi. ''Elbette aşmadınız. Ben sadece bunu nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum.'' Bu garipti. Annesi veya babası ise, veyahut bu bir başkası ise direkt söyleyebilirdi. Zor olsa da bir kerede söyleyebilirdi. ''Annem değil.'' Yokuşu çıkarken nefes nefese kaldık. ''Kim olduğunu bilmiyorum.'' dedi. Kaldırıma çıkıp durdum. Şaşkınlıkla ona baktım. ''Aslında biliyorum ama...''
''Bana anlatmak zorunda değilsiniz.'' dedim. Ve hızla konuyu değiştirme ihtiyacı duyup benzer bir şeyden bahsettim. ''Ben de babamı kaybettim. Onu ziyarete gelmiştim.''
''Üzüldüm.'' dedi.
Acı bir gülümsemeyle, ''Ben de.'' dedim. Karşıya geçip kaldırımda yürümeye devam ettik. Durağa yaklaşana kadar konuşmadık. Yani ben yeniden konuşmaya başlayana kadar. Dediğim gibi... Çenem düşmüştü anlaşılan. ''Sabah olanlar için özür dilerim. Daha önce böyle olmamıştım.''
''Sizin için endişelendim.'' dedi. ''Ayrıca özür dilenecek bir şey yok.'' Yeni bir karşıdan karşıya geçme hali vardı ki solumdan gelen aracı fark etmedim. Kornasıyla beni korkutan araç durmayı tercih etmemişti. Milimlik bir açı kalmıştı ki adını bile bilmediğim bu genç adam kolumdan tutup yine bir kaza kurbanı olmaktan kurtardı ve olabildiğince kolları arasına aldı. Omzumdan düşen çantayı avuçlarım arasında kavrayıp refleksle belinden tuttum. Yani sarılması karşılıksız kalmadı. Uzun zamandır kimseyle böylesine bir temas kurmamıştım. Ve bu son derece garip hissettirmişti. Hem garip hem de heyecan vericiydi. Sanki bu kollar arasında daha önce bulunmuş ve yüzlerce kez sarılmış gibiydim. Gözlerimin içine endişeyle bakmaya devam eden genç adam dudaklarıma çarpan nefes alışverişini konuşurken durdurmuştu. Fısıltıyla, ''İyi misiniz?'' diye sordu sabahki sorusunu tekrar edip. Gözlerimi kırpıp onu onayladığımda yavaşça birbirimizden ayrıldık. Bu defa kontrol ederek karşıya ondan önce geçmiştim. Utanıyordum ve yüzüne bile bakamıyordum. Arada bir rast geldiğim bakışları, üzerimde çok gezinmeden başka yere göç ediyordu.
Şansımıza birkaç dakika içinde gelen otobüse sırayla bindik. Önümdeki yaşlı çiftlerden biri binmekte zorlanırken ikimiz de yetmişli yaşlarında olan kadının koluna girdik. Bu yaptığımıza tebessüm ederek hedefimizi gerçekleştirdik. Eşi ondan daha dinçti ve bizim yardımımız olmadan otobüse eşinin hemen arkasından bindi. Bana öncelik tanıdıktan sonra peşimden geldi. Kartı cihaza okuttuğumuzda çıkan sese gülümsedim. Çünkü böyle şeylerden bir süredir uzaktım.
Boş bir yer yoktu ve insanlar bulduğu boşluğa ilerlemeye çalışıyordu. Az önceki yaşlı çifte yer vermeyen yeni nesil gençliğe yaşlı adamdan bir sitem geldi. Saniyeler sonra eşi için boş bir yer ayarlayan adam eşinin tam yanında durdu. Yaşlı kadının yanındaki boya badana işleriyle ilgilendiğini ima edercesine makyaj yapan genç kadın ayağa kalktı. ''Buyurun, siz oturun.''
Yaşlı adam cevap vermekte gecikmedi. ''Estağfurullah, lütfen.'' dedi.'' Siz oturun. Biz ne de olsa yirmili yaşlarda genç insanlarız. Lütfen, rahatsız olmayın.'' Bu sözlerden payını alan o kadındı ama aslında herkese söylemişti. Haklıydı da... Kadın yediği fırçanın utangaçlığı ile yerinden kalkarak kapıya doğru yanaştı. Bir durak sonra da indi. Ya varmak istediği yere ulaşmıştı ya da gideceği yere kadar yürümeyi göze almıştı. Sonuç olarak diğerlerinden daha fazla utanmıştı.
Bu olanlar üzerine babamla olan seyahatlerim geldi gözlerim önüne. Arabası olmasına rağmen toplu taşımada yolculuk yapmanın bizim için daha keyifli olacağını söylemişti. Ki olmuştu da. Kimse olmadan, sadece o ve ben... Şu an hem oturduğum hem de işimi yürüttüğüm adaya gezi düzenleyen deniz taşıtıyla varıp eğlendikten sonra geri dönerdik. Karaya vardığımızda ise otobüse binmeyi tercih edip oturduğumuz semte kadar gider ve sonrasında taksi ile onunlayken var olan huzurlu evimize gelirdik. Bunu birkaç kez yapmıştık. Özlediğim şeyler arasında da bu vardı ve özleyeceğim şeyler arasında da her zaman var olacaktı.
Otobüs Üsküdar iskelesinin yakınlarında durduğunda araçtan indik. Biraz yürüdükten sonra turnikelerden geçtik. Kalabalık olduğu pek söylenemezdi. Aynı yöne gittiğimizden haberimin olmadığı genç adama arkamı dönüp bakmak istediğimde kendisine çarptım. ''Affedersiniz.'' Dudakları aralanıp gözleri irileştiğinde yüzüne pür dikkat kesilerek baktım. Saatler öncesinde beynimde oluşan o baskı yine oluşmak üzereyken gözlerimi kapattım.
''Bir sorun mu var?'' diye sordu koluma dokunup. Cevap veremiyordum. Baskının geçmesi için içimden dualar etmeye başladım. ''Hanımefendi...'' Bu defa parmakları çenemde durunca deniz altından çıkmışçasına derin bir nefes aldım. Boğulmuş gibiydim. ''İsterseniz hastahaneye gidebiliriz.''
Başımı salladım. ''Gerek yok.'' diyebildim yalnızca. Etrafımızdaki insanların bana attıkları bakıştan rahatsız olmuştum. Önüme dönüp vapurun iskeleye yanaştığını gördükten sonra ona yeniden baktım. ''Siz de mi adada yaşıyorsunuz?''
''Bir süredir, evet.'' dedi gülümseyip. Aynı şekilde gülümsedikten sonra eski duruşumu aldım. Vapur beraberinde getirdiği rüzgar ile burnuma yosun kokusunu doldurmuştu. Gözlerimi birkaç saniyeliğine kapatıp açtığımda saçlarıma dokunulduğunu hissettim. Arkamı dönüp ona bakma cesaretini kendimde bulamamıştım. Nefes alışverişim hızlandığında konuştu. ''Sanırım tokanız düşmüş.''
Ona şok olmuşçasına bakıp dudaklarım üzerini kapattım. ''Olamaz! O bana babamın hediyesiydi." Gözlerim dolmaya başladığı andan itibaren nefes almakta zorlanmıştım. ''Bir daha babamın bana aldığı hiçbir şeyi kullanmayacağım.''
Güldü. ''Bakın, buradaymış.'' dedi. Bakışlarını çevirdiği yöne baktığımda yutkundum. Benim için yere eğilip aldığında ona gülümsedim. Tokayı almak üzereyken herkes yanaşmış olan vapura doğru ilerledi. Böylelikle ben de tokamı ondan alamadan ilerledim. Neyse ki o bulmuştu ve biraz daha onda kalmasının sakıncası da yoktu. Kamaraya geçtik. Rüzgar açılan saçlarımı uçuşturuyordu. Yüzüme çarpan saçlarımı tutmakta zorlanıyordum. Yönümü biraz çevirdiğimde konuştu. ''İzninizle...'' dedi. Ancak ben izin vermeden saçlarımı avuçları arasına aldı. Gür saçlarımın dağınıklığını eliyle düzeltti. Yukarıdan at kuyruğu yapıp birkaç dakika önce düşürdüğüm, kurdelesi olan tokayla bağladı. Tokamı verseydi ben de toplayabilirdim ama bana bu fırsatı vermemişti. Ona teşekkür edecekken konuşmaya devam etti. ''Sanırım bir şeyi yapmayı unuttuk.'' dedi. Çantamı kontrol ettim. Elimi saçlarıma attım. Ancak bunların dışında bir şey olduğu belliydi. Sadece aklıma ne olduğu gelmiyordu. ''Tanışmayı!" Korktuğum şeylerden biri de buydu. Kimseyi hayatıma alma gereksinimi duymadığım için insanlarla tanışmayı da reddediyordum. Fakat buna karşı koyamamıştım. Elini uzattı. ''Ben Engin.''
Eli birkaç saniye havada kaldığında yutkundum. Kendime bunu yapabileceğimi hatırlatıp uzattığı eli tuttum. ''Açelya.'' dedim. ''Hafsa Açelya.'' İki ismim vardı. Babam baş başayken bana Hafsa demeyi severdi. Annem ise bu isimden hiçbir zaman hoşlanmamış, kendi koyduğu isim ile hitap etmeyi, çağırmayı istemişti. Bazen annemi sinirlendirmek için kullanırdı bu adı ama dediğim gibi, genel olarak baş başayken söylerdi. Bu bilmem kaçıncı garip demem, bilmiyorum ama Engin Bey'in gözlerini sımsıkı kapatıp dişlerini sıkması oldukça garipti. Belli ki canı yanıyordu. Elini başına koyarak yüzünü buruşturdu. ''İyi misiniz? Gelin, şöyle oturun.'' Boş olan banklardan birine oturmasını sağladım. ''Bir şey ister misiniz? Su alıp geleyim hemen.'' Gözlerini açıp beni durdurdu. Başını sallayıp nefesini düzenlemeye başladı. ''Engin Bey...'' Yine aynı şey olduğunda telaşlandım. Elimi hala tutuyordu. ''Aranızda doktor olan var mı?'' diye sordum büyük bir umutla. Aklıma başka bir şey gelmiyordu. Kimse de sesini çıkartmamıştı zaten. Elim üzerindeki elini indirip çantamı açtım. Küçük el kolonyasını ilk önce elime döküp ona koklattım. Ardından bilek ve boynuna sürüp ovuşturdum. Daha sonra kendine gelmeye başladığında yerinde doğruldu. ''Daha iyi misiniz?''
Başını sallayıp yanına oturmamı izledi. ''Bu tuhaf.'' dedi. ''Sabah siz, şimdi ise ben...'' Ayağa kalkıp içeri geçmemizi teklif ettiğimde ısrarcı olmadı. Benimle birlikte bir sağa bir sola sallanan vapurda dengede durmaya çalışıp ilerledi. Boş bir koltuğa oturduğumuzda başını yasladı. ''Sanırım vapurdan dolayı...'' dedi bir sebep arayarak. ''Neyse ki eve az kaldı.'' Onu onaylayıp yüzüne bakmaya devam ettim. İlk defa biri için bu kadar çok endişelenmiştim. Aklıma olur olmaz ihtimaller geliyordu. Bunlardan biri de beyin kanamasıydı. Dengesini kaybedip denize de düşebilirdi...
Vapur kıyıya yaklaştıktan sonra adaya ayak bastık. ''Yorucu bir gündü.'' dedim adımlarım yavaşlamadan önce. ''Tanıştığıma memnun oldum.'' Konuşmayı dakika içinde başlatıp sonlandırmıştım.
Bulunduğum yerde, arkamda duran eve bakıp sonra da bakışlarını üzerime dikti. ''Ben de...'' dedi. Birkaç adım sonrasındaki mini markete doğru bir adım atıp konuşmasını sürdürmesini bekledim. ''Sizi bir yerden tanıyor olabilir miyim?''

Okuduğunuz için teşekkür ederim. Yorumlarınızı eksik etmeyin! 🌸❣️

Hesaplarınız üzerinden takip edebilirsiniz;

Instagram : ebruilterrinkitaplari
Facebook : Ebruilterr'in Kitaplari

Mazinin Can Kırıkları •Tamamlandı•Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin