Keyifli okumalar...
Sabahın ilk ışıklarını koşarak karşılamıştım. Saat beşten beri dışarıdaydım. Takriben on metre boyunda olan temsili saat kulesinin yanından geçip iskeleye doğru koşmaya devam edecekken geri döndüm. Saat altıyı yirmi geçiyordu. Çok fazla koşmuştum ve daha dünün rezilliğini temizlemem gerekiyordu. Geldiğim yolu tekrar geri döndüğümde bu defa artık koşmuyor sadece hızlı ve büyük adımlar atıyordum. Yorulduğumu yavaşladığımda anladım. Uzun zamandır koşmuyormuş gibiydim. Daha önce spor yaptığıma emindim. Çünkü gardırobumda spor kıyafetlerim vardı. Bir önceki hayatım derken başka bir boyuttan gelmiş gibi hissediyordum ama benim için üç yıl öncesi başka bir şekilde tanımlanmıyordu. Eski yaşantımda kaldığım yerden devam ettiğim söylenemezdi. Yeni bir ben vardı ve bunu ne kız kardeşim ne de annem kabullenebilmişti. Evet, yeni bir ben vardı var olmasına ama bu yeniliğe başka bir yenilik eklenmişti. Babamdan aldığım son mektuptan sonra değişmiştim. Yeni kararlar beni böyle olmaya itmişti. Neler olacağını sabırsızlıkla ve merakla bekliyordum.
Oturduğum mahalleye vardığımda yürümeyi bırakıp koşmaya devam ettim. Evime geldiğimde merdivenleri ikişer ikişer çıkıp belimdeki çantadan anahtarımı çıkarttım. İçeri girip kapıyı kapattım. Banyonun yolunu tutup kıyafetlerimi çıkarttım. Kendimi duşa attığımda büyük bir rahatlama hissettim. Bedenim gevşemiş ve beni uykuya davet etmişti. Ancak uyuma değil işe koyulma vaktiydi. Duştan sonra mor renkteki bornozomu giyip üzerimden çıkarttığım kirlileri makineye atıp çalıştırdım. Odama geçip temiz kıyafetler seçmeye koyuldum. Üşümüştüm. Titriyordum. Elimi çabuk tutmalı ve bir an önce giyinmeliydim.
Seksenler modasını andıran yüksek bel, neredeyse bol ve koyu renkteki pantolonumu yatağa bıraktım. Boğazlı siyah badiyi üzerine bırakıp iç çamaşırlarımı giydim. Hızla hazırlanırken gözüm komodin üzerindeki gece yatmadan önce yine okuduğum mektuba takıldı. Hayır, okuyacak vaktim yoktu. Ama zarf içindeki fotoğrafa çıkmadan son kez bakmak istedim. Zarftan çıkarıp masam üzerindeki çerçevenin arasına sıkıştırdım. Saç kurutma makinesini prize takıp saçlarımı kuruturken onlara baktım. Babam ve dedeme... Babamın yüzündeki tebessüm ve dedemin gözlerindeki gurur dolu bakışlar aynadaki yansımama baktığımda beni güldürmeyi başardığının ani bir şaşkınlığına kapıldım. Saçlarımı çok geçmeden kuruttum. Çekmecemden tarağı çıkarıp taradım. Mutfağa geçmeden önce deri siyah ceketimi aldım. Giydiğim sırada buzdolabından peynir ve domates çıkarttım. Olabildiğince hızlı hareket etmeye çalışıyordum. Koca güne sığdıramayacağım kadar çok şey düşünüyordum. Domatesi yıkayıp dilimledim. Poşetteki sandiviç ekmeğini alıp dilimlediğim domatesleri dizip peyniri de ekledim. Kahvaltım hazırdı. Bu bana öğle vaktine kadar yeterdi.
Evden çıkıp aynı rutin şeyleri tekrarladım. Duamı ettim ve merdivenlerden eskisine göre biraz daha enerjik bir hareketle indim. Ekmeğimden ısırıp çiğnedim. Kepenk dün olanlar yüzünden kapanmamıştı anlaşılan. Engin kapıyı kilitleyip anahtarı evde, her zaman koyduğum yere, ayakkabılığın üzerine bırakmış olmalıydı. Bu sabah evden çıktığımda nereden aldığımı hatırlayamadığımda bunu umursamadım. Kapıyı besmeleyle açıp içeri adımımı attım. Gördüğüm, daha doğrusu göremediğim şeyleri idrak edebilmek için ışıkları açtım. Yoktu. Yerde toprağa, kırılmış saksılara dair hiçbir şey yoktu. Yine bir halüsinasyon hali olmaması ümidiyle gözlerimi kırpıp tekrar baktım. Yetmedi. Dışarı çıktım, kapıyı kapattım ve tekrar girdim. Hayır, gerçekten de yerler tertemizdi. Bunu uykumda yapmış olamazdım. Geriye bunu Engin'in yaptığı hakikati kalıyordu. Elimdeki ekmeği masaya bıraktım. ''Allah'ım...'' dedim gözlerimi kapatıp. ''Beni yanlış yapmaktan alıkoy. Doğrudan şaşırma.'' Aslında tek istediğim buydu. Doğru yoldan çıkarsam geriye dönmem mümkün olmayabilirdi. ''Ben şimdi bu borcu nasıl ödeyeceğim?'' Kapıyı kapatıp kitabevine doğru adımlarımı attım. İçeriye baktığımda hiçbir hareketlilik görememiştim. Ta ki kedi ortaya çıkana kadar. Merdivenlerden çıkmaya çalışıyor olması boşunaydı. Neyse ki karşısında beliren uykulu gözünü ovuşturup diğer yandan esneyen Engin'i görünce olduğu yerde durdu. Elinde tuttuğu biberon muydu, ben mi yanlış görmüştüm? Kafasını kaldırdığında beni görünce şaşkınlıkla gülümsedi. Elimi sallayıp kapıyı açmasını istedim.
Pijamalarıylaydı ve uyku sersemi pantolonunun ceplerini kontrol eder gibi bacaklarına dokundu. Ardından üzerine... Yaptığının farkına varıp başını salladı. Beklemem için işaret ettiğinde birkaç adım geri attım. Tabelasında yazan harflere göz gezdirdim. Kitap amblemi yanında yazan kocaman yazı klasik bir fonttu.. İnce ve gölgeli harfler geceleri ışık saçıyordu. Kapının açılma sesini işittiğimde yaklaştım. Üzerine başka bir tişört giyen Engin, bu defa kendine gelmiş gibiydi. Ayrıca pantolon da giymişti. ''Günaydın.'' dedim gülümseyip. ''Rahatsız ettim, kusura bakma.''
''Hayır, hayır.'' dedi. ''Lilyum acıkmış olmalı. Miyavlamalarına uyanmıştım zaten.'' İçeri buyur ettiğinde kabul ettim. ''Bugün nasılsın?''
Omuz silktim. ''Daha iyiyim, teşekkür ederim. Sen nasılsın?''
''Uykulu ama yine de iyi.'' diye yanıtladı. Su ısıtıcısını açıp sehpa üzerindeki biberonu aldı. Lilyum'u çağırdı. Geldiğinde ise kucağına aldı. Kediyi ondan alıp yapacağı şeyi üstlendim. Beni geri çevirmeyip arkasına yaslandı.
Lilyum'u bir bebek gibi tutup çokta büyük olmayan biberonu dudaklarına götürdüm. Onunla biraz oynamak istiyordum. Büyük ihtimalle su kattığı sütü vermiş gibi yapıp geri çekiyordum. Buna kıkırdadığımda Lilyum'un bundan hoşlanmadığını fark ettim. ''Al bakalım...'' Kafamı kaldırdığımda Engin'in ikimize ilgiyle baktığını gördüm. Hemen konuya girdim. ''Selim Bey'in yapacağını hiç sanmyorum...''
Atıldı. ''Tamam, ben yaptım.'' Elini teslim olmuş gibi yapıp yeniden arkasına yaslandı. ''Konu kilit.'' Bu konu hakkında konuşmak istemiyordu belli ki. Söyleyeceğim şeyleri daha önceden nasıl anlayabiliyordu? Zihnimi okuyor olabilir miydi? Bu imkansızdı.
Israr etmeyecektim ama onun için bir şey yapmak istiyordum. ''Teşekkkür ederim.'' dedim cevap vermeyeceğini bile bile. Kediciğe gülümseyip sütünü içişini izledim. Bittiğinde ise karnını ovuşturdum. Anne sütü olmadığı için rahatsız olabilir ve hatta karşı şişebilirdi. Bununla ilgili bir yazı okuduğumu hatırlıyordum. Parmaklarım yumuşak küçük bedeninde gezinirken uyuyakaldı. Soluma döndüğümde Engin'in de aynı şekilde uyuyakaldığını gördüğümde kapana kısılmış gibi hissettim. Kediyi uyandırmak, rahatını bozmak da istemiyordum. Onu da uyandıramazdım. En iyisi sessizce Lilyum Hanım'ın uyanmasını beklemekti. Çok geçmeden uyumaktan sıkılabilirdi belki. Birkaç dakika bekleyebilirdim. Zararı olmazdı. Sırtımı yavaşça koltuğa yasladım. Etrafı incelemeye koyuldum. Bakışlarım kitabevinin birçok yerinde gezinirken gözlerimin ağırlaştığını hissettim. Engel olmaya çalışmak nafileydi. Çoktan kapanmak için hazırlardı.
*
Başımdaki hareketliliği anlamam birkaç saniyemi almıştı. Göğsüne ne zaman yasladığımı bilmediğim başımı kıpırdatamıyor olmam bir yana elim ve sırtım üzerinde duran eller beni salisede dünyadan başka bir yere götürüp geri getiriyordu. Burada böyle uzandıkça bir şeyler tuhaflaşmaya başlıyordu. Buna benzer bir anı yaşadığımı hatırlamak üzereydim. Gözlerimi kapatıp iyice düşündüm. Görüntü netleşmiyordu ama birkaç şey bana bir şeyleri anımsatıyordu. Şu an bulunduğumuz pozisyondaki gibi duran iki çift ayak, beyaz bir örtü ve pencereden içeri giren meltemin uçuşturduğu perde... Buraya kadar tamamdı ama daha fazlası yoktu. Denizin altından çıkmış gibi yine nefes aldığımda Engin uyandı. Vaziyetimizin farkına o da vardığında toparlandı. Yerimden kalkıp parmaklarımı saçlarım arasından geçirdim ve hiçbir şey demeden buradan ayrıldım.
Geçmekte olan faytonu durdurup bindim. Buradan hemen uzaklaşmak istiyordum. Aklıma gelen ilk yeri ona söylediğimde ata, ''Deh!'' diye bağırdı. Ata eziyet etmek değildi niyetim. Canını acıtıyormuşum gibiydi. Kalbim ilerlemesi için her vuruluşunda acıyordu. Bundan nefret ediyordum. Burada bisiklet, elektrikli motor ve maalesef faytondan başka bir binek yoktu. En azından benim yoktu. Neredeyse çoğu kişinin bisikleti vardı. Ama ben buna hiçbir zaman ihtiyaç duymamıştım. Evimden gerekmedikçe ayrılmazdım. Gözlerim yandığında kapattım. Çok geçmeden yaşlar ben engelleyemeden akmaya başladı. Başımın uyuştuğunu hissediyordum. Doktorum böyle bir şey yaşayacağımı söylemiş miydi, hatırlamaya çalıştım. Ancak ne yazık ki hatırlayamadım.
Milli Park'a geldiğimizde faytondan aşağı indim. İşin bu kısmını nasıl akıl edememiştim, hiçbir fikrim yoktu. Adamın benden para beklediği belliydi. ''Hanımefendi,'' dedi. ''Akşama kadar bekleyecek miyiz?'' Ona verecek ne param ne de cevabım vardı. Ceplerimi bir umut karıştırdığımda bir lira elli kuruş bulmuştum ama elbette yeterli değildi. ''Size diyorum...''
'Param yok.'' dedim kekeleyerek. Ona geri dönersek ücretini ödeyebileceğimi söylemedim. Çünkü konuşmama fırsat vermeyecek kadar sinirlenmişti. Bu tepkisi normal değildi.
''Şaka mı bu?'' dedi oturduğu yerden kalkarak. ''Ne demek param yok? Ne diye bindin o zaman?'' Kolumdan tutup sıktı. Zil sesine benzer bir ses işittiğimizde oraya baktık. Eli hala kolum üzerindeydi. ''Paramı istiyorum.'' diye tısladı dişleri arasından.
Bisikletin ayakta durması için hiçbir şey yapmadan, düşmesine izin vererek yanımıza kadar gelip bir bize bir de kolumdaki ele baktı. ''Ne oluyor?'' diye sordu Engin. Beni bisikletle takip etmişti. Asıl kaçtığım kimdi? O mu yoksa hatırlamaktan korktuğum geçmişim mi?
''Sana ne?'' diye tersledi faytoncu adam.
''Yanıma para almamışım.'' dedim gözyaşlarımı silerken. Kolumu ondan kurtarmaya çalışıyor olmam boşaydı. Kirli sakallı, dudakları arasında bitmiş sigarasını tutan iri gözlü esmer adam benden epey güçlüydü.
''Paranı alamadığın insanların canını mı acıtırsın?'' diye sordu cebine attığı elini çıkarmadan evvel. ''Ve özellikle gücün kadınlara mı yetiyor?'' Ücretin miktarını sormadan parayı uzattı. Kolumdaki ellerden kurtulmuştum. O da parasına kavuşmuştu. Önce sakallarına sürdükten sonra cebine attı. Engin'e cevap vermek üzere hazırlanırken beklemediği bir şey yaşadı. Ben de öyle... Yumruğunu adamın burnuyla buluşturacağını aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Buna gerek yoktu. Parasını aldığında zaten gidecekti. ''Bir daha o pis ellerini hiç kimseye uzatma!'' Karşılık vereceğini sanırken faytona bindiği gibi buradan uzaklaştı. Nefes nefese kaldığında bana yaklaştı. ''Hafsa...'' dedi zor çıkan sesiyle. Faytona yetişebilmek için tüm gücünü sarf etmişti belli ki. ''Neden kaçıyorsun?'' Geriye doğru adımlar atıp ardından bedenimi çevirdim ve yürümeye devam ettim. ''Bak, yemin ederim bilerek yaptığım bir şey değildi.'' İleride kayalıkların olduğu yeri gördüğümde adımlarımı sıklaştırdım. ''Uykuluyken yapmış olmalıyım. Ama bilerek yapmadım.'' Peşimden konuşarak geliyor olması beni rahatsız etmiyordu. Kaçtığım şey bu değildi. İnsanların insan dışı sergiledikleri hareketlerden biri de yanlarında getirdikleri yiyecek ve içecekleri yerlere atıyor olmalarıydı. Birkaç yerde çöp konteyneri bulunuyor olmasına rağmen inatla çöplerini yere atıyorlardı. Bu saygısızlıktı. Çevreye ve burada yaşayan insanlara yapılan bir saygısızlıktı. ''İnan bana, lütfen.'' Karşımda denizi karşıladığımda durdum. Onlarca ağaçtan birini seçip dibine oturdum. O da hemen yanıma. ''Ne sana ne de bir başkasına asla kötülük yapmam.'' Az önce adama yumruk atmasını kötülük olarak saymazsak belki de öyleydi. Kendini suçlu hissediyor olmasını anlayabiliyordum. Mesele o değildi. Mesele benim geçmişimdi. Hislerimi daha fazla bastıramadan ağlamaya başladım. O ise sustu. Bir şey diyemedi. Büyük bir ihtimalle onun bana ne yaptığını düşünüyordu. Ki yaptığı bir şey yoktu.
''Bir şeyler hatırladım.'' dedim ağlamam sürerken. ''Bu çok korkunçtu.'' Bedenimi ona çevirdim. Ağlamadan konuşmaya çalışıyordum. ''Hazır olduğumu sanıyordum. Bir şeyler hatırlarsam mutlu olurum sanıyordum ama yanılmışım.''
''Ne hatırladın?'' diye sordu.
Bunu söylemek, dile getirmek kolay değildi. Ama yine de deneyecektim. ''Bir adam...'' dedim. ''Bir adam vardı ve yanındaki de bendim. Bugün olduğu gibi, öyle...'' İfade etmeye çalışırken boğazımı temizledim. ''Uzanıyorduk.'' Beni dinlerken yüz ifadesi gayet sakindi. ''Ve karşımızda da bir perde uçuşuyordu. Belli ki yaz aylarıydı.'' Bakışlarını etrafta gezdirdikten sonra bana döndü. ''Eski nişanlım olabileceğini düşünüyorum ama onunla hiçbir zaman bu kadar yakınlaşmadık.'' İçimi bu denli dökebildiğime inanamıyordum. Bir an olsun tereddüt etmeden sözlerime devam ettim. ''Sanki o adam başkaydı.'' Artık ağlamam durmuş, geriye yalnızca ıslak gözler kalmıştı. ''Bir an onu özlediğimi hissettim. Farklı olan bir şeyler var, anlıyor musun? Babam mektubunda anlamadığım şeyler söylemiş. Benden gizlediği bir şey vardı. Ve bu gizlediği şeyin o adam olduğunu düşünüyorum.'' Ellerimle yüzümü sildim. ''Bir sonraki mektup kim bilir ne zaman gelir. Bunu asla öğrenemeyeceğim.'' Yerde bir deniz kabuğu buldu. Oradan, yani denizden buraya birileri tarafından getirilmiş olmalıydı. Elleri arasında onu tuttu ve inceledi. Beni dinlemediğini düşünüp sustum. Aramıza bir süre sessizlik girdi. Öyle ki ikimiz de sırtımızı ağaca yasladığımızda baktığımız tek şey ufuktaki denizdi. Geçmiş çokta uzak değildi. Birikmiş hatıralarımı hem öğrenmek, bilmek ve hatırlamak istiyordum. Hem de hepsinin geçmişte kalmasını ve bir daha hiç açılmamasını istiyordum. Karar vermek zordu. Aldığım yeni kararlara da şimdilik virgül koymuştum.
''Bir şömine...'' diye başladı sözlerine. ''Avuçlarım arasında tuttuğum ince ve sıcacık bir el.'' Anlattıklarını gözlerim kapalı hayal etmeye başladım. ''Kulağımda işittiğim bir kahkaha.'' Parkta birkaç kişiden başka kimse yoktu. O kimseler de bize yakın sayılmazlardı. ''Dört ay önce hatırladığım bu şey bende de kaçıp gitme etkisi yaratmıştı. Ama yapmadım.'' Gözlerimi aralayıp yüzüne baktım. Bakışlarını tek bir noktaya dikmişti ve hiç göz kırpmıyordu. ''Yani seni anlıyorum.'' Ardından bana baktığında gözünde biriken yaş yanağından süzüldü. ''Benim yapmak istediğimi yaptığın için teşekkür ederim.'' dedi. ''Bu vesileyle ben de kaçmış oldum.'' Daha fazla bir şey söylemedi. Bakışlarını yine denize çevirdiğinde oturduğum yerde biraz eğildim. Başımı omzuna yaslayıp ağırlaşan gözlerimi kapattım. Yerinde kıpırdadığında bundan rahatsız olduğunu düşündüm. Ancak o kolunu omuzlarımdan atıp ona daha çok yaklaşmamı sağladı. Buna engel olabilir, itebilir veya başka bir şey yapabilirdim ama yapmadım. Sakinleşmeye ihtiyacım vardı. İçimi sıkan mevzulardan bir anlığına da olsa kopmak ve uzaklaşmak istiyordum. ''Kader ortağım...'' dediğinde göğsünün inip kalkışını izledim. Sonra güldü.
''Neden güldün?'' diye sordum başımı kaldırıp ona bakarak.
''Hiç.'' dedi. ''Sadece biraz komik geldi.'' Yerimde doğruldum. ''Yani kader ortağı olmamız.''
''Trajikomik daha uygun bir kelime gibi.''
''Olabilir.'' dedi. ''İkimizde korkunç bir kaza geçirdik. Bir süre uykudaydık. Daha sonra uyandık ve şimdi de bir aradayız. Kader...'' Kurduğu cümlelerde haklıydı. Tam olarak böyle olmuştu. Tuhaftı. ''Beni yanlış anlamanı istemem ama yan yanayken geçmişimi yaşıyor gibiyim.''
''Belki de yaşadığımız olayların benzerliğinden dolayı...''
''Bunun dışında bir şey...'' dedi. ''Ama tam olarak ne bilmiyorum. Yine de iyi hissettiriyor.'' Gülümsemesine karşılık gülümsedim. Kuvvetli bir rüzgar saçlarımı savurdu. Yüzümü tamamen kapattığında başımı salladım. ''Bir dakika...'' Müdahale edip elini saçlarıma attı. Parmaklarıyla saçlarım ve yüzümde gezinirken gözlerimi kapattım. ''Eve dönelim.'' Gözlerimi açtığımda yüzüme olan yakınlığını fark ettim.
Birkaç dakika önce ruhunu teslim eden bir ölünün yeniden hayata dönme anı gibi etrafımda bir telaş sezdim. Bu telaş benim içimde gömdüğüm güzel duygulardı. Bu duyguların bir mezarı bile yoktu. Eştim, gömdüm ve üzerine toprak örttüm. Zaman geçtikçe toprak içe çöktü ve belki de şimdi gün yüzüne çıkıyorlardı. Kimse görmeden onları karanlık bir gecede yine gömmeliydim. Mavi gözlerini gözlerime dikmiş bakarken tek yapabildiğim karşılık vermekti. Eve dönmemizi istemişti istemesine ama ne hareket ediyordu ne de bir şey söylüyordu. Ama ben söyleyebilirdim. Bakışlarımı ondan çekip dudaklarımı ıslattım. Bakışlarımı etrafta gezdirdikten sonra yeniden ona döndüm. ''Bence de.'' Kollarımı göğsümde birleştirip ayağa kalktım. ''Hava çok soğuk.''
''Bu havada yapılacak en güzel şey film izlemek.'' dedi yerinden kalkıp. ''Ne dersin?''
''Söylemiştim, ben film izlemem.'' Israr edeceğini biliyordum. Bu yüzden yanından kaçıp geldiğimiz yolu yeniden yürüdüm. ''Bir ara buraya gelip şu çöpleri temizlemeliyim.'' dedim kendi kendime konuşup. Arkamda olduğunu biliyordum. Yine şarkı mırıldanıyordu. Kayalık taşların sonrasında parka geldiğimizde durdum. ''Hangi şarkı bu?'' diye sordum anlamaya çalışarak. ''Tanıdık geliyor.''
''Henüz kayda geçirmedim. Tanıdık gelmesi imkansız.'' Güldü. ''Şakaydı. Beethoven'nın bestesine beste yaptım.'' Yüzüme anlamadığımı belirten bir ifade takındım. ''Hakkımda dava açılmadan gidelim buradan. Hadi gel.'' Bisikletini yerden kaldırdı ve bindi. ''Ee, ne bekliyorsun?'' ''Bakalım doğru anlamış mıyım?'' Bisikletin direksiyonunu tuttum. ''Bu şeye birlikte mi bineceğiz?''
''Başka bir fikrin var mı?'' Başımı yok anlamında salladım. ''Atla!'' Yan bir pozisyonda durarak bisiklete oturdum. Saçlarımı onu rahatsız etmeyecek şekilde yana topladım. ''Hazır mısın?'' Başımı salladım. Pedallara ayağını koyduğunda sürmeye başladı. Göğsüne tamamen yasladığım bedenim kolları arasındayken güvendeydi. Bir süre sonra ıslık çalıp besteye yaptığı besteyi kötü olduğunu sandığı sesiyle kulağıma bu kadar yakınken fısıldadı. ''Bir kadın vardı düşlerimde. Adını bilmediğim, yüzünü görmediğim...'' Biraz düşünür gibi durdu. Sonra da kahkaha atarak faytonlardan birini solladı. ''Beethoven'ın bestesine beste yapmak mı?'' diye sordu kendisine sorarcasına. ''Ah, kimi kandırıyorum? Sadece devamını bir türlü getiremediğim birkaç kelimelik söz.''
''Olsun.'' dedim omuz silkerek. ''İlham perilerin bir gün düşlerine uğrayacaktır.''
''Umarım.'' Bisikleti sağa kırarken küçük bir kıza el salladı. Biraz ileride dükkanımın önünde durduğumuzda önce ben indim. Yere öylece bıraktığı bisikletinin tekerleğine ayağını koyarak biraz baktı. ''Biraz daha büyük bir bisiklet alsam iyi olacak.'' dedi. ''Veya iki kişilik bir bisiklet de olabilir.''
''Niçin?'' diye sordum anlamamış gibi yaparak.
''Bilmem.'' dedi. ''Öyle olması daha iyi olurmuş gibi geliyor.'' Dükkanımın kapısını aralarken benimle gelmesi için bekledim. Ancak o camekanda gözüne çarpan bir şeyi incelemek üzere yaklaştı. Yere çömelip dekor amacıyla satın aldığım arkasında saksı sepeti bulunan elli santimlik bisiklet dikkatini çekmiş olmalıydı. ''İçeri girmeme müsaade var mı?''
''Elbette.'' dedim geri çekilerek. Etrafa göz gezdirdikten sonra bana döndü. ''Ne oldu?'' diye sordum ona doğru bir adım atıp.
''Hiçbir şey.'' dedi omuz silkip. ''Ben sadece diyecektim ki...'' Bakışları arka bahçeye kaydığında sözleri yarıda kaldı. Boğazını temizledi ve bana baktı. ''Burayı değiştirmeme izin verir misin?''
*
Adının teklif mi yoksa soru mu olduğundan emin olmadığım o şeyin cevabını henüz verebilmiş değildim. İlk başta hayır desem de düşüneceğimi söylemiştim. Dördüncü günün sonunda balkonumda oturmuş kahvemi yudumluyorken bana hediye ettiği kitaplardan birini okuyordum. Omzumdaki şal bir süredir düşmüş öylece duruyorken düzeltmeye yeltenmedim. Rüzgar tüm vücudumu sarmışken umursamaz bir halde oturuyordum. Akşamın esintisi git gide keskinleşiyordu. Başımı sağa sola eğerek boyun egzersizi yaptığımı varsayıyorken karşı kaldırıma oturmuş, elinde olduğunu görebildiğim karton bardağıyla oyalanıp müzik dinleyen Engin'i fark ettim. Bakışlarını benimkilerle buluşturduğunda yerinden kalkıp pantolonunu temizledi. Kulağındaki kulaklığı çıkarıp el salladı. ''İyi akşamlar!''
Elimi gülümseyerek kaldırdığımda karşılık verdim. ''Sana da.'' Karton bardağını avuçları arasında sıktığında benimkine baktım. Fincandaki kahvem bitmek üzereydi. ''Gidip kendim için yine kahve yapacağım. Sen de ister misin?'' Biraz düşündü. Cevap vermesini beklemeden, ''Kapıyı açıyorum.'' dedim. Balkondan ayrılıp içeri geçtim. Oradan da kapıya yöneldim. Bir süre orada bekledim ama gelmeyince mutfağa geçtim. İki fincan çıkarıp cezveye kahveyi döktüm. Üzerine su ve biraz da şeker ekleyip ocağa bıraktım. Kapının tıklatıldığını duyunca seslendim. ''Mutfaktayım!'' Yanıma kadar çekingen bir hareketle gelen Engin'e gülümseyip, ''Hoş geldin.'' dedim. ''Kahveni nasıl içtiğini sormadım ama umarım beğenirsin.''
''Fark etmez.'' dedi elini tezgaha koyup. Biraz bekledikten sonra, ''Nasılsın?'' diye sordu. Dört gündür birbirimize selam vermek dışında pek fazla konuşmamıştık. Dükkanımın değişmesini istemiyordum. Ancak diğer bir yanımın değişikliğe ihtiyacı olduğunu biliyordum. Babamı düşünerek dekore ettiğim dükkanımdan herhangi bir değişikliğin beni üzebileceğini hesaba kattığımdan öylece kalmasının kimseye bir zararının olmayacağnı düşünüyordum. Ona bunu neden istediğini sormayı akıl edememiştim. Direkt sonucu düşünüp karar vermiştim. Daha doğrusu verememiştim. Benden hala bir cevap beklediğini biliyordum.
''İyi, ya sen?'' Kahveyi ocaktan alıp fincanlara döktüm.
''Ben de iyiyim.'' Fincanını uzattığımda aldı ve sandalyelerimden birine oturdu. Sanırım iki sandalye almış olmam beni mutlu hissettirmişti. Aramızdaki sessizlik en az üç dakika kadar sürmüştü. Sürahideki suyu bardaklara boşaltıp birini ona verdim. ''Ee,'' diye bir giriş yaptığında irkildim. ''Dedeni arama işi ne oldu?''
Omuz silktim. ''Düşüncelerim arasında sıkışıp kaldım.'' dedim. ''Onu bulduğumda soracağım soruların ne olduğunu bile bilmiyorum.''
''Soru sormak zorunda mısın ki?'' diye sordu meraklı gözlerle. ''Bence değilsin. Onu bulduktan sonra gerisi gelecektir.'' '
'Belki de...'' dedim. ''Ama yine de onun nasıl bir adam olduğunu bilmiyorum.'' Sudan bir yudum aldım. ''Babam onun beni sevdiğini mektubunda yazmış ama yine de hatırlamadığım geçmişimden şüpheliyim.''
''Yapman gereken tek şey öğrenmek için onu bulman.'' Başını salladı. ''Yapmak zorunda değilsin, değil mi?''
''Bundan emin değilim. Doğruyu söylemek gerekirse kararsızım.'' Geçmişimde bir acı olduğunu biliyordum. Ancak dedemin acılarımı nereden bildiğini bilmiyordum. Babam ona istediğim her şeyi sorabileceğimi söylemişti. Bu tüm sorularımın cevaplarını bildiği anlamına mı geliyordu? Başımı duvara yaslayıp gözlerimi kapattım. ''Onunla ilgili bir anımı hatırlasam devamı gelecek gibi ama...''
''Anıların sen istediğinde hatrına gelmez. Zorlama, sadece bekle. Hiç ummadığın bir anda bir şeyleri hatırlayacağına eminim.'' dedi umut verircesine. ''Ben öyle yapıyorum.''
''Peki işe yarıyor mu? Hatırladığın bir şeyler var mı?'' Bunu gerçekten çok merak etmiştim.
''Evet.'' dedi beni şaşırtarak. ''En son üniversitenin laboratuvarında birinin üzerine bir sıvı döküp yüzüne yumruk attığımı hatırlıyorum.'' Buna ikimiz de güldüğümüzde devam etti. ''Bunu neden hatırladığımı ben de bilmiyorum.''
''Umarım benim de buna benzer anılarım yoktur. Düşünsene, bir kızın saçlarından tutup...'' Bir an durdum. Dudaklarım az önceki şaşkınlıkla aralanırken ayağa kalktım. Benimle birlikte o da... Gözlerimi kapatıp biraz bekledim. Elim açık kalan ağzımı kapatırken güldüm. ''Hayır ya... Olamaz, değil mi?''
''Olabilir de...'' dedi bir şeyler hatırladığımı anladığında. ''Biraz daha düşün, hadi...''
Ellerime baktım. Avuçlarım arasında kalan simsiyah saçların olduğunu hatırladım. Bu saçlar bana Kamelya'yı hatırlatmıştı. ''İnanmıyorum!'' dedim yerimde zıplayıp. Kollarım Engin'in boynuna dolanırken kendimi geri çekmem için artık çok geç olduğunu fark ettim. Aradan çok fazla zaman geçmeden yeni bir şey hatırlamanın verdiği gariplikle ona biraz daha sarıldım. Gördüğüm ancak hatırlamakta güçlük çektiğim rüyayı zoraki hatırlamaya çalışıyor gibiydim. Ancak bu çok uzun sürmemişti. Yabancı bir evin yatak odasında bir adama sarıldığımı hatırlamakla kalmayıp bir de hissedince işler benim için bambaşka bir boyut almıştı. Ondan yavaşça ayrıldığımda gözlerinde biriken yaşların olduğunu gördüm. Aynısı bende de vardı ve bu akıl almaz bir durumdu. ''Yeni bir şey daha...'' dedim hala ona yakınken. Başını sallayıp beni onayladı. ''Sen de mi?'' diye sordum yanaklarımdan süzülen yaşı elimin tersiyle silerken. ''Peki mutlu musun?''
Beni yeniden onayladığında kalktığı yere oturdu. ''Çok güzeldi.'' dedi. ''Onu bir an görür gibi oldum.'' Bardaktaki suyu bir dikişte içti. ''Teşekkür ederim, Hafsa.'' Ona sarılmama sevinmişti. Belli ki yanlışlıkla yaptığım şey doğruya dönüşmüştü.
''Önemli değil.'' Fincanları evyeye bırakıp, ''Film izleyelim mi?'' diye sordum. ''Ama seçim işini bana bırakman şartıyla.''
''Kabul.'' dedi ayağa kalkıp. ''Bende mi izleriz yoksa?''
Başımı salladım. ''Dizüstü bilgisayarım var. Bence burada izleyebiliriz.'' Oturma odasına geçip zigon sehpa üzerindeki bilgisayarı aldım. Tuşa basıp açılmasını bekledim. Dizim üzerindeki yerini devredip ona verdim. ''Bildiğim kadarıyla film mısırsız olmaz. Ben mutfağa mısır kalmış mı diye bakayım.'' dedim ve dolapları mutfağa giderek karıştırmaya başladım.
Çekmeceyi açtığımda baharatların arkasından bana, Merhaba, diyen mısırı elime alıp dolaptan tencere çıkarttım. Ocağa alıp yağ ve tuzu tezgaha bıraktım. Bir yandan dedemin yanında olduğumu hayal edip soracağım soruları hazırlamaya çalışırken, diğer yandan dükkanımla ilgili vermem gereken karar ve cevabı düşünüyordum. Konudan konuya atlıyor, ne yaptığımı bilmiyordum. Ocaktaki tencerenin içine su doldurup mısır ekledikten sonra yağı dökmemin ardından geri çekildim. Dudaklarım arasından çıkan isyan sözcüğü içeriye kadar varmış olmalıydı ki çok geçmeden Engin yanımda belirdi. ''Bir sorun mu var?'' Yanıt vermemi beklemeden tencerenin içine baktı. ''Bu şekilde daha önce mısır patlatmamıştım ama bir de böyle deneyelim, ne dersin?''
''Dalga geçme, lütfen.'' dedim. ''Dalgınlıkla yaptım.''
Güldü. ''Biliyorum.'' dedi. ''Filmi sen bulmayacak mıydın? İçeri geç ve filmi seç. Ben de mısır patlatayım. Üzgünüm ama bu şeyi yapmakta üzerime tanımam.'' Tenceredeki suyu döküşünü biraz izledikten sonra yanından ayrıldım.
Bilgisayarı elime alıp tuşladım. Arama butonuna bir şeyler yazdığımı sanırken, bilgisayarın kendi arama yerine yazdığımı fark ettim. Yine bir oflama dudaklarım arasından kaçtığında yerimden kalktım. Balkona yönelip yarım kalan kapısını araladım. ''Bana neler oluyor?'' diye sordum kendi kendime. ''Yine her şeye baştan mı başlıyorum?'' Balkon demirlerini kavrayıp dudaklarımı birbirine bastırdım. ''Eğer öyleyse babam olmadan yeniden ayağa kalkmam benim için imkansız.''
Arkamdaki ayak sesinden önce onun sesini işittim. ''İmkansız olan ne?''
''Hiç...'' dedim omuz silkerek. ''Hiçbir şey.'' Elinde tuttuğu mısır tabağından birini bana uzattı. ''Teşekkür ederim.''
Boş olan eli sol elime gittiğinde onu izledim. Bedenini çevirmeden beni kendisiyle birlikte oturma odasına doğru hipnoz etmişçesine sürükledi. ''Ee, hani film?''
''Google arama butonu sandığım şu yere giriş yapmaya çalışmasaydım şimdiye kadar bir film seçmiştim ama...'' Dudakları arasından bir kahkaha çıktığında yerime oturdum. Mısırdan birkaç tane alıp ağzıma attım.
''Neler olduğunu anlatmak ister misin? Ben de o sırada film listelerine bakayım.'' Yanıma oturup bilgisayarı dizleri üzerine koydu. Mısırdan biraz aldıktan sonra yedi.
''Başa dönüyorum.'' dedim gözyaşlarımın akmaması için gayret ederken. ''Kazadan sonraki ilk hallerime.'' Bilgisayara bakmayı bırakıp bakışlarını bana çevirdi. ''Birçok şeyi aynı anda düşünüyorum ve yaptığım işleri karıştırıyorum.''
Durumum onu alakadar etmiyor olabilirdi ama karşımda bu kadar rahat görünmesini de kaldıramıyordum. Tane tane yediği mısırları yuttuğunda dudaklarını ıslattı. Bir süre yüzümü inceledikten sonra ciddi bir ifade takınarak, ''Durumumuz hafife alınacak bir şey değil. Korku ve endişelerini anlıyorum. Ki seni benden daha iyi anlayacak başka kimsenin olmadığını düşünüyorum. Eğer sen de istersen her zaman yanında olmak istiyorum.'' dedi. Saçlarımı kulağım arkasında sıkıştırarak yerimde kımıldadım. ''Belki böyle olmanı engelleyebiliriz. Sen ve ben...''
Parmağımdaki yüzükle oynamaya başladım. Yalnızlığımdan ve eski hallerimden eser kalmadığını hatırladığımda ani bir karar aldım. Böylesinin daha iyi olacağına inanarak dudaklarımı araladım. ''Biliyor musun, Engin?'' Birbirimize daha yakın olabilmek için bedenimi tamamen ona çevirdim. ''Eğer seni tanımamış olsaydım bunları yaşamayacaktım. Sessiz ve huzursuz hayatıma karıştığından beri değiştim. Gülüyorum, konuşuyorum, yeni şeyler yapıyorum... Ben bunları istemiyorum. Tuttuğum matemimi bozmana müsaade etmeyeceğim. Senin de herkes gibi olduğunu biliyorum. Belki de benimle iletişim kurabilmek için hafızanı kaybetmiş gibi yapıyorsun. Kabul etmiyorum... Seninle bir şeyler yaşamayı, diyalog kurmayı, arkadaşlık etmeyi istemiyorum. Her şey için teşekkür ederim.'' Ayağa kalktım. İşaret parmağımla dışarıyı göstererek, ''Şimdi git buradan lütfen.'' dedim.
Yerinden ağır bir hareketle kalkarak tam karşımda durdu. Uzattığım elimi aşağı indirdi. Aramızda hiç mesafe bırakmayarak konuşmaya başladı. ''Nerede olur bilmiyorum, ya bu evde yada sen gibi karanlık olan çiçek dükkanında tek başına öleceksin. Ben de yokum... Kim bilir seni ne zaman bulur da toprağa gömerler. Hafsa, hayatın gerçeklerini o kadar benimsemişsin ki alaya almayı öğrenememişsin. Babanın arkasından yas tutmayı bırak da yok ettiğin gençliğine ağla. Kalbini hangi saksının içine gömdüğünü söyle de sana son kez bir iyilik yapayım. Ya da boşver... Sen buna bile değmezsin. Hoşça kal...''
*
Mürdüm rengi perdelerim odadan içeri giren ışığa engel oluyordu. Oturma odasının kapısını kapatıp kilitlediğimi unutmuşçasına zorla açmaya çalışmamdan çabucak vazgeçip sehpa üzerindeki bardakta kalan son su damlasını hüpleterek içtim. Şarjı bitmiş bilgisayarın ekranını yarım kapatarak koltuğa bıraktım. Üzerindeki gül yapraklarını toplayıp avuçlarım arasına aldım. Sehpa üzerine çıkıp kollarımı havaya kaldırdım. Gül yaprakları başımdan aşağı dökülürken kıkırdadım. Bornozumun kemerini çözüp atlet ve şortumla ısıttığım kendimi üşütmeyi göze alarak çıkarttım. Üzerinde bulunduğum sehpada benimle birlikte duran, kendini boşluğa bırakmak üzere olan boş cam şişeye iyilik yapma gereksinimi duyduğumda eğildim ve uzandım. Ona biraz bakıp acı bir gülümseme yolladım. ''Şimdi sana ne olacak, biliyor musun?'' Beni anladığını varsayarak şişeyi salladım. ''Ben gibi paramparça olacaksın!'' Duvarı hedef alıp yanlışlıkla pencereden dışarı fırlattığım şişenin parçalara ayrılma sesi camın kırıldığını bana unutturmuş ve mutlu etmişti. On beş gündür ne yediğimi, ne yaptığımı umursamıyor oluşumu da umursamıyordum. Ara ara duşa giriyor, biraz ağlıyor ve yalnızlığımın tadını çıkarıyordum. Yere dökülmüş çikolatanın yenilebilir olma fikrine şizofrenik bir şekilde kapılmışken kapının ziline eşlik eden vurma sesleri bana birinin kafasını yardığımı düşündürse de rahat bir şekilde oturma odasının kapısını ağır ağır kilidi çevirerek açtım. Üzerimin ne durumda olduğunu diğer şeyler gibi umursamadım. Kilitli dış kapıyı da açarken esnedim. Gün ışığı gözlerimi acıtırken hemen ellerimle gözlerimi kapattım. Kendime gelirken karşımda şaşkınlıkla bana bakan adamı fark ettim. Birbirimize bir müddet baktıktan sonra kahraman olmak istedim ve hem onu kendimden hem de beni ondan kurtararak bakışlarımı kaçırdım. ''Eğer buraya,'' Parmaklarımı tek tek eğerek devam ettim. ''Balıklar, kitaplar ve plak için geldiysen git. Sonra hepsini paket yapıp getireceğim. Yalnız balıklar ölü. Kızartmak istersen...'' Beni karnımdan tutarak içeri aldı ve kapıyı kapattı. Çelik kapı ve onun arasında kalan bedenimi salarak rahatlığımı sürdürdüm. ''Yoksa hoşça kalamadığımı görmek için mi...'' Eli dudaklarım üzerini kapatırken gözlerime diktiği gözlerine baktım. Benden uzaklaşıp oturma odasına geçti. Kapıyı yavaşça araladığı gibi yüzüme baktı. ''Kusura bakma, ev biraz dağınık.'' Güldüm. Bu gülüş daha çok kahkaha atmaya benziyordu. ''Oturacak bir yer bulursan otur. Mutfağın yerini biliyorsun. Sandalye alıp...'' Sözümü yarıda kesti.
''Yeter!'' dedi kolumdan tutup beni kendine çekerken. ''Bu halin ne?''
Yine bir kahkaha patlatırken gözlerini devirdi. ''Bir yer seçtim. Bu evi... İçinde öleceğim. İnsanların beni yıllar sonra bulacağı bu mahzende pinekliyordum. Merak ettiysen bir şeyler yedim. Bayatlamış ekmek dilimleri, limon suyu ve biraz da ateş düşürücü şurup içtim... Bugün kaçıncı gün? On üç mü? Yok, yok... On beş gündür bunlarla besleniyorum. Az önce de yere dökülen çikolatayı yiyecektim. Sen de ister misin?''
''Alkolikler gibi konuşuyorsun.'' dedi yüzünü buruşturup. ''Lanet olsun!'' Kolumu tutmayı bırakıp yatak odama doğru yöneldi. Peşinden bir kanguru misali zıplayarak gidiyordum. Gardırobumu açıp bakındı. Bir tişört ve pantolon seçip bana uzattı. ''Şunları giy.''
''Böyle iyiyim.'' dedim kıyafetleri elime alıp. ''Bence bunlara ihtiyacı olan başka insanlar vardır.'' Pencere kanadını açıp aşağı atmak için yeltendim. Fakat beni durdurdu. ''İyilik yapmaya çalışıyorum, bırakır mısın?'' Kolumu ondan kurtardım. ''Biraz önce de bir şişeyi yanlışlıkla da olsa özgürlüğüne kavuşturarak iyilik yaptım. Sıra bunlarda...
''Başını salladı. ''Sen delirmişsin. Aşağıda onları alacak hiç kimse yok. Orası senin bahçen.''
''Sen kendini akıllı mı sanıyorsun?'' dedim gülüp. ''Onları alacak birileri mutlaka gelecektir. Belki bir kedi alıp genç ve yalnız bir kadının evinin önüne bırakıp kaçacak, nereden biliyorsun?''
Pencereyi kapatıp elimdeki tişörtü başımdan geçirdi. Kollarımı sırayla aynı şekilde yaparak geçirirken yüzüme bakıyordu. Belime elini koyup şortumun lastiklerinden tuttu. İki parmağı şortun bacaklarımdan aşağı süzülmesine izin verecekken ellerini tuttum. ''Yapma...'' diye fısıldadım yüzü bana yakınlık gösterirken. Gardırobun kapısına yasladığı bedenimi ezbere biliyormuşçasına kavradı. Nefes almayı durdurup yüzüne, bilhassa gözlerinin içine bakmayı sürdürdüm. Şort artık benimle değildi ve bu beni utandırmayı başarmıştı. Yanaklarımın yandığını hissediyordum. Gözlerimden başka bir yere bakmayışı güvende olduğumu hissettirse de bunu yapanın o olma gerçeğini değiştirmemişti. Pantolonu bana verip odadan çıktı ve kapıyı kapattı. Orada olduğunu biliyordum. Artık ağır vasıtalığı bırakmıştım. Hızla giyinip kapıyı açtım. Yüreğimin çılgınca atmasına sebep olan iki dakika yeniden yaşansaydı hayır demezdim.
Karmakarışık bir hale sokan bu hissin beni resmen tekme tokat dövüşünden hoşlanmıştım. Evet, dediği gibi belki de delirmiştim. Mutfağa doğru yöneldiğinde onunla birlikte ilerledim. Dolapları kurcaladı. Buzdolabına bakındı. Çekmecelere varana kadar her yere baktı. ''Lanet olsun, Hafsa!'' diye bağırdı bana, kendi evimde, yalnızlığın bana iyi geldiğini sandığım dört duvar arasında kaldığım evde... ''Hepsi benim yüzümden.'' Başını salladı ve günlerdir kapalı olan penceremin kanadını araladı. İçeriye giren ada kokusunu içime çektim. ''Sana o sözleri söylemeden buradan gitmiş olsaydım her şey daha iyi olabilirdi. Allah'ım, ben ne yaptım?'' Kendini suçluyor olması o kadar saçmaydı ki güldüm. Bunu isteyen bendim. Gitmesini isteyen ve o sözleri hak eden yine bendim. ''Özür dilerim.''
''Saçmalıyorsun.'' dedim gülmemi sürdürürken. ''Bunların olmasına ben sebep oldum. Zaten yaşamıyordum ki? Benim için bir şey fark etmiyor. Yalnızca kendime işkence ediyorum ve bundan zevk alıyorum... Git o renkli hayatını yaşa. Beni yalnız bırak.''
''Sen bana karıştıktan sonra başka bir renk katamadım, ne kendime ne de hayatıma...'' Yüzüme konan eli yer değiştirip soğuyan elime gitti. ''Gitmemi istersen yine giderim ama seni bu halde bırakamam.''
Elimi ondan kurtarıp çelik kapımı açmak için koştum. ''Git, Engin! Bende barınamazsın. Beni kendine katamazsın. Karanlığım ben, unuttun mu? Aydınlık tarafından vazgeçme. Git.''
''Gidemem.'' dedi. ''Hatamı telafi etmeliyim.'' Kapıyı kapatıp kilitledi ve anahtarı cebine attı. Almak için pantolon cebini kavramaya çalışıyor olmam utanç vericiydi, biliyordum ama başarmış ve anahtarı elime alabilmiştim. Çıkarttığımda işim sona erecekti ama o bırakmam için ısrar ediyordu. ''Çek elini!'' Bir elimi gömleğinin yakasına koyup tuttum. ''Seni ikna etmeden bu evden çıkmayacağım.''
''Gerekirse seni pencereden dışarı atacağım ama asla ikna olmayacağım.'' Cebinde duran elimi çektim. Mutfağa gidip bir bardak su içtikten sonra buzdolabını açtım. Birkaç adet zeytin ve tarihi geçmiş sütü çıkarıp tezgaha bıraktım. Zeytinden bir tane alıp çiğnedim. Su içtiğim bardağa sütü doldururken Engin yaptığım eyleme engel oldu. ''Buna da karışmayacaksın herhalde, değil mi?''Kutunun üzerindeki tarihe bakıp gözlerini irileştirdi. Ardından çöpe atıp bardaktaki sütü evyeye boşalttı. Elimi sımsıkı tutup beni evden çıkartmak için çabaladı. Çırpınışlarım faydasızdı. Kendimi dışarıda bulduğumda içeri girmek için artık çok geç olduğunu fark ettim. Anahtar ise hala ondaydı. Gelen faytonu durdurup önce benim binmem için geride bekledi. Direniş beni olduğundan daha çok yoruyordu. İkiletmeden binip oturdum. Kısa süre sonra bir pastahanenin önünde durduk. Elimi kaçmamam için tutuyor olabilirdi ama bu beni rahatsız etmiyordu.
Kaçmayı tercih edip kendimi biraz daha yoramazdım. ''Bize iki çay ve...'' Bana döndü. ''Ne yersin?'' Omuz silkip kararı ona bıraktım. ''İki ayrı porsiyonlarda birer poğaça, açma, simit ve ayçöreği lütfen.'' Garsonu durdurdu. ''Börek de ister misin?''
Kıkırdadım. ''O kadar aç mı görünüyorum? İnan bana bayat ekmekler günlerdir kendimi tok hissetmeme sebep oluyor.''
Garsonun anlamsız bakışkarına maruz kalmam beni değil Engin'i kötü hissettirmiş olmalıydı ki ona gitmesini söyledi. ''Biraz daha bağırsaydın ya...''
''Olur.'' dedim derin bir nefes almadan önce. ''Ben on beş gündür...'' Engin yanıma gelerek beni susturdu. Anlaşılan yemeğimizi karşılıklı değil, yan yana yiyecektik. Şizofrenik hallerimden kurtulmayı başarabilseydim biraz daha ciddi olabilir ve hüznümü içimde adam akıllı yaşayabilirdim ama sanırım depresyonda olmamın en kötü göstergesi böyleydi. ''Tamam, tamam. Sustum.''
Bir süre sonra siparişlerimiz masaya konulduğunda garson gidene kadar sakinliğimi korudum. Ama sonra kesilen parça poğaçaları teker teker ağzıma atmaya başladım. Çayıma beş şeker attığımda Engin beni yalnızca izlemeye başladı. Müdahale etmeyi düşünmüş müydü bilmiyordum ama bunu yapmadı. Sakince çayına iki şeker atıp karıştırdı. Simidi iki parmağı arasında tutup ısırdı. Bir an yemeyi bırakıp onu izlemeye koyuldum. Gözlerim boynundaki doğum lekesine kaydığında dikkatlice baktım. Kalp şeklindeymiş gibi bir benzetme yapmam beni güldürmüştü. ''Neye bakıp gülüyorsun sen öyle?'' Oturduğum yerde aşağı kayıp başımı zümrüt yeşili koltuk sandalyeye yasladım. Gözlerimi kapatıp düşündüm. ''İyi misin?'' Onu başımla onaylayıp daha önce doğum lekesi olan birini hayatıma alıp almadığımı hatırlamaya çalıştım. Olmamıştı. Hatırlayamamıştım. ''İnsanlar bize bakıyor.''
''Kimin umurunda?'' diye sordum hadsizce.
''Benim umurumda, Açelya.'' Çayından bir yudum aldı.
Tabağındaki poğaçadan birkaç parça alıp devam ettim. ''Bana o isimle hitap etme.'' Tabağından aşırdığım poğaçalar için herhangi bir şey dememişti. ''Annemi hatırlatıyorsun.''
''En azından birini hatırlatıyorum. Daha ne istiyorsun?''
''Bana kötü şeyleri hatırlatmak senin için büyük bir zevk haline gelecek anlaşılan.'' dedim ayçöreğini alışılmışın biraz dışında yiyerek.
Arkasına yaslandı. ''İyi olmanı istiyorum. Bu yüzden sana kötü anıları hatırlatacak hiçbir şey yapmayacak ve söylemeyeceğim.'' Buna gülmek isterken öksürdüm. ''Yavaş ve tane tane yer misin? Boğulacaksın.''
Ağzımdaki bitince çaydan bir yudum aldım ve ona döndüm. ''Beni bu kadar düşünüyor olman duygulandırdı. Rica ediyorum kes şunu.''
Hiçbir şey demeden tabağımı bitirmemi izledi. İkinci bir çayı istememizin beş dakika sonrasında karnımı güzelce doyurmuştum. Bu kadar çok acıktığımın farkında değildim. Mekandan ayrılırken aşırdığım ıslak mendillerin birçoğunu benden alarak yerine bıraktı. ''Bir tane yeterli.'' Elimi yine tutup iskeleye doğru yürüdü. ''Tam olarak tanımadığım seni artık hiç tanıyamıyor olmak berbat.''
Denize bakan bakışlarım onunkilerle buluştuğunda dudağım kenarında kalan o şey her ne ise temizledi. ''Eski seni geri döndürmek için ne yapacağımı bir bilsem...''
''Ben biliyorum.'' dedim hala tuttuğu elimi ondan kurtararak. ''Beni azat et.''
Gülümsedi. ''Bu kelimeyi nereden öğrendin?''
''Geçmişte.'' İkimiz de güldük. Hemen yanımdaki balık tutan amcaya rahatsızlık vermemek için ona doğru yaklaştım. ''Geçmişte kullanmış olmalıyım.''
''Zamanlar arasında gezen iki maceraperest olabilir miyiz, peki?'' diye sordu yüzüne çarpan güneş gözünü kısmasına sebep olduğu sırada. ''Geçmiş ve gelecek arasında sıkışıp kalan fantastik karakterler...''
''Bunu sevdim.'' dedim. ''Olabiliriz.'' Gelip geçen turistlerin git gide arttıklarını görmek içimi aniden sıkmıştı. Artık kalabalığa gelemiyor, belli ki sıkılıyordum. ''Daha sakin bir yere gidebilir miyiz? İntihar edebileceğim bir yer olursa sevinirim.''
''Hay hay!'' Yine elimi tuttuğunda çekiştirdim. ''Özellikle son cümlenden sonra seni başı boş bırakamam. Deli olduğuna ikna olur gibiyim artık.''
''Zaten öyle olduğumu söylememiş miydin?'' dedim. ''Çok komiksin.'' Biraz ilerideki boş banka oturduk. ''Kendimi şey gibi hissediyorum...'' Söylemek istediğim doğru sözcüğü biraz düşündüm. Parmağımı şıklatıp devam ettim. ''Mahkum...'' Yüzüme anlamsız bakışlar attığında açıklama ihtiyacı hissettim. ''Elimi tutuyorsun. Bir yere gitmeme izin vermiyorsun. Üstelik intihar girişimlerime engel olacağının tehdidini savuruyorsun.''
''Birincisi seni tehdit ettiğim yok. İkincisi gitmen için izin verirsem seni bir daha göremem. Ve son olarak elini tutuyorum çünkü...'' Burada biraz bekledi. Dudaklarını ıslatıp devam etti. ''Elini sadece senin iyiliğin için değil, kendim için de tutuyorum.'' Nedenini sormak için hazırlanırken yöneltmediğim sorunun cevabını verdi. ''Bu el benim kader ortağımın eli. Daha öncede hiç kimsede olmadığı kadar kendimi huzurlu hissetmeme sebep olan bir el.''
''Ama bu senin aksine beni huzursuz ediyor.'' dedim fısıldarcasına çıkan sesimi ona duyurabilmek için çabalarken. O sırada tuttuğu eli geri çekti. Benim huzurum için kendi huzurundan mı vazgeçmişti? Peki benim onu huzursuz edişimden ötürü ben de huzursuz olacak mıydım? Aklımda dört dönen tilkiler bu durumu fırsata çevirmemin sinyali verseler de kararsız kalmıştım. Şimdi buradan gücüm yettiği kadar koşup, nefesim tıkanana kadar ilerlemeliydim. Belki bu kendimi buz gibi denize atana kadar, belki de kazayla da olsa bir faytonun bana çarpmasıyla bu koşuş sona erebilirdi. Fakat bu şimdilik sadece bir düşünceden ibaretti. Bacaklarım hareketlendiğinde o da yerinden kalktı. ''Bugünlük bu kadar yeter. Ben eve gidip kaldığım yerden devam edeceğim. Sakın peşimden gelme.''
O bir şey demeden yanından ayrılmak üzere bedenimi çevirmiştim ki Engin tarafından hızla durduruldum. ''Azat edildin.''Okuduğunuz için sonsuz teşekkürler. Yorum yapmayı unutmayın! Seviliyorsunuz...
Instagram : ebruilterrinkitaplari
Facebook : Ebruilterr'in Kitapları
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Mazinin Can Kırıkları •Tamamlandı•
Teen FictionHafsa'nın hayatı, geçirdiği trafik kazasında alt üst olmuştur. Travma sonrası gözlerini açtığında hiçbir şey hatırlamamaktadır. Çok geçmeden babasını da kaybeder. Odasında bulduğu mektup üzerine harekete geçerek evden ayrılır ve Büyükada'da yaşamaya...