Yirmi dokuz haziran bin dokuz yüz dokuz.
İçimdeki karanlığın sonu yoktu. Herkesi barındırabilirdi orda, işte bende tam bundan korkuyordum. Hava bugün de içim gibi kapkara ve dumanlıydı. Yaz yağmurları burada durmak bilmezdi lakin sise pek rastlanmazdı. Yolda ilerlerken insanların görünmeyen suratları her adımımda netleşiyordu, sis onları görmemi engelliyordu. Ellerim cebimde, o yaz yağmurunun serinletici esintisiyle yürümek sanırsınız dünyada ki en rahatlatıcı şey. İçimde ki sıkıntılar dur durak bilmese de, kafam biraz da olsa böyle dağılıyordu. Yağmur ne güzel şeydi; saf, duru, tertemiz... Dedim ya sanki tüm dünyadaki o pisliği arındırmak ister gibi rahatlatıyordu bu cehennemi.
Kütüphaneye yaklaştığımda ayağıma dolaşan yavru bir köpekle durmuştum. Uzun süredir yanımdan yürümesini fark etmem geç olsa da kendimi affettirmek istermişcesine eğildim bal rengi köpeğe. Başından biraz okşadıktan sonra karnından kaşır gibi sevdim, mutluydu belli. Tek istedikleri biraz yemek, ilgi ve sevgiydi. Dünyada insanların asıl güzel olan şeyleri görememesi canımı çok yakıyordu ama buna alışmıştım. Bir kaç kere daha yerde "beni bırakma" diyen gözlerle bakan köpeği sevdim. Köpeği geride bırakıp ilerlerken kütüphaneye çoktan yaklaşmıştım ve kalbimdeki o sancı tekrar yerini almaya başlamıştı. Kütüphanenin önünde beni bekleyişi, içeri girişi, saçları... Hepsi hafızamdaydı, her bir anı kazınmıştı beynime. İçeri girerken nasıl mimikler verdi, nasıl gülümsedi, üzerindeki kıyafetleri nasıl dalgalandı rüzgarla, saçları nasıl dağıldı... hepsi aklımdaydı. Bu artık benim için bir rutin haline gelecekti, kapının önüne her gelişimde o an gözümün önünde canlanıyordu ve canlanacaktı da biliyordum. Anahtarları arka cebimden çıkartıp bir kaç takılmanın sonunda deliğe geçirebildim ve içeri girdim. Buranın apayrı bir havası vardı, kasvetliydi bir o kadar da kültür korkuyordu. Kitapların raflardaki duruşu öyle heybeliydi ki, öyle bilmişlik taslıyordu ki insanlara, hepsine bakmak istiyordum, tek tek hepsini okumak. Çok güzel duruyorlardı sanki, sanki hepsini okusam tüm sıkıntılarımdan kurtulacakmış gibi hissediyordum, onları okuyunca arkadaş edinebileceğimi . İçim kapkaranlık, hiçbir şey yapmak istemiyor lakin bir yandan da çok şey yapmak istiyordum, çok eksik hissediyordum. Dile getiremediğim şeyler içimi tüketiyordu, ben bitiyordum.
Kendimi bildim bileli karamsar biriydim ben hep en kötüsünü düşünür, en kötüsüne hazırlardım kendimi. Ah, Min Yoongi seni tanımıyor değilim, hatta seni en iyi ben tanıyorum. Senin kim olduğunu öyle bir iyi biliyorum ki...Sen, sen o sert, soğuk, pis kaldırımlarda, o kalın betonları yarıp mucizevi bir şekilde çıkan rengarenk çiçeklerdensin. Bunu neden mi en iyi ben biliyorum? Ben aşkımı en iyi bu şekilde betimleyebiliyorum kendime. Taştan kalbe sahip, ümidini yitirmiş, sanırsın ölü, insanların sadece kaldırım gibi üzerine basıp geçtiği bir adamı, beni, Jung Hoseok'u, o güzel renklerle dikkat çeken kaldırıma dönüştürdün sen Min Yoongi. Ha evet hâlâ o çirkin kaldırımım ama o pis yarıklar artık ümitle dolu, yaşamla dolu. O çiçekler sensin ben ise o kaldırım ve sen hâlâ yaşamın var olduğunu bana kanıtladın. Sırf bu yüzden bile sevdalanılır sana sevgilim.
Biliyorum bu aşk imkansız, nerede görülmüş bir çiçeğin bir taş yığıntısına tüm ömrünü vermesi? Hükmedemiyorum kendime, canım yanıyor çünkü hiç olmayacak biliyorum bu yüzden birinin seni kökünden, incitmeden alıp çiçeklerle dolu bir bahçeye dikmesini bekliyorum. Ancak böyle koruyabilirsin o hayat dolu renklerini, ancak böyle mutlu olursun miniğim. Ben mi? Ben zaten alışığım soğuk betonlara. İnsan hiç dokunmadığı birini nasıl özler anlayamıyorum, hiç kokusunu çekmediği birinin kokusunu. O kadar eminim ki, bilmediğim halde miniğimin tatlı bir kokusunun olduğuna. Elimde olsa kokusunu ekerdim saksıya, bir çiçek gibi, kendi gibi.
Bazen kendi kendime durup; bu gidiş nereye diye soruyorum ve sonra bu iğrenç dünyaya ayak uyduramadığımı iki, üç kelime ile özetliyorum. Kalbim bu dünyanın dengi değil, ben bu dünyanın dengi değilim. Sen kendinden bile vazgeçmişken seni hayata bağlayan bu adam bırak yaksın canını, alev alev ol. Artık yaşıyorsun Jung Hoseok, en azından ölü değilsin. Yanında, dibinde mesela yanıyorsun işte ama en azından yaşıyorsun da. Derler adama "Daha ne istiyorsun bu dünyadan? Sevdiğin yanında, sağlıklı, her gün görüyorsun yüzünü...Söyle daha ne istiyorsun?" Tekneler mesela denizin üstündeyken yanabiliyor, çok tuhaf değil mi? Derdinin devası yanı başındayken yanmak. İşte böyle bir şey benimki de yanımda ama yakıyor beni. Sadece şükrediyorum Tanrı'ya hayatımı yaşanabilir kıldığı için.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Tear | Yoonseok
FanficSana her baktığımda ölüme daha da yaklaşıyorum ve bu mecazi değil.