"Bugün pek müşteri yoktu, ben de Bbc Earth'de bir belgesel izledim. Köpeklerin muhteşem özelliklerinden bahsediyordu. İnsanlarla olan ilişkileri vs... Kadının biri bir hikaye anlattı ki hayretler içinde kaldım!"
Helen kaşlarını çattı, şimdi daha bir dikkatle dinliyordu kocasını. Mustafa devam etti,
"Kaliforniya eyaletinde bir kadının, sürekli beraber zaman geçirdiği, çok sevdiği bir köpeği varmış. Köpek birden buna yabancı gibi davranmaya başlamış. Artık kadınla hiç oynamıyormuş. Sahibiyle geçirdiği zamanı bırak, normal zamanlarda da evin bir köşesinde mutsuz biçimde öylece uzanıp durmaya başlamış. Kadın bu duruma çok üzülerek köpeği veterinere götürmüş. Gariptir ki köpekte hiçbir soruna rastlanmamış. Birkaç ay sonra kadının akciğer kanseri olduğu ortaya çıkmış. Tedaviye hemen başlamışlar. Neyse ki kadıncağız kanseri yenmeyi başarmış. Köpeğe gelecek olursak, kadın kanserden kurtulduktan sonra o da eski keyifli haline birden dönüvermiş. Sürekli kadının etrafında dönüp oyun isteyen, sahibini çok seven şımarık bir köpek düşünsene sevgilim! Resmen hissetmiş kadının hastalığını, hem de doktorlardan önce... Hissetmiş demem yanlış olur çünkü köpekler kanser hücrelerinden yayılan biyokimyasal kokuları alabiliyorlarmış..." Helen araya girerek "Müthiş! Çok şaşırdım! Köpeğin hücrelerden yayılan kokuyu alması ayrı bir olay, sahibi hasta diye birden bunalıma girip, kadın düzelince bunalımdan çıkması apayrı bir olay. Nasıl bir bağlılık bu!" dedi. Etkilenmiş görünüyordu. "Ne kadar aciziz değil mi?" dedi Mustafa "Yaratıcı bizi hayvanlara göre çok daha farklı donanımlarla yaratmış zeka açısından bakarsak. Ama o kıymetli zekamız ile ürettiğimiz teknolojimiz, canlılar üzerindeki kibirli egemenliğimiz bir köpeğin koku alma duyusu kadar işe yaramıyor. Aslına bakarsan bir şeye egemen olduğumuz falan da yok. Önceki nesillerden öğrendiğimiz birçok bilgiyi kendi egomuzu doyurmak dışında hiçbir şey için kullanmıyor veya geliştirmiyoruz. Ekonomiden veya maddi şeylerden söz etmiyorum. Onlar zaten külliyen insan nefsi üzerine kurulu. En basitinden sanat tarihine bak mesela. Bir nesneden ya da ağzımızdan ses çıkarmayı, iletişim için keşfetmiştik. Ama sonra bizi eğlendirebilsin diye veya hüznümüzü anlatabilsin diye melodiler geliştirdik. Oysa ki bir köpek üzgünken yeni bir şarkı bestelemez, bir kenara kıvrılıp gözlerini yere diker, sessiz kalır. En fazla acıyla ulur. Öyle değil mi? Bak yine insan kendi egosunu beslemiş oluyor... Sonra farklı sesler çıkarmak için daha komplike nesneler ürettik. Bunlara enstrüman ismini verdik. Üretilen enstrümanların kullanım şekillerine göre yeni ustalıklar ve tabii ki yeni yetenek seviyeleri belirledik. Bir insanın diğer bir insandan üstün gelmesine yarayacak bir alan daha bulmuş olduk yani. Bak yine insan egosu..." Helen heyecanla araya girdi,
"Ama insan keşif yapan ve sürekli gelişen bir varlık. Sen tüm buluşları, sonra ne bileyim, binlerce yıllık bilgi birikimimizi falan insan egosuna bağlıyorsun. Pek mantıklı gelmedi bana."
"Belki de sen haklısın. Ama şöyle düşünsene. İkimiz çok eski bir zamanda yaşıyor olsaydık. Şöyle bir hayal et; para icat edilmemiş, sanayi devrimi gerçekleşmemiş, ne bileyim o kariyer senin bu kariyer benim diye kimse kudurmaya başlamamış... Ege'nin herhangi bir kıyı şeridinde kendi elimizle yaptığımız küçük kulübemizde mutlu mesut yaşıyor olacaktık. Balık tutar, zeytin toplar karnımızı doyururduk. Şarap üretir sarhoş olurduk. Her gece de tertemiz gökyüzünün altında deliler gibi sevişirdik." Duydukları Helen'i mutlu etmişti, bakışlarını bir noktaya dikip umutla gülümsedi. Mustafa gözlerini irileştirerek "Veee!" dedi, "İnsanoğlunun son keşfi, kurumsallaşmak! Tüm küçük işletmeler büyümek ve zincir haline gelmek için canını dişine takıyor. Tüketicinin gözünde kocaman güvenilir bir isim olmak. Aynı isimle açılmış farklı şehirlerde ki mağazalara hükmetmek. Fethettiği kalelerin duvarlarına kendi bayrağını asan fatihler gibi, marka logolarını her coğrafyada vatandaşın gözüne sokmak... Ve tabii ki tarihten de gördüğümüz gibi yapılan her büyük hareketin doğurduğu bir fikir vardır. Peki hayatım, bu kurumsallaşma hareketinin doğurduğu fikir ne biliyor musun?" Helen "Ne?" der gibi baktı.
"Müşteri memnuniyeti!" dedi Mustafa iki elini birleştirerek. "Her büyük firmanın, hâşâ tabiri caizse tanrısallaşmış her şirketin tek arzusu, kendinden pek memnun olan aciz kullarının olması. Sürekli aynı marka telefon alan, aynı marka arabanın modellerini tercih eden, aynı yemek zincirinden beslenen, bağlı olduğu markaların ona sunduğu yeniliklere adeta tapan muhteşem kullar!" Cümlenin sonuna doğru kollarını iyice açıp haykırmıştı resmen. Yan masadaki yaşlı kadın göz ucuyla Mustafa'ya sert bir bakış attı. Mustafa oralı olmadı. "Kul diyerek ayıp etmiş oluyorum aslında, çünkü eğer müşteriler memnun kalmayıp mutsuz olurlarsa, bu memnuniyetsizliklerini her yerde dile getirir ve şirketi bitirirler. Bildiğin bitirirler. Patronlar bunun farkında ve o yüzden müdürlerine hep şunu söylüyorlar "Müşteriyi memnun etmek adına ne gerekiyorsa yapın! Gerekirse oral seks yapın ama asla markamız hakkında kötü konuşmalarına izin vermeyin." Yüzüne hınzır bir gülümseme takarak "Ve karıcığım... benim biricik değerli eşim, şu anda oturduğumuz bu yer, ülkenin neredeyse her şehrinde şubeleri olan bir restoran zinciri."
Helen biraz endişeli görünerek güldü, "Eee?" dedi. Mustafa uzun gövdesini masanın sağından eşine doğru uzatıp, Helen'in boynunu yakaladı. Kendine doğru hafifçe çekip dudaklarına yumuşak bir öpücük kondurdu. Aynı anda, olanlara anlam vermeye çalışan kadının başından sihirbaz çabukluğuyla bir saç teli koparıverdi. Canı yanmamıştı ama saçının koptuğunu bariz hissetmişti Helen. Bir anlığına saatinin bileziğine takıldı herhalde saçım diye düşündü. Mustafa'nın sımsıkı birleşmiş olan parmağında saç telini görünce öyle olmadığını anladı. Merakla "Mustafa ne yapıyorsun?" diye sordu.
"Müşteri memnuniyeti sevgilim." diye yanıtladı kocası muzip bir ifadeyle. Helen yine o muhteşem -sebepsiz- gülümseyişini taktı yüzüne. Bir şeyler döndüğü belliydi. Zeki kocasının ne yapacağını görmek için sabırsızlanıyordu. Mustafa saç telini tabağında kalan sosa boydan boya sürüp yavaşça peçetenin içine koydu. Rostosunu yarım bırakmıştı. Suratını asarak garsonu çağırdı. Hesabı istedi. Deri hesap sümeninin içine, içinde sosa bulanmış saç teli olan peçeteyi koyup kapattı. Henüz uzaklaşmış olan garsonu tekrar çağırdı, yaşlı adama doğru yaklaşarak ceket cebine elli sterlin sıkıştırıp "Bu sizin için, hizmetinizden çok memnun kaldık." dedi, hesap sümenini göstererek ilave etti "Kutunun içindeki de müdürünüz için, lütfen selamlarımı iletin kendisine."
Yaşlı garson kısa süreliğine bu hareketi garipsemiş gibi bakıp, akabinde gülümseyerek yanlarından ayrıldı. Helen durumu müthiş bir hızla kavramıştı, üstüne üstlük kocasının tavırlarına benzer tavırlar sergiliyor, yemekten çıkan saçtan tiksindiğini belli eden bakışlar atıyordu. Mustafa somurtarak "Hadi hayatım kalkalım!" dedi. Helen komutanından emir almış bir asker çabukluğuyla kocasının koluna girdi. Hızla çıkışa doğru yürümeye başladılar. Hızlıydılar ama kaçar gibi yürümüyorlardı. Bu daha çok, burada bir saniye daha durmak istemiyoruz yürüyüşüydü. Kibirli adımlarla kapıya yaklaştıkları sırada arkadan bir kadın sesi duyuldu.
"Mr Mustafa!" Bu koyu İngiliz aksanını nerede duysa tanırdı. Artık yapacak bir şey yoktu. Neşeyle dönüp,
"Bayan Wood!" dedi "Bu ne güzel bir karşılaşma." Bir anda saç diplerinde beliren ter damlacıkları kaydıraktan kayar gibi süratle alnına süzülmüştü.
"Seni kocamla tanıştırayım.- Hayatım bu Mustafa. Kuru temizlemecideki şeker çocuk."