2. Kısım *"Peki, yapalım!"*

34 10 8
                                    

Ülkeye ilk geldikleri vakit babası oturacakları bir ev alıp, dayayıp döşedikten sonra kalan parayla Karşıyaka'da henüz projelendirilen sitelerden bir adet daire edinmişti. Hem de çok komik bir fiyata. Zaman geçtikçe daire değerlenmişti tabii. Neredeyse altı yüz bin ediyordu. Mustafa'nın derdi de onu sattırmaktı. Babası ilk etapta bu işe epey olumlu baktı. Fakat sonra kime sorup danıştıysa, satmaktan vazgeçti. Sırf bu yüzden Mustafa'yla defalarca kez tartıştılar. İlişkisini ve geleceğini kurtarmak isteyen genç adam babasına şöyle dedi "Öldüğünde zaten o ev bana kalacak ama o zaman iş işten geçecek tabi! Yemin ederim, o gün mezarına işeyeceğim.!" Mustafa gibi bir çocuğa hiç yakışmayan sözlerdi bunlar. Zavallı babanın kalbi kırılmıştı, tapuyu oğluna verirken yüzüne bile bakmadan, "Git kime satıyorsan, sat! Sonra da nereye defolup gidiyorsan git!" demişti. Mustafa o gün babasının sigarayı tutan elinin nasıl titrediğini ömrü boyunca unutmadı.

Kurnaz emlakçı evi kısa sürede satmayı başardı. Bu süreç içinde ise olanları ve olacakları Helen ile konuşmuştu. Annesiyle her gün Mustafa için tartışan kızın durumu berbattı. Şiddeti gittikçe artan kavgaların bir nihayete ermesini istiyordu. Telefonda hıçkırarak, "Gidelim Mustafa'm" demişti. "Sen nereye istersen ben oraya gelirim. Ve bu anne dediğim lanet kadın umurumda olmaz, babacığım çok üzülür ancak zamanla o da anlar beni." görüşme bitince Mustafa dudaklarını sıktı, yanağından kayan ince bir yaş çenesinde eriyip gitti. Neden her şey bu kadar meşakkatli olmak zorundaydı? Onun yaşıtları için hayat çok basit ilerliyordu. Okullarını bitirip, herhangi bir eş bulup evlenip gidiyorlardı. Onların aileleri de bir şeye ses etmiyordu ne güzel.

Babasından helallik alamadan ayrılacağını biliyordu. Ama yaşlı adam bir türlü anlamıyordu işte. Bu iş bir kurtuluş yoluydu. Elli bin liraya yakın parayı annesine bırakıp gitti. Helen'in biletini de o almıştı. Önce Mustafa indi Birleşik Krallığa iki saat sonra da Helen. Helen geride babası için uzunca bir mektup bırakmıştı, annesi içinse tek bir veda kelimesi yoktu mektupta. "Merak ettiğinde ara babacığım" diyordu "ama sakın gelmeye kalkma. Ben artık Mustafa'ya aitim." Öfkeli baba, baştan beri karısının kızına bu denli yüklenmesine nasıl müsaade ettiğini düşündü. Saatlerce sesi kısılana kadar eşine bağırdı ve onu suçladı. Aptal kadın ağzını açıp tek cümle kuramadı. Kuramazdı da! Hakikaten bu olanlar neredeyse tümüyle onun hatasıydı. Biraz makul davransa, gençleri köşeye sıkıştırmasa. Her şey daha düşük nabızda seyredecekti belki de. Hala daha Mustafa'ya duyduğu içi boş öfke ile kendi kendine söylenmekten geri durmuyordu ya. Cahillik işte!

Rıza ile Mustafa planladıkları işi yapmaya başladılar. Bazı hususlarda yasalar gereği sorunlar çıkmış, ürün çeşitliliği tam hayal ettikleri gibi olmamıştı ama yine de kazanıyorlardı. Helen ile Mustafa ilk haftada daha resmi olarak evlenmişlerdi. Bu "çok sade" nikahın ikisi üzerinde olumlu ya da olumsuz bir tesiri olmadı. Düğün vs. tarzı merasimleri ikisi de sevmediği için, herhangi bir şeyden mahrum kaldıklarını düşünmüyorlardı. Bunların yanı sıra Mustafa'nın orta seviyede bildiği İngilizce kısa sürede gelişme göstermişti. Helen'e gelirsek, babasının yönlendirmesiyle çocukluğundan beri dil kurslarına gidiyordu zaten, Yunanca ve Türkçe ana diliydi. Kursta öğrendiği İngilizce de epey iyi seviyedeydi. Bizim Yunan Tanrıçası İngilizlere çabuk alışmıştı anlayacağınız.

Genç çift şehri sık sık keşfe çıkardı. Abbey Park'ta derin sohbetlere dalıp yürüyüş yapar, sonra şehrin farklı bir noktasında beğendikleri bir Pub'da bira yudumlar, ardından evlerine dönerlerdi. Helen bu yürüyüşler sırasında sigara tüttürmeyi çok severdi. Zaten Mustafa onu bildi bileli Helen sigara kullanıyordu. Çocukluğundan beri sigara içmemiş olan Mustafa, bir gün Helen'in ince parmaklarının arasındaki izmarite bakıp şöyle demişti. "Allah aşkına! O pamuk ellerine bu derece yakışan bir şey nasıl olurda sağlığa zararlı olabilir ki. Ver bir tane de ben yakayım."

Bir akşam yine gözlerine kestirdikleri bir Pub'a oturmuşlar, içerideki herkes gibi heyecanla dev ekrandaki maçı izliyorlardı. Mustafa kapıdan giren Leicester formalı iki çocuğu fark etti. Boş masa var mı diye çaresizce bakınıyorlardı. Mustafa yer olmadığını bildiği için genç adamları masasına davet etti. Zayıf olan hızla masalar arasından geçip Mustafa'nın burnunun dibinde bitiverdi. Diğeri ise kilolu bir çocuktu. O da ite kaka çıktığı kalabalığın içinden gelip masanın başında durdu, kan torbası yanaklarıyla gülümsedi. Minnettar bakışlarla kendilerini tanıttılar. Kilolu olanın Adı Donnie'ydi. Diğerininse Colin. Leicester Üniversitesi'nde arkeoloji okuyorlardı. Duvar dibinde koltuğa kurulmuş olan çiftimiz sıkışarak yeni tanıştıkları arkadaşlarına yer açtılar. Donnie'nin poposu neredeyse dışarıda kalmıştı ama halinden memnundu. O gece maçı keyifle izleyip sohbet ettiler. Gecenin sonunda birbirlerine numaralarını verip vedalaştılar. Böylelikle Mustafa Birleşik Krallık'taki ilk dostlarını edinmişti. "Amma düzgün adamlar." dedi arkalarından. "Evet, çok saygılılar." diyerek doğruladı Helen.

Aradan birkaç ay geçmişti. Muhasebeciyle geçen can sıkıcı görüşmenin ardından, Rıza Mustafa'yı kenara çekip, yeni bir işten bahsetti. Çünkü market artık kazandırmıyordu. Bulundukları bölgeye onların konseptine benzer iki market daha açılmıştı. Ürün çeşitleri daha fazlaydı. Ve genellikle yerli ürünlerdi. Açıkçası İngilizler Ege yöresinin tatlarına pek ısınamamışlardı. Rıza'nın kurtuluş planı şöyleydi. Market tümüyle zarar etmeye başlamadan elden çıkaracaklar, ellerine geçen parayla bar açacaklardı. Rıza her şeyi ayarlamış gibiydi, barın açılacağı mekan, iç mimar, alınacak mobilyalar, ışıklandırma ve ses sistemleri... Hepsi Rıza'nın o çok geniş çevresince çözülecek şeylerdi. "Dükkanı ben tutacağım, başlangıç için alkollü ve alkolsüz içecekleri de ben karşılayacağım. Yemek vs. mutfak ihtiyaçlarını da tabii. Mimarı, mobilyayı, döşemeyi, ne bileyim ışık-ses mevzularını vs. onları da sen karşılayacaksın."

Mustafa gözlerini Rıza'dan ayırıp, yerde herhangi bir noktaya dikti, cevap vermedi. Sessizliği bozmak için işin ne kadar kârlı olduğundan falan hızlıca bahsetti Rıza. Her şeyi o kadar basitmiş gibi anlatıyordu ki. Sanki elinde para olsa on dakika içinde açacaktı barı. "Senin yapacağın yatırımın benimkinden fazla olduğunun farkındayım, ama bana hak veriyorsundur eminim. Fikir bana ait ve aynı zamanda burayı bilen benim, işleri halledecek çevreye sahip olan da... Hem müşteri çekecek olan da benim. Yani Mustafacığım, hal böyleyken doğal olarak benim yatırımım daha küçük olmalı. Öyle değil mi?"

"Öyle değil! .mına kodumun çocuğu!" diye haykırmak geldi içinden. "İzmir'de bana vaat ettiğin iş bize iki yıl içinde milyon kazandıracaktı. Şimdi gelmiş satalım diyorsun! Madem kaybetme ihtimalimiz vardı neden o kadar kesin konuştun!" diyerek yumruklamak istiyordu karşısındaki kurnazın yağlı suratını. Ama eli kolu bağlıydı. Memlekete dönemezdi. Hem babasının yüzüne bakamaz hem de Helen'le ilişkisi çok zor bir sürece girerdi. Yine bir mücevher mağazasında çalışmaya başlayıp, bir yandan evi geçindirip, diğer yandan babasına olan borcunu ödemesi imkansızdı. Babası ona para pul sormazdı gerçi, ama o ödemek zorundaydı. Aksi düşünülemezdi. Hem ödeyecek olsa bile bu geri dönüş tam bir kaybediş olacaktı. Babasının sözüne gelmiş olacaktı. Babasına sarf ettiği cümleler saliseler içinde geçti aklından. Yüreği bir kez daha burkuldu."Affet beni baba." dedi kendi kendine. "Hata ettim." Bu işin dönüşü yoktu artık. Çatık bakışlarını Rıza'ya döndürerek.

"Peki!" dedi "yapalım..."

"

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
KAMAROTHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin