Keyifili okumalar... :')
Not: Gençler, anlayamadığım bir şekilde devamlı hatayla karşılaşıyorum. Diyaloglar ve paragraflar birbirine karışmış vaziyette. Wattpad ile ilgili bir sorun olmalı. Birçok kez uğraştım. Bilginizi olsun diye bu notu ekliyorum. Karışıklığı düzelteceğim, inşaAllah. :(
Adanın dışına çıkmak geçmişimi özlememe sebep olmuştu. Üç gündür ne penceremden dışarı göz atmıştım ne de dükkanı açmıştım. Bu durumun en fazla bir gün sürmesi gerekirken üç gün sürmüştü ve kendimi depresyona girmiş bir modda hissediyordum. Günde bir öğün yemeği de yatmadan yiyordum. Tüm geceyi sessiz yakarış ve ağlayışlarımla geçirdiğimde sabaha bitap düşmüş oluyordum. Bu üç gün içinde, babamın ölümünden sonra ilk defa acıyı yeniden yaşamıştım. Kendimi tıpkı o gün olduğu gibi odama kapatmıştım. Halbuki evde benden başka kimse yoktu. Birkaç yıl öncesinden beri alıştığımı sandığım yalnızlığımla birlikte...
Nihayet kabuğumdan çıkma gayretimi başarıyla sonuçlandırıp yatak odamı bir süreliğine terk ettim. Oturma odasında gezindim, solmak üzere olan çiçeklerimin yapraklarına dokundum, banyonun kapısını araladım ve oradan da mutfağa geçtim. Sıkıcı geçen, daha doğrusu geçmek bilmeyen zaman içerisinde ne yapacağımı şaşırmıştım. Dolap çekmeceleri arasından kahve kavanozunu görür görmez elime aldım ve cezveyi de çıkarıp pişirmeye başladım. Çok geçmeden kaynayan Türk kahvesini fincana doldurduğumda kokusunu içime çektim. Cezveyi evye içine bırakacakken daha önce olduğundan emin olmadığım bir şey gerçekleşti. Evime gelen siparişler dışında kapı ziline basan hiç olmazdı. Ve ben yakın zamanda hiç sipariş vermemiştim. Bu duyduğum sesin benim evimde yankılandığından bile emin değildim. Birkaç günün bende oluşturduğu halüsinasyon olabilirdi. Belki de yalnızlıktan kafayı sıyırmıştım.
Korkak adımlarla kapıya doğru yaklaştım. Kapı deliğinden kim olduğuna baktım. Elimi kalbim üzerine koyup derin nefes alıp soludum. Kapıya tıklatılınca bir adım geri attım. En sonki görüşmemizde aklımda bıraktığı birkaç sorunun cevabını hala alabilmiş değildim. Kapı deliğine bir kez daha baktığımda gitmek üzere olduğunu gördüm. Kolu çevirip seslendim. ''Buyurun?'' Kendimi göstermeye niyetim yoktu. Berbat göründüğümü biliyordum. ''Her şey yolunda mı, Hafsa Hanım?'' Bana babamın seslendiği gibi hitap edişi hoşuma gitmişti. Adımı öyle bilen de zaten bu adada sadece o vardı; Engin Bey. ''Dükkanınızı üç gündür açmıyorsunuz. Ben de başınıza bir şey geldiğini fikrine kapıldım. Rahatsız ettiysem lütfen kusura bakmayın.''
Yalnızca, ''Hayır.'' dedim net bir şekilde. Başka bir şey demeyip bütün konuşmayı ona bıraktım.
''Dükkanınızı saat kaç gibi açarsınız?'' diye sorduğunda yüzümü gösterdim. Bu halime yutkunarak karşılık verdiğinde karşımda duran aynada kendime biraz baktım. Topuz olan saçımı çözüp yeniden topladım. Pofuduk terlikerimi çıkarıp kedi baskılı pijamamı çekiştirdim. Üstümdeki boğazlı siyah ince badimi de düzelttikten sonra kapıyı tamamen açtım. Dudaklarını gülmesini engellemek üzere bastırdı. ''Affedersiniz.'' dedi. Bir şeyler zoruma gitmiş olmalıydı ki kapıyı yüzüne kapatmak için ittim. ''Özür dilerim.'' dedi kapıyı tutup. ''Sizi böyle görmeyi beklemiyordum. Depresif bir vaziyette yani...''
Sözlerini iyice idrak ettikten sonra güldüm. Ki gülünmeyecek gibi bir halim de yoktu. Gülüşümü ciddi bir şekilde seyredişinden rahatsızlık duyup eski halime büründüm. ''Bir şey mi isteyecektiniz?''
''Bir rüya gördüm.'' dedi kollarını göğsünde birleştirip. Vücut dilinden bir şey anlayamıyordum ama bu hali bana çok rahat gelmişti. Beni rahatsız etmeyen bir rahatlık. ''Size anlatmak isterim.'' İstemsizce ayaklarımı geriye çevirdim ve kapıyı biraz daha araladım. Bu eve gelmesini istediğim anlamına geliyordu ama bunu gerçekten bilerek yapmamıştım.
Kaşlarımı çatıp ciddi ve sert olduğumu belli edercesine baktım. ''Ben de kahve yapmıştım. Eşlik etmek isterseniz eğer..."
Ancak cümlemi dahil tamamlayamadan reddetti. ''Nazik teklifiniz için teşekkür ederim. Sizi dükkanın önünde bekliyor olacağım. Umarım gülleriniz hala hayattadır.'' Çiçeklerimle ilgilenmeyi aksattığım için kendime kızmıştım. Asıl kızdığım kendimi küçük düşürüp onu evime davet etmem hususundaydı. Bu beni utandırmıştı. Başımı sallayıp kapıyı yavaşça kapattım.
Hazırlanmak üzere odama geçip dağınık yatağımı düzelttim. Diğer yandan da sessizce konuşuyordum. ''Derdin ne senin, he?'' Gardırobumdan kıyafet seçmek için bedenimi yataktan oraya çevirdim. Aslında böylesine büyük bir gardırobu tercih etmezdim ama babamın da hatıralarını saklayabileceğim bir dolap istemiştim. Sevdiğim birkaç gömlek ve ceketlerini, en son giydiği tişörtü ve iki çift ayakkabısı da buradaydı. Orta bölümde yer alan camlı kapağı hoşuma gitmişti. Sağ ve solda da çift açılır kapağı vardı. Camlı kapakların hemen altında ise üç çekmece bulunuyordu. ''Adamı ne diye eve davet edersin ki? Ayıp denen bir şey var.'' Suntalam dolabın iç bölümündeki raflardan birinden kirli beyaz V yaka kazağımı ve askılıkta bulunan oduncu kırmızı renkteki gömleği alıp yatağıma bıraktım. Diğer bir raftan siyah İspanyol paça yüksek bel pantolonumu çıkartıp giyinmeye koyuldum. Sanırım artık insanlarla nasıl iletişim kuracağımı bilmiyordum. Unutmaya başlamıştım. Belki de Engin Bey'i evime davet etmem ondandı...
Hazırlandıktan sonra saçlarımı açık bıraktım ve anahtarlarımı alıp dükkana doğru koşar adımlarla vardım. Beni görünce oturduğu kaldırım taşından pantolonunun arkasını silkeleyerek kalkan Engin Bey gülümsedi. Kepengi büyük bir gürültüyle açtım. Titreyen ellerimle dükkan kapısının anahtar deliğiyle verdiğim mücadele takdir edilesiydi. Derin bir nefes alıp kendime sakinleşmemi söylediğimde hazırdım. Bu defa başarılı olmuş ve kepenkten sonra kapıyı açmayı da başarmıştım. Engin Bey önden geçmem için geride durdu ve benden sonra dükkana girdi.
İçimden ettiğim dualardan sonra etrafı biraz gezindim. Çiçek ve bitkilerimi kontrol ettim. Aklıma hiç gelmeyen küçük akvaryumdaki balığımın gözüme takılmasıyla nefesimi tuttum. Ona yemini vermediğim için ölmüştü. Bunda suçluydum. Hem de çok! O yanıma ağır ağır gelirken akvaryumun camına dokundum. ''İsterseniz şöyle gelin.'' Ben hala akvaryuma bakarken Engin Bey beni masa başındaki sandalyeme oturttu. ''Üzülmeyin.'' dedi. ''Benim de geçen yıl kedim fayton altında ezilmişti.'' Bunun içime su serpeceğini falan mı düşünmüştü acaba? Eğer öyleyse hiç işe yaramamıştı. Yine de onu bozmamak adına sessizliğimi sürdürdüm.
''Her neyse,'' dedim. ''Siz bir şey anlatacaktınız.''
Hatırladığında işaret parmağını kaldırdı. ''Evet, rüyamı anlatacaktım.''
''Hayır olsun.'' dedim gülleri kontrol ederek. Fena değillerdi. Hala canlı görünüyorlardı. En azından balığım gibi değillerdi.
''Rüyamda bir kadın gördüm.'' Arkamı döner dönmez yanlış anladığımı düşünüp toparlamaya çalıştı. ''Yani benim mezarına ziyarete gittiğim kadını.'' Onun için bir buket gül hazırlamaya çalışırken yüzüm ona dönüktü. ''Ağlıyordu.'' Ziyaret ettiği kadının kim olduğunu merak ettim. ''Arkası dönüktü ama uzun ve gür saçları vardı.'' dedi. ''Tıpkı sizinkiler gibi.''
Şaşkın bir yüz ifadesiyle ona bakarken hızla hazırladığım gülleri ona uzattım. ''Bunlar benden olsun.'' Kabul etmeyecek gibi davranırken hemen atıldım. ''Geçen gün olanlar için size bir teşekkür borcum var. Fenalaştığım sırada yardımcı olduğunuz ve baba yadigarı tokamı bulduğunuz için... Bu vesileyle teşekkür etmek istiyorum.'' dedim. ''Ve bence rüyanızdaki kadının saçlarını bana benzetmeniz o gün saçlarımı toplamanızın sebebidir...'' Bana hak verdiğinde başını salladı. ''Sanırım rüyanızın anlamı da şu: yakında çok mutlu olacaksınız.'' Umut fenerini yakmışım gibi bir yüz ifadesiyle ayağa kalktı.
''Umarım.'' dedi. ''Ben de yine onu ziyaret etmek istiyorum. Şimdi müsaadenizle.''
''Müsaade sizin, yine beklerim.''
***
Evimin balkonundaki sardunyaların bakıma ihtiyaçları olduğunu fark ettiğimde dükkandan gerekli malzemeleri aldım. Çoğaltma amaçlı gövdedeki dal parçasından kestim. O sırada ellerini cebine atmış olan Engin Bey'i gördüm. Daha önce bu kadar sık rastladığımı hatırlamıyordum. Dükkanımın önünden geçmiş olsaydı bile hatırlardım. Yavaş adımlarla ilerlerken şarkı mırıldandığını balkonumun hemen altından geçerken duymuştum. Hangi dil olduğunu anımsayamamıştım. Türkçe bir şarkı değildi. Ki bir süredir şarkı dinlemeye de küsmüştüm. Anlayacağınız ben, hayattan zevk almaktan bi'haberdim. Engin Bey biraz ileride yere eğildi ve yerden bir şey aldı. Avuçları arasında onu sıktı ve yakınındaki çöp konteynerine attı. Karşıya geçip cebinden bir şey çıkarttı. Akşam saatleriydi ve güneş batmış, yerini aya bırakmıştı. Bu yüzden ne olduğunu göremedim. Neyse ki cebinden çıkarttığı şeyin anahtar olduğunu kapıyı açmasıyla anlamıştım. Evinin kapısı değildi. Bir süredir kepengi kapalı olan bir dükkandı. Ne dükkanı olduğunu henüz bilmiyordum. Balkonumdaki sardunyalarımla olan işimi bitirdikten sonra ellerimi yıkamak üzere banyoya geçtim. Kısa sürede el yıkama eylemimi sonlandırdım ve kurulanıp mutfağa geçtim.
Akşam yemeğim hazırdı. Marketten aldığım hazır tavuk çorbası ve makarnayı tabağa doldurup masaya bıraktım. Buzdolabından çıkarttığım pet şişedeki kolayı bardağa boşalttım. Sandalyeyi çekip yemek yemeye koyuldum. Gerçekten çok acıkmıştım. Makarna doldurduğum tabağa bakacak olursak sanırım üç günün acısını şimdi çıkaracaktım. Sindire sindire yiyor olsam da tabaktaki makarnaları bir şekilde bitirmiştim. Midemde çorbaya da yer yoktu. Aslında çorbadan başlamalıydım. Fakat makarna gözüme o kadar güzel görünmüştü ki, bir tabak daha olsa yiyecekmişim gibiydi. Çorba kasesini alıp tencereye geri döktüm. Çıkan bulaşıkları yıkadıktan sonra oturma odama geçtim.
Kitaplıktan okumak için kitap bakındığımda bütün hepsini okuduğumu hatırladım. Ansiklopedilerin bulunduğu rafa elim uzandığında ofladım. ''Şimdilik zihnimde olan bilgilerle yetinmeliyim.'' Yapacak bir şeyler bulmalı ve meşgul olmalıydım. Ayaklarım balkona çıkmamı istercesine oraya yöneldiğinde kendime engel olamadım. Derin bir nefes alıp sardunyalarıma dokundum. ''Çok güzelsiniz...'' Çiçeklerime gülümseyip balkon demirine elimi koyup yaslandım. Bakışlarım karşı sağ çaprazımdaki dükkana gittiğinde boşluğa düştüm. Işıkları kapalı olan dükkan çok fazla cezbedici duruyordu. Beni kendine çekmeyi şimdiden başarmıştı. Evimin dışarıya çıkan çelik kapısını açmadan önce ayakkabı dolabının askılığına astığım uzun hırkamı giydim.
Ayakkabılarımı da giyip dışarı çıktım. Karşıya geçip kaldırıma çıktım ve dükkanın kapısından içeri girdim. Merdiven dayayıp raflardaki kitapları düzenleyen Engin Bey geldiğimi fark etmemişti. Yaptığı işe o kadar çok dalmıştı ki, balkonumun altından geçerken duyduğum şarkıyı mırıldanmaya devam ediyordu. Ve bu şarkı sanki bir Brezilya şarkısına benziyordu. Boğazımı temizleyip hırkamı çekiştirerek kollarımı göğsümde birleştirdim. ''Kolay gelsin.'' Bakışları beni bulduğunda elindeki kitabı yere düşürdü ve merdiveni yalnızca birkaç basamak indikten sonra geriye kalan üç basamağın ardından atladı. Kitabı elime alıp inceledim. Eski ve ilk basım bir kitaptı. Burada olması bir mucizeydi. Herhalde turistler içindi. Çünkü kitap ingilizce yazılmıştı. Kapakta siyah fötr şapka ve kabanıyla arkasını dönmüş bir adam ve yanında kırmızı rujlu, üzerinde siyah kurdelesi olan disket şapkasıyla güzel bir kadın bulunuyordu. Flawless Suicide isimli roman sanırım bir polisiye romanıydı.
''Hoş geldiniz.'' dedi. ''Sizi burada görmek ne güzel.''
''Hoş buldum.'' Elimdeki kitabı kendisine uzatıp gülümsedim. ''Burası çok güzel.''
''Öyledir.'' Bunu ukalalık olsun diye söylediğini sanmıyordum. Çünkü kitaplar her nerede durursa dursun çok güzeldir. ''Sizin dükkanınız da öyle...''
''Teşekkür ederim.'' Burası ona ait bir yerdi ve oldukça hoşuma gitmişti. Yine de sormak, teyit etmek istedim. ''Size ait bir dükkan mı?'' Nasıl soracağımdan da emin değildim ama sormuştum işte.
''Evet.'' dedi başka bir şey daha eklemeden. Etrafa göz gezdirdiğimde kitapların raflarda az ama birkaç sandalye ve masa üzerinde çok olduğunu gördüm. Belli ki büyük bir temizliğe girişmişti.
''Bir şey sorabilir miyim?''
''Elbette.'' dedi kitabı kasanın üzerine bırakarak.
''Taşınıyor musunuz?''
Güldü. ''Hayır.'' Birkaç adım attı ve merdivenin yanına gitti. ''Bir süredir düzenlenip toparlanmaya ihtiyaçları var. Ayrıca raflar çok tozlanmış. İnsan bu tozlar içinde astım hastası olur.'' Parmağını rafa sürüp baktı. ''Çok kötü doğrusu.'' dedi. ''Böyle gördüğünüz için çok üzgünüm.''
''Hayır, sorun değil.'' dedim. ''Asıl sizi rahatsız ettiğim için ben üzgünüm.''
Başını salladı. ''Rahatsız etmek mi?'' Tebessümünü sürdürdü. ''Bilakis, mutlu oldum. Gelmenize sevindim.''
Başımı eğip gülümsedim. Birkaç adım atıp raflara baktım. ''O halde size yardımcı olmamda bir sakınca yok, değil mi?''
''Çok naziksiniz.'' dedi. ''Buranın işi oldukça uzun. En az üç günde biter.''
''İyi işte... Benim de yardımımla bunu bir buçuk güne indiririz.'' Hırkamı çıkarttım ve sandalye üzerine bıraktım. ''Nereden başlıyorum?''
***
İşe kitapları türüne göre ayırmakla başladım. Engin Bey ise rafları temizleme işini üstlenip merdiveni bir sağa bir sola çekiyordu. Sıkılırsam veya yorulursam hemen bırakabileceğimi birçok kez hatırlattığında her seferinde onu onaylıyordum. Zahmet vermek istemediğini belirttiğinde bundan zevk aldığımı kendisine ilettim. Kitaplara dokunmayı seviyordum. Her birinin sayfasını çevirip kokusunu içime çekmeyi de... Kısaca kitaplara aşıktım. Her türü okuyabilirdim.
Bilmediğim, anlayamadığım kitapları Engin Bey'e sormaktan çekinmiyordum. O da soruyor olmamı dert etmiyordu. ''Beni burada bekleyebilir misiniz?'' diye sorduğunda nereye gittiğini merak etmiştim. Ancak sormadım. Başımı sallayıp işime devam ettim. Dükkan içinde bulunan ve aslında içeri girdiğimde ilk dikkatimi çeken şey olan merdivenlerden yukarı çıktı. Kapının açılma değil de kapanma sesini duymuştum. Sanırım kapı kolu elinden kaçmıştı. Yani yanlışıkla hızla kapatmıştı. Buradaki kitapların birçoğu yabancılar için getirilmiş özel kitaplar olmalıydı. Türkçe yazılan veya çevirisi bulunan kitaplardan çok ya Fransızca ya da İngilizce kitaplar vardı. Hatta hangisi olduğundan emin olmasam da, Çince mi yoksa Japonca olduğunu bilmediğim kitaplar da mevcuttu. Belki de Kore dilindeydi. İnceleyip ayırmaya devam ettiğim kitaplardan birine baktığım sırada Engin Bey merdivenlerden aşağı indi.
Elinde iki fincan vardı ve içindeki Türk kahvesinin kokusu kendisinden evvel ulaşmıştı. ''Biraz mola.'' dedi gülümseyerek. Elleri ıslaktı ve tırnaklarının arası temizlik yapıyor olmasına rağmen temizdi. Kendisini takip etmemi istediğinde peşinden ilerledim. Yine kitaplığın bulunduğu ve buranın rafının her birinde kitaplar bulunan yerde çift kişilik bir koltuk bulunuyordu. Bej rengindeki bu koltuğun iki tarafında da aynı renkte yastıklar vardı. Koltuk önündeki sehpaya fincanlarımızı bıraktıktan sonra oturduk. Çok geçmeden yerinden kalktı ve ilerideki pikaba yaklaştı. Bu beni heyecanlandırmıştı. Pikaba plağı usulca yerleştirdi. ''Zeki Müren sever misiniz?''
Yerine geçip oturduğunda pikaptan yükselen sese kulak astım. ''Bir süredir müzik dinlediğim söylenemez ama evet, severim.'' Hem de o kadar çok severdim ki babamın odasına gizli ve ondan habersiz girip plağından tutun CD'sine varana kadar tüm hepsini açar sırayla dinlermişim. Babam odasına girdiğimin farkında olduğunu ve bana hiç kızmadığını söylerdi. Aslında onun olan hiçbir şeye zarar vermeyeceğimi biliyordu. Bana güveniyordu. Bu ayrıntıları bana aktaran da babamdı. Onlu yaşarındayken yaptığım yaramazlıklardan biriydi. ''Babam da çok severdi.'' dedim eskileri hatırlayarak. ''Çalışma odasında buna benzer bir pikap vardı. Hatta o şu an bende... Evimde.'' Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar en sevdiğim şarkısıydı, Zeki Müren'in. Bıkmadan, sıkılmadan dinlediğim tek şarkısı buydu diyebilirim. ''Bu şarkıyı da çok severim.'' dedim ona dönüp.
''Ben de...'' Sesi zor çıkmıştı. Boğazını temizledi. ''Belki bana inanmayacaksınız ama...'' Kahve fincanını elinde kavradı. Tabağı hala sehpa üzerindeydi. ''Zeki Müren'i ilk dinlediğim gün bana tanıdık geldiğini anladım. Daha önce dinlediğimi hatırlamıyorum. Onu yeni tanımış ama aynı zamanda da önceden dinlemiş gibiyim.'' Konuşmasında kesinlik yoktu. Şimdiye kadar net konuşmamıştı. Emin değildi sanki. ''Birçok şeyi unuttum.'' Bana beni anlatıyor gibiydi. ''Bir zamandan öncesi yok. Tam tarihi hatırlayamasam da 2012 veya 2013 yılının öncesi yok.''
Elimdeki kahve fincanını düşürecek gibi olduğumda toparladım. Refleks olarak elimi tuttuğunda her şeyin yolunda olduğunu ve dökmediğimi belirttim. ''Bu konuyu biraz daha açmanızı rica edebilir miyim?'' Heyecandan titreyen ellerimi izlediğinde fincanı sehpaya bırakıp bacaklarım arasında sıkıştırdım.
Başıyla onayladığında devam etti. ''Anne ve babam bir kaza geçirdiğimi ve uzun bir süre yoğun bakımda, bitkisel hayatta olduğumu söylediler. Kendime geldiğimde onları da tanımamıştım zaten.'' Gözlerimde hissettiğim baskıyı bastırmak üzere başımı eğip gözlerimi sımsıkı kapattım. ''Bir sorun yok, değil mi?''
''Hayır, hayır. Devam edin, lütfen.''
''Hayata dönmem bir mucizeymiş. Aslında tarih öğretmeni olduğumu bir sene önce öğrendim. Ama öğretmenliğe devam edemem.'' dedi. ''Malum, geçmişe dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Edindiğim tüm bilgiler de uçup gitti zaten.'' Nefesimin daraldığını hissetsem de kendimi tuttum. Dinlemek zorundaydım. ''Okumayı seviyorum. Buradaki çoğu kitabı okudum.''
''Yabancı dilde olan kitaplarda dahil mi?'' diye sordum.
''Evet, dahil.'' dedi. ''Fransızca ve İngilizceyi çok iyi konuştuğumu söyleyebilirim. Bunun için özel dersler aldım.'' Bunu duyduğuma sevinmiştim. ''Kazadan sonra yeniden doğmuş gibiydim. Her şeyi yeni yeni öğrenmeye başladım diyebilirim.''
''Ben de...'' diye fısıldadığımda ne dediğimi anlamamıştı.
''Efendim?'' Omuz silkip bir şey demediğimi söyledim. Plak takıldığında düzeltmek için ayağa kalktı. ''1950'lere ait bir pikap bu. Babamın hediyesi.''
''Onlar nerede?'' diye sorduğuma birden pişman olmuştum. Her şeye burnunu sokan biri değildim ama onu ve hayatını merak ediyordum. Bana benzediğini düşünmemden dolayı olabilirdi. ''Anne ve babam mı?'' diye sordu. Başımla onayladığımda pikabı kapatıp yanıma geldi. Kahvesini bitirdi ve tabağına geri koydu. ''Bu adada değiller. Aslında onlar burada olduğumu da bilmiyorlar. Bebek'te oturuyorlar. Ben ise onlarla çok nadir görüşüyorum.'' Nedenini sormadan devam etti. ''Kazadan sonra benimle çok ilgilendiklerini biliyorum ama zamanla onlarla birlikte kalmamam gerektiğini düşündüm. İki yıl önce de buraya taşındım. Şirketteki hissenin çoğunu bana devretti. O çok cömert bir adam. Kabul etmek istemesem de şirkette söz hakkına sahibim. Ancak işle alakalı hiçbir şey bilmiyorum. Daha doğrusu hatırlamıyorum. Annem bir süre orada çalıştığımı söylemişti.'' Daha yeni tanıştığı bir kadına her şeyini anlatacak kadar güvenmiş olmasına şaşırmıştım. Belki dedikoducu biriydim. Belki ona şantaj yapabilir, hayatını abartarak ve biraz daha yalan katarak herkese anlatabilirdim. Ancak elbette bunları yapmazdım. Ki Canan Hanım ile bile bu kadar konuşmuşluğum yoktu. ''Neyse, başınızı şişirdim. Geri kalan işi sabaha kadar ben yapabilirim.''
''Estağfurullah.'' dedikten sonra ayağa kalktım. ''Sanırım kovuldum.'' Gülümsedim.
''Hayır.'' dedi başını sallayıp. ''Yanlış anladınız. İstediğiniz kadar kalabilirsiniz. Ancak saat geç oldu. Sabaha dükkanı açamayacaksınız.''
''Aslında evde okuyacak kitabımın olmadığını gördükten sonra dükkanınızı fark ettim. Daha önce açık olduğunu hatırlamıyorum doğrusu. Belki bir şeyler alabilirim diye gelmiştim.''
''Öyle mi?'' diye sordu kahve fincanlarını eline alıp. ''Elbette, istemediğiniz kadar kitabımız var.''
''İstediğim kadar...'' diye düzelttim gülümseyip. ''Burada bende olmasını istediğim kadar çok kitap var. Sanırım dükkanımdan sonra ilk defa buraya Küçük Cennet diyesim geldi.''
Dükkanımın adı da öyleydi: Küçük Cennet.
Utanç bir tebessüm ile bir adım geriye attı. ''Benimle gelin, lütfen.'' Dışarıya kadar onu takip ettiğimde gözlerime inanamadım. Bunu daha önce gördüğümden emin değildim. Neden daha dikkatlli biri olmamıştım ki? Ezberimde olan iki kelimenin koca tabelada yazmasına şaşırmıştım. Heaven Bookstore. İkimiz de telif hakkı istemeli miydik? ''Küçük Cennet olmasa da burası da benim Cennet Kitabevi'm. İkimiz de tabelaya bakmayı bırakıp birbirimize gülümsedik. ''Yemin ederim, sizden özenmedim.'' Buna kahkaha attığımda saniyeler sonra sustum. Ben hiç kahkaha atmazdım ki. Babam öldükten sonra en fazla tebessüm edebilmiştim. O da zamanla... Ancak şimdi karşımdaki adamın bana komik gelen sözlerine karşılık kahkaha atmıştım. ''Bunu birçok kez sorup sizi sinirlendirdiğimi biliyorum ama...'' Bedenini bana orantılı olacak şekilde çevirdi. ''Bir sorun mu var?''
Başımı salladım. ''Hayır. Ben sadece...'' Yürümeye başlayıp dükkana girdim. Ensemde bir ürperti oluştu. Benden bir cevap beklediğini biliyordum. Ancak söylemek zor bir hal almıştı. Nihayet kapanan dudaklarımı araladım. ''...gülmem.''
''Neden?'' Kitapları düzenleme işine devam ettim. Aradan birkaç saniye geçmişti. ''Fincanları götüreyim.''
O gidecekken konuştum. ''Babam öldükten sonra kendime gülmeyi yasakladım.'' Elindekileri raflardan birine bıraktı. ''Bu yüzden kahkaha atınca da...''
Konuyu neşeli bir hal takınarak değiştirdi. ''Biliyor musunuz?'' Fincanları yeniden eline aldı ve devam etti. ''Madem ki buradasınız, bana yardım etmek istiyorsunuz... O zaman birlikte yemek yememize de itiraz etmezsiniz, değil mi? Çok acıktım ve hemen pratik bir şeyler hazırlayabilirim.''
''Zahmet etmeyin, lütfen. Üzerinize afiyet, bir tabak dolusu makarna yedim. Midemde boş yer yok.'' Buna kahkaha attığında içim gıdıklandı. ''Kendiniz için bir şeyler...''
Sözümü kesti. ''En geç on dakika sonra buradayım.'' Tam gidecekken durdu. ''Rica etsem kapıyı kapatır mısınız? Anahtar masanın üzerinde. Sanırım lodos yarına kalmaz adayı da vurur.'' Rüzgarı ben de hissetmiştim. Keskin bir soğuktu. Mevsimine göre değildi. Onu onayladığımda masadan anahtarı aldım ve kapıyı kilitledim. Merdiven sonunda elinden düşürüp kırdığı fincanların sesi üzerine irkildim.
''Engin Bey, iyi misiniz?'' Sesi gelmiyordu. ''Engin Bey...'' Üçüncüye tekrar etmeden merdivenlerden hızla çıktım. Elini kapı pervazına koymuş fincanlara bakarken buldum onu. Bakışlarını sabitlemişti ve sanki kendine gelmeye çalışıyor gibiydi. ''İyi misiniz?'' Derin bir nefes alıp soludu. ''Toplamanızda yardımcı olayım.'' Eğildiğimde beni engelledi.
''Cevap veremediğim için kusura bakmayın. Ben hallederim, siz dinlenmenize bakın.'' Elimi birkaç kırık parçaya atıp topladım. Israrcı olduğumu görünce diretmedi ve benimle birlikte kalan parçaları topladı. Çelik kapısının üzerindeki anahtarı çevirip içeri girdi. ''Gelmek ister miydiniz? Hem elinizdekileri çöpe atmış olursunuz.'' Elimdeki parçaları atma amaçlı içeri girmeyi kabul ettim. Ayakkabılarımı çıkartmak üzereyken durdurdu. ''Lütfen, buyurun.'' Kendisi ise ayakkabılarını içeride çıkarttığında ben de aynısını yaptım. ''Buranın adı da Home Heaven.'' dedi. Sonra güldü. ''Ciddiye almayın. Öylesine bir ev işte.''
Başımı salladım. ''Katılmıyorum.'' dedim. ''Burası gerçekten de cennet gibi.'' Mutfağına gidip balkonuna çıkmadan sağda bulunan çöp kovasını ayak mandalına basarak benim için açtı.
Kırık parçalara veda ederken mutfağında göz gezdirdim. Benim mutfağımın büyüklüğündeydi. Duvar boyasının rengini sevmiştim. Grinin bir tık açık tonuydu. Ve sanırım gri rengine takıntılıydı. Buzdolabının rengi bile griydi. Mutfak dolabı kirli beyazdı ama onun altında sıralanmış olan fayanslar da gri renkteydi. Mutfağını incelediğimi fark etmiş olacaktı ki gülümseyerek konuştu. ''Evet, bundan tam bir sene önce gri rengine kafayı fena takmıştım. Gözünüzü yormuş olabilir. Kusura bakmayın. Bazenleri mutfağa girdiğimde bu pişmanlığı yaşıyorum.'' Buna sadece gülümseyip evden çıkmam için harekete geçtim. ''Ben yemek hazırlarken siz de beni izleyebilirsiniz. Her türlü eleştiriye açığım.''
''Aşağıyı siz gelene kadar toparlasam daha iyi olur.'' dedim onu kibarca reddedip.
''Turistlerin gelmesine henüz var. Sınav döneminde olan öğrencileri ve bu adada azdan biraz daha az olduklarını düşünürsek dükkanın toparlanması için epey bir vakit var.'' Mayıs ayının ortalarında olduğumuz aklıma geldiğinde kendisini yine de bozmadım. Belli ki gitmemem için yalan söylüyordu. Okullar kapananı birkaç hafta oluyordu. Daha fazla zorlamadan ve ısrarcı olmadan sandalyeye oturdum. ''Hafsa Hanım...'' Buzdolabından hazır patatesleri çıkartmadan önce seslendi. ''Sakıncası yoksa ben de sizin hakkınızda birkaç şey öğrenmek isterim.'' Patateslerden sonra hazır köfteyi de çıkarıp tezgah üzerine bıraktı. ''Ne mezunusunuz? Buraya taşınmadan önce ne yapardınız?''
Sanırım biraz kendimden bahsetmenin ve içimi boşaltmanın bir zararı olmazdı. O da bana kendinden bahsetmişti. Aslında benim de bahsetmeme gerek yoktu. Neredeyse aynıydı ama birkaç farklı noktalara da değinip anlatabilirdim. ''Edebiyat Fakültesinden mezun olduğumu biliyorum.'' dedim.
Yaptığı işi yarıda bırakıp beni dinlemeye koyuldu. ''Nasıl yani?''
Gülümseyerek, ''Yemin ederim, size özenmedim.'' dedim bana söylediği şeyi taklit ederek. Bu onu gülümsetmişti ama ben hemen konuya girdim. ''Bu bir şaka mı bilmiyorum. Nasıl olduğunu da bilmiyorum ama seneler önce, sizin de bahsettiğiniz gibi bir şekilde kaza kurbanı oldum. Ve ben de yoğun bakımda kaldım. Anlattıklarımın sizi tekrar ve taklit ediyormuşum gibi düşündürmesini istemem.'' Her şeyi öylece bırakıp, karşımda duran sandalyeyi yanıma çekti, oturdu. ''Bana anlatılanları anlatacağım.'' Boğazımı temizledim. Hayal meyal hatırladığım o görüntüyü gözlerim önüne getirdiğimde ilerisine gidememiştim. Hep aynı yerde takılıyordum. Aşağıda pikaptaki plağın takıldığı gibi. ''Karlı bir günde aracımla ilerlemiş gidiyorken karşı şeritten gelen araba ile kafa kafaya çarpışmışım. Çarpışmakla kalmamış bir de camdan dışarı fırlamışım. Apar topar hastahaneye kaldırılmışım ama kalbim oracıkta durmuş. Doktorlar müdahale etmiş ama ölmüşüm.'' Burada güldüm. ''Ama buradayım, bakın.'' Acı bir tebessüm yollamasının ardından bana anlatılanları düşündüm. ''Bir dakika sonra benden yeniden nabız almışlar. Yani hayata geri dönmüşüm. Sekiz ay kadar ben de bitkisel hayattaymışım. Bu gerçekten de bir mucize.'' Gözlerim çoktan dolmuştu. Akmalarına izin verdim. ''Fizik tedavinin de yardımıyla ayaklandım. Ancak hiçbir şey hatırlamıyordum. Anne ve babamı bile...'' Başını salladı. ''Anlatılanlara göre ben de öğretmenmişim.'' Tesadüfün de bu kadarıydı. Gözleri irileşti.
''Edebiyat öğretmeni.'' ''Bu, bu gerçekten inanılır gibi değil.'' dedi. ''Hala şaşkınım.''
''Ben de öyle.'' dedim. ''Zamanla herkesi tanıdım. Hatırlamıyor olsam da tanıdım. Bana hep geçmişimi anlatırlardı. En çokta küçüklüğümü. Babamın odasına girdiğimi de bana anlatılanlardan hatırlıyorum. Ki aslına bakarsanız, anlatıldıkça yapboz parçaları yerine oturuyordu sanki. Ancak bazı şeylerin ötesine geçemiyordum. Yani mesela anlatılanların devamını kendim hatırlamaya çalışınca olmuyordu. Çok zordu.''
''Anlıyorum.'' dedi. ''Haklısınız.'' Elini masa üzerine koydu. ''Nasıl söylenir bilmiyorum ama...'' Yüzünün her bir zerresini inceledim. Ardından bakışlarımı ellerine çevirdim. Parmağındaki yüzüğüyle oynaması dikkatimi çekmişti. ''Biz, yani siz ve ben...''
O söylemeden anladığım şeyi ben söyledim. ''Yani araçlarımızın çarpıştığını mı demek istiyorsunuz?'' Başıyla onayladı. ''İhtimal vermek istemiyorum.'' dedim. ''Ama yine de araştırılabilinir.''
''Eğer böyle olmasına sebebiyet veren ben isem kendimi hiçbir zaman affetmem.''
Yanağımdan süzülen yaşı sildim. Zoraki gülümseyerek yanıtladım.
''Öyle olmuş olsa bile siz de bunun bedelini fazlasıyla ödemişsiniz. Bu durumdan emin değiliz sonuçta. Yine de kendinizi bunun için suçlamayın. Bakın, hayattayız.''
''Haklı olabilirsiniz. Ancak bunu öğrenmek istiyorum. Yarın anne ve babamla konuşmaya gideceğim.'' Buna diyecek bir sözüm yoktu. Pekala ne yapmak istiyorsa yapabilirdi. Ailesiyle konuşmasına karışamazdım ya. ''Tuhaf...'' dedi fısıldarcasına ayağa kalkarak. ''Çok tuhaf.''
***
Yemekten sonra yürüyüşe çıkma fikri güzeldi. Bacaklarım arada bir beni yoklayan uykumla beraber açılmıştı. İskeleye kadar yürüdük. Bana ailesinden, bu zamana kadar yaptıklarından, havadan sudan bahsetti. Çoğunlukla o konuşuyordu. Bana cevap hakkı sunuyordu ama ben kısa cevaplar veriyordum. Konuşmayı özlediğimi sanmıyordum. İskeleye şimdiden yanaşan ve yolcu taşıyan vapurlardan birine binip yine babamın yanına gitmeyi arzuladım birden. Hala hayatta olsaydı burada, bu adada onunla dolaşır, yine dondurma yer ve dolu dolu fotoğraf çekerdik. ''Ne düşünüyorsunuz?'' dedi güzel manzaranın haberini bakışlarıyla verdikten sonra. Parlayan gözlerini aniden bana çevirdiğinde irkildim. ''Sanırım sizi bugün biraz sıktım.'' Yanılıyordu.
Anlattıklarını can kulağıyla dinlemiş ve çoğunlukla gülümsemiştim. Sıkılmış olmam imkansızdı. Çünkü sıkılmanın ne demek olduğunu benden daha iyi kimse bilemezdi. Buna kız kardeşim Kamelya'yı örnek olarak gösterebilirim. Yanında beş dakika dahil durmaya katlanamıyor, kurduğu cümleleri bıkkınlıkla işitiyor ve içten içe çığlıklar atıyordum. Ziyadesiyle sıkıcı biriydi. Katlanabilmesi güç bir kadındı. Vesselam, Engin Bey'den biraz olsun sıkılmamıştım.
''Birçok şey.'' dedim. ''Siz anlatırken geçmişe gittim.'' İskeledeki sütuna dirseklerimi koyup uzattım. ''Babamla birlikte buraya gelirdik. Buranın o meşhur dondurmasını yerdik. Sonra da bisiklete binerdik. Çok güzel günlerdi.'' Gözlerimi kırpmadan ufuğa doğru bakıp gülümsedim. ''Yirmi üç yaşındaydım. Yani daha yeni gün almıştım. Hatta doğum günümden bir hafta sonrasıydı. Beni burada, bu adada o kadar çok eğlendirmiş ve mutlu etmişti ki, kendimi on yaşında gibi hissetmiştim.''
''Onunlayken çocuk olurdunuz yani.'' dedi bana eşlik edip. Uzun kolları ve geniş omuzları vardı. Elini omzuma atsa bedenimi saracak gibi duruyordu.
Başımla onayladım. ''Onu çok özlüyorum. Geçmişimizi tam olarak bilmiyor olsam da bir yılım onunla dopdolu geçti. Keşke şimdi yanımda olsa.'' Duygularımı ön plana çıkartmıştım artık. Yıllardır kendim dahil herkese ördüğüm engel duvarını aşmasına izin veremezdim. Kendimi toparlayıp geri döndüm. ''Geç oldu. Eve dönsek iyi olur.'' Adımlarım sıklaştıkça koştuğumu sanıyordum. Ama aslında koşmaya göre çok daha yavaştım. Peşimden geleceğini biliyordum ama kolumdan tutup durduracağını tahmin etmemiştim.
''Biraz daha...'' dedi nefes nefeseyken. ''Lütfen, biraz daha duralım. Söz veriyorum, tek kelime bile etmeyeceğim.'' Hala kolumda duran elini tutup yavaşça indirdim.
İskeleye doğru döndüm ve yürümeye başladım. Yanından o şekilde gitmem yanlıştı. Biraz da saygısızcaydı. Ama beni anladığını düşünüyordum. Aradan beş dakika kadar geçtiğinde kendimde anlatacak cesareti bulup konuştum. ''Alacağım olsun.'' diye fısıldadım. Birkaç saniye sonra yüzüne baktığımda tek kelime dahil etmeyeceğini söylediği için konuşamayacağını anladım. Yeniden söyledim. Ama bu sefer açık bir şekilde. ''Alacağım olsun. Size bir sır daha vermek istiyorum.'' Konuşmak için izin istercesine işaret parmağını göğsüne kadar kaldırdı. Güldüm. ''Elbette konuşabilirsiniz.'' dedim.
''Teşekkürler. Bir an boğulacağımı sandım.'' Buna kıkırdadım. ''Benim de size sır vermemi mi istiyorsunuz? Doğru mu anladım?'' Başımla onayladığımda devam etti. ''Tabii. Denizde yosun bende sır.'' Mantıksız konuşmuyordu ama idrak etmek için insan biraz zamana ihtiyaç duyuyordu. ''Önce ben söyleyebilir miyim?'' Kabul ettiğimde gülmemek için kendini zor tuttu. ''İlginç ve çoğu insan tarafından yadırganacak bir koleksiyonum var.'' Meraklı gözlerle ona baktığımda beni resmen reddetti. ''Sanırım devamını söyleyemeyeceğim. Ama belki bir gün gösteririm.'' Aklıma türlü türlü şeyler geliyordu ama hiçbirini kendisine yakıştıramıyordum. Aklımdan geçenlerle onda gördüğüm şey bambaşkaydı. Yalnızlığa alışan birinin yeni tanıştığı bir adamla saatler geçirmesi uzaktan bakıldığında saçma görünüyor olabilirdi. Ama aslına bakarsanız bu kötü hissettirmiyordu. ''Şimdi sıra sizde.''
''Bunun bir sır olmadığının şimdi farkına vardım.'' dedim. Onu hayal kırıklığına uğratmış olabilirdim. ''Ama hani olur ya, kimseye sakın söyleme, deriz. Onun gibi bir şey...'' Eskileri bunca zamandan sonra bir yabancıya anlatacak olmam can yakıcıydı. Fakat diğer yandan anlatırsam üzerimden bir yük kalkacakmış gibi geliyordu. En yakın arkadaşlarıma bile bu konu hakkında tek bir kelime dahil etmemiştim. Ki kendileri de babamın ölümünden sonra benden uzaklaşmışlardı. Sorun değildi. Dostluklarının kullanma tarihi geçmiş olmalıydı. ''Herkes biraz şanslıdır. Ama ne ben herkesim, ne de şanslı.'' Tek kaşını kaldırıp kurduğum bu cümleden hoşlanmışçasına dudaklarını kıvırdı. ''Hayatım babamın ölümünden sonra çok değişti. Sıfırdan başlamak derler ya, öyleydi işte.'' Beni dikkatle dinlediğini görmem benden sıkıldığını düşünmemi engelledi. Beni pür dikkat dinliyordu ve hiçte sıkılmışa benzemiyordu. ''İnsanlar şanslı oldukları kadar da bencildirler. Babamın ölmesini elbette istemezdim ama onun ölümünden sonra anladım çoğu şeyi. Nişanlıydım.'' dedim burada biraz soluklanarak. Öfkelendiğimi kendimi sıkmam ötürü boğazımda belirginleşen damardan anlayabiliyordum. Ayrıca alnımda çekilmez bir ağrı belirmişti. ''Beni babamın öldüğü gün terk etti. Birkaç hafta sonra da dost bildiğim arkadaşlarım... Onlar benimleyken şanslıydılar. Benden sonra ise bencil.''
Bana bir adım atıp yaklaştı. ''Every suicide is a bit flawed. Leave the pain behind. Yani, her intihar biraz kusurludur. Geride acı bırakır.'' Bir kitap sayfasında okuduğu repliği tekrar etmiş gibiydi. Yüreğime dokundu. ''Aklıma Flawless Suicide kitabına ait olan bu sözü getirdiniz.'' dedi. Kitabevine gittiğimde yere düşürdüğü kitaptı. ''Bence hüzünleriniz birer intihardı ve hepsi de geride acı bıraktı.'' Denizi arkama almış sütuna yaslanmaya devam ederken omuzlarımdan tutup bedenimi çevirdi. Güneş yeryüzüne inmiş, gökyüzündeki yerini ise belli etmişti. Yeni bir güne başlamamıştık. Aslında daha çok devam etmiştik. ''Anlıyorsunuz değil mi? Onlar geride kaldı.'' Cebinden çıkarttığı telefonun kamerasını açarak manzarayı ölümsüzleştirmek istedi. ''Hüzünleri intihar olarak tanımlıyorum ben. Kitapta da yazdığı gibi; Her intihar biraz kusurludur, tıpkı hüzünler gibi.'' Geriye birkaç adım atıp konuşmasını sürdürdü. ''Bence hüzün intihar etmekle eş değer.'' Hala gördüğü bu kusursuz manzarayı kaydediyor olmalıydı. Telefonu bırakması gerekirken elinde tutmaya devam ediyordu. Bakışlarımı manzaraya birkaç saniyeliğine çevirip ona baktım. ''Mutlu olmak varken neden hüzne sarılayım ki? Geçmişimi zaten hatırlamıyorum. Bir de hatırladığım kadarının beni mahkum etmesine izin veremem.'' Sözlerini kulağıma küpe yapmıştım. Böylelikle düşüncelerime yenilerini eklemiş oldum. Adımları bana doğru yaklaştığında kendimi kapana sıkışmış gibi hissettim. Az önce hüzne kapılmamayı tercih ettiğini söyleyen bu adamın gözlerinde acıyı gördüm. Ciddiyetle sözlerine devam etti. ''Kaza yaptığım araçta sevdiğim kadını kaybettim.'' İkimiz de aynı anda yutkunduk. ''Onu hatırlamıyorum. Ne bir fotoğrafı var elimde ne de başka bir şey. Hiç kimse ondan bahsetmemi istemiyor. Adını bile söylemediler, düşünebiliyor musunuz?'' Gözlerinin yaşardığını görebiliyordum. ''Sadece mezarını biliyorum. Bana sadece bunu söylediler. Bu çekip giden insanların yokluğundan daha ağır. Katlanılması güç bir durum.'' Bana içini dökmeyi ben sormadan ve hatta merak etmeden işittirmeyi tercih eden bu adam, belki de ilk defa birine hissettiklerini, düşündüklerini söylüyordu. Ya da söylemeye çalışıyordu. ''Bana her şeyi anlattılar. Doğum günü partimden dönerken yanımda da kız arkadaşım varmış. Yeni yaşıma girdiğimi ve babamın hediye aldığı son model arabayla trafiğe çıktığımı söylediler. Son model olduğunu eklemeselerdi cümle eksik ve fakir kalırdı. Olanları bir hatırlayabilsem keşke... Anlatılanlara inanmak istemiyorum. O mezara her gidişimde içi boşmuş gibi geliyor. Sanki, sanki o burada, benimle, yaşıyor...'' Ona yaklaştım. Akmak üzere olan ıslak gözlerine baktım. İrileşmiş gözlerinde bir şeyler aradım. Bana tanıdık gelen bir şeyler...
Kazanın üzerinden dört yıl geçmişti. Bu dört yılım resmen çöptü. Kendimi tanımak epey bir zaman almıştı. Bana yabancı gelen her şeyi ve hatta okumayı yazmayı yeniden öğrenmek ciddi bir zaman kaybıydı. Yirmi altı yaşında yaşlandığını kabul eden bir kadındım. Engin Bey ise benden biraz daha dinç duruyordu. Yine de gözlerine baktığımda yorgun yılların izlerini taşıdığını görebiliyordum. ''Ömrünüz boyunca peşinizden gelecek sırlar, bir gün mutlaka açığa kavuşacaktır.''
Okuduğunuz için teşekkür ederim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Mazinin Can Kırıkları •Tamamlandı•
Novela JuvenilHafsa'nın hayatı, geçirdiği trafik kazasında alt üst olmuştur. Travma sonrası gözlerini açtığında hiçbir şey hatırlamamaktadır. Çok geçmeden babasını da kaybeder. Odasında bulduğu mektup üzerine harekete geçerek evden ayrılır ve Büyükada'da yaşamaya...