BÖLÜM 2
Kapanış için hazırlanmaya başlayan Mustafa gün içinde kestiği fişleri bir araya getirip, hasılatı saydı. Hepsini bir zarfa koyup dikkatle bantladı. Mustafa'yla beraber çalışan bir kız daha vardı, adı Emma'ydı. Sevgilisiyle buluşmak için bir saat erken çıkmıştı işten. Patronun bundan haberi yoktu. Ama Mustafa onu idare edecekti. Bu aklı bir karış havada olan kızın Mustafa'ya güveni tamdı. Emma'yı arayıp "Dükkanı kapatıyorum tatlım, patron ararsa beraber kapattığımızı söyleyeceğim bilgin olsun." dedi. Kızın sesi arkadan gelen müzikten dolayı zor duyuluyordu "Teşekkür ederim! Seni seviyorum.!" diye çığlık atıp telefonu kapattı. Telefonda konuşurken Mustafa'nın dikkatini Bayan Wood'un bıraktığı parlak takım elbise çekmişti. Kaşlarını çatıp elbiseyi poşetinden çıkardı. Titizlikle inceledi. Etiketinde Emporio Armani yazıyordu. Parmaklarını elbisenin üzerinde gezdirdi, kalıbına bayılmıştı. Üstümde denesem mi diye geçirdi içinden. Karısının onu evde merakla beklediğini hatırlayarak bu yaramaz düşünceden vazgeçmeye çalıştı. Ayrıca ya giyerken bir yerine zarar verse ne olacaktı. Bayan Wood'a ne diyecekti? Peki ya patronuna!
Yine de giydi. Ayna karşısında hayran gözlerle birkaç dakika kendini süzdü. Sanki özel diktirmiş gibi cuk oturmuştu üstüne. Bu bir mucize olmalı diye geçirdi içinden. Bayan Wood'un kocasıyla aynı bedende olmaları garip bir rastlandıydı hakikaten. Bir müddet sonra sarhoşluktan çıkmaya çalışan ayyaşlar gibi gözlerini irileştirip telefonu tekrar eline aldı. Bir eli cebinde kendini beğenmiş şımarık bir edayla, "Nasılmış benim kıymetli eşim!" dedi. Evde sıkıntılar içinde otururken kocasının keyifli gelen sesiyle mutlu olan kadın aynı tatlılıkla yanıt verdi. Helen'i diğerlerinden ayıran bir özelliği de buydu. Mustafa'nın daha önce tanıdığı çoğu kadının benzer bir durumda vereceği tepkiler aşağı yukarı belliydi; "İyi değilim!" "Ben burada ölüyorum sıkıntıdan sen orada eğlen tabii!" "Ooo Mustafa bey Allah mutluluğunuzu arttırsın.(İğneleyici biçimde)" "Neredesin sen, kiminle berabersin, sesin neden o kadar mutlu geliyor!" "Bunca geçim derdi arasında ben ne haldeyim sen hala çocuk gibi şımarıyorsun!"... vs. vs. Ama şu Helen yok mu, nasıl da mutluydu şimdi kocasının neşesini duydu diye. O her erkeğin isteyeceği türden bir kadındı. Her erkeğin!
"Hayatım, hemen en güzel elbiseni giyip yanıma geliyorsun. Seni şehrin en güzide restoranına götüreceğim. Şu siyah elbisen yok mu, onu giy. Takımıma ancak o uyar."
"Takım mı? Sen takım giymezsin ki!"
"Balım uzatma gel işte!"
"Peki tamam." dedi Helen neşeyle "Hemen geliyorum!"
Bir saat sonra Mustafa, Leicester Katedrali'nin önünde eşini bekliyordu. Caddenin köşesinde Helen belirdi. Siyah saten elbisesinin içinde bembeyaz teni, karanlık suların derinlerinde parıldayan gümüş bir kolye gibiydi. İnce çenesi altında uzayıp giden boynunun, (Mustafa'nın deyimiyle) yaradılış mucizesi gerdanıyla birleştiği yerde belirgin bir gönül çukuru vardı. O çukurdan aşağı doğru uzanan dolgun sayılabilecek göğüsleri, elbisesinin içine tamı tamına oturuyordu. Kollarının bebeksi parlaklığı, ince bilekleri, her adımda omuzlarının üzerinde yumuşak sıçrayışlar yapan kumral saçları. İşte o geliyordu! Mustafa'nın boğazı düğümlendi. "Ah Helen!" dedi içinden "böyle güzel olmasaydın da severdim ya seni..." Gerçekten de Mustafa, Helen'e olan aşkını asla herhangi bir sebebe bağlayamıyordu. Güzelliğine ayrı, ruhuna ayrı aşıktı. Çoğu ilişkide çiftler; birbirleriyle zaman geçirmeye başladıkça, hayatın farklı alanlarında farklı detaylarında partnerlerinin tepkilerini ölçümledikçe, ilk günlerdeki o tutkulu aşkın git gide azaldığını söylerlerdi. Bizim çiftimizde bu durum tam tersiydi. Her gece seviştiği, beraber uyuduğu biricik eşine her sabah ilk kez görüyormuşçasına sarılırdı Mustafa. Hatta bazen bu sarılmalar öyle kuvvetli olurdu ki, biraz canı yanan Helen, "Kabus mu gördün hayatım?" diye sormadan edemezdi. Helen'in bunca güzelliğinden söz etmişken, Mustafa'yı da pek yabana atmamak gerekirdi tabii. Bakıldığında, atletik denilebilecek bir fiziği yoktu aslında. Göğüs kasları biraz belirgindi sadece. Ama kemik yapısı harikulade idi. Geniş omuzlu, zayıf, uzun boylu, bir erkeğe göre kibar sayılabilecek elleri olan, masum bakışlı bir adamdı. Helen onun ellerine kelimenin tam anlamıyla bayılırdı. Gergin olduğu zamanlar tırnaklarının kenarındaki deri parçalarını koparıp yiyen Mustafa'ya delici bakışlar atarak, "O ellerini koparıp saklayacağım, bir daha yiyemeyeceksin." derdi. Mustafa bunu ne zaman duysa dehşete düşer, annesinden fırça yemiş bir çocuk gibi irkilir, ellerini ağzından telaşla uzaklaştırırdı. Kemerli bir burnu, küçük suratına kıyasla epey uzun dudakları vardı. Kahkaha attığı zamanlar yüzünün yarısını neredeyse ağzı kaplıyordu. Ve tabii fazlaca iri dişlerini unutmayalım. Evet, Mustafa aman aman yakışıklı bir erkek sayılmazdı, hele ki Helen'in kusursuz güzelliğine kıyasladığımızda. Ancak inkar edilemez bir gerçek vardı ki yan yana geldiklerinde büyülü bir uyum içine giriyorlardı.
Buluştuklarında Mustafa, kanını emmek isteyen bir vampir gibi vahşice öptü zavallı kızın dudaklarını. Erkeğinin dudaklarından kendini zar zor kurtararak bir adım geri atan Helen, dengesini kaybetmiş biçimde "Vaoov!" diye kısa bir çığlık attı, "İnanılmaz seksi görünüyorsun, seni daha önce hiç takım elbiseyle görmemiştim. Harikasın!" dedi. Mustafa küçümseyici bakışlarla "İltifatlarınızı başka zaman yapın matmazel." kolunu dansa davet eden bir kavalye gibi uzatarak "Çok çok uzak ülkelerden getirilmiş ustaların özenle hazırladığı harika bir akşam yemeği bizi bekliyor!" Helen olanlara pek anlam veremiyordu, mesela bu takımı nereden bulduğunu sormak istedi. Ancak eşinin havalı tavırlarını bozacağını düşünerek vazgeçti. Pahalı bir elbise ve pahalı bir yemek... Allah Allah! Rıza, Mustafa'ya olan borcunu mu ödemişti acaba. Yakışıklı eşinin anlatacaklarını epey merak ediyordu açıkçası. Ama yemeğe oturduklarında pek de beklediği gibi olmadı. Mustafa spontane gelişen bu durumla ilgili hiçbir açıklama yapmadı. Kısa bir yürüyüşten sonra Millstone Caddesine geldiler. -Şehrin en güzide restoranı- sayılmasa da; özenle seçilmiş mobilyaları, içeri girer girmez göze çarpan abartılı menaj takımları, bembeyaz parıldayan porselen tabakları ve garsonların abartılı nezaket gösterileriyle pahalı bir mekan olduğu belliydi.
Mustafa menü üzerinde gözlerini şöyle bir gezdirip, "İyi pişmiş dana rosto istiyorum." dedi. Helen kararsızlıkla gözlerini kısarak "Ben de!" dedi "bana da aynısından olsun." Mustafa bir de kırmızı şarap siparişi verdi. Elindeki deri kaplı menüyü kolunun altına alıp, Mustafa'ya doğru hafifçe eğilen garson, "Rostonuzun kreması ile uyum sağlayacak daha dolgun ve keskin aromalı bir şarap önerebilir miyim efendim?" diye sordu. Mustafa önce hayır diyecekmiş gibi kaşlarını kaldırarak, "Tabii, lütfen!" dedi. Yaşlı garsonun ivedilikle getirdiği şaraptan bir yudum alıp, "Buna bayıldım, bırakabilirsiniz." dedi. Garson samimiyetle gülümseyip yanlarından ayrıldı. Helen her ne kadar bu muhteşem akşam yemeğini neye borçlu olduklarını merak etse de, kaygılarını bir kenara atıp, Mustafa'nın son zamanda az görülen neşeli halinin tadını çıkarmaya baktı.
"Sevgilim!" dedi Mustafa oturduğu yerde hafiften doğrularak "Köpeklerin çok çok iyi seviyede koku alabildiklerini biliyor muydun?" Helen buna pek şaşırmayarak "Evet." diye yanıtladı.