"Merhaba."
Her şey bir merhaba ile başlamıştı. Ben onun yüzüne dahi bakmadan yanından geçip kilidi açmaya çalışırken o, gelip bana bir adım atmıştı. Geri çevirmek istediğim en son şeydi yahut onu kendimden uzakta tutmalıydım.
"Merhaba." dedim mat sesimle, tebessüm ederek.
Elimde ki kitabı bana uzatıp "Bunu dün, sen alt kata inince oturduğun masanın üzerinde gördüm. Yaprakları o kadar eskimiş ki bunu tekrar tekrar okuduğunu düşündüm ve ben de okumak istedim." dedi ve derin bir nefes aldıktan sonra devam etti.
"Yasal olarak hırsızlık mı bilemem ama zevklerimizin uyuşacağını ve bizim iyi bir arkadaş olacağımızı düşündüm." dedi. Bunu demesi ile kalbimde sanki kaburgalarımı dahi alev alev yakan bir yangın başladı. Kalbim sıkıştı, ellerim terledi...Ah küçüğüm, ben zaten seni aklımdan çıkaramazken seninle gözlerimizin çakıştığı her saniye sana daha da çok tutuluyorum. Seninle nasıl ilerleyeyim, sana nasıl anlatayım hislerimi, seni nasıl göz göre göre ölüme sürükleyeyim?
"Bundan emin değilim. Seni tanımıyorum, her neyse kitabı beğendin mi?" dediğimde sanki içimde ki yangın şiddetini artırmıştı. Gözlerimi, gözleriyle birleştirip düşen yüzünü gördüğümde ise istemsizce yumruğumu sıkmıştım. Canım yanıyordu, hemde çok ama bu fiziksel değildi. Ben istemez miyim seninle akşama kadar muhabbet etmeyi ha, ben istemez miyim sana şiir okumayı, sana şarkı söylemeyi, seninle tanınmayı ama ben seni kendimden koruyamam küçüğüm. Ben sana arkadaş olamam. Ben aşık oldum hem de ilk görüşte ama bunu ne sen biliyorsun ne başkası. Bilmeyecekte.
Senin o güzel saçlarının bir teline dahi zarar gelmemesi için her şeyi yaparım miniğim.
"Güzel. Beğendim, zevkin iyimiş." diye sessizce mırıldandı. Bunu bana yapma lütfen. Ben daha senin ismini bilmezken, ben daha seni tanımazken bile seni kırdım. Seninle olsam bir ay'a sen paramparça, ben paramparça.
Bırakta sadece ben paramparça olayım.
"Evet tanışmıyoruz. Adım Min Yoongi, Baş Komutan'ın oğluyum."dedi. Vazgeçmeyecekti, ben onu ne kadar itersem iteyim vazgeçmeyecekti. Belki o da anlamıştır, belki o da hissetmiştir aramızda ki bağı. Ben gibi. Yüzümde ki gülümsemeye engel olamamakla kendimede hakim olamayıp elimi uzattım. "Ben Jung Hoseok. Bu kütüphanenin sahibinin oğluyum."
Ellerimde hissettiğim o yumuşak ten tanıdık geldi tekrardan. Tüm gece tekrar o eli tutabilmek için ettiğim dualar, tuttuğum dilekler... bu kadar hızlı kabul olmamalıydı.
Ne kadar hızlı olursa, ölüme o kadar hızlı yaklaşırız miniğim. Ama bu karanlık adam, bugün kendi zayıf noktasını buldu.O da sen. Hayır diyemeyeceğim tek şey sen.
Hâlâ elimde olan elinin tüm dokunuşlarını hafızama kazımak istedim, elini bırakmamak istedim, ona orada sarılıp hüngür hüngür ağlamak istedim. Hiç sevginizi anlatamayacak kadar bir şeyi veya bir kişiyi sevdiniz mi? İşte bu böyle bir şey ona olan sevgimi anlatacak kelimeler lügatımızda yok, olmayacakta. İlk görüşte aşk bu demekmiş meğerse, hiç beklenmedik bir anda, hiç beklenmedik yerde.
"Pekâla, tanıştığımıza memnun oldum Bayım. İçeri girebilir miyim?" dedi. Onu içeri almamam her şeyi daha da tuhaf kılardı. Bu kütüphaneden tüm eyalet yararlanabilirdi bu durumda onu içeri almama gibi bir lüksüm yoktu. Gerçi ben de gelsin istiyordum ya, izin vermeyecek olsam bile. Biraz geri çekildim ve elimle girmesi için işaret verdim. O önden ben ise arkadan serin kütüphanenin içinde dolanıyorduk.
Birden duraksadı. "Eğer bir işin varsa seni tutmak istemem, ben tek başıma kitaplara bakabilirim." dedi gülümseyerek. Bende gülümseyerek ve kafamı onaylarcasına sallayarak karşılık verdim. Kitap kayıtlarının, alınan-verilen kitapların kaydının tutulduğu, büyük masaya gittim. Defterde, kitap alıp geri vermeyen isimleri kontrol edecektim.
Tabi eğer karşımda ki manzaraya dalıp gitmezsem.
Yavaş hareket endamlarıyla ilerledi serin kitapların arasında. Eskimiş kitaplara göz atarken elini kaldırdı, parmaklarını salyangozun hızına nazaran dudaklarında haraket ettirdi. Ben ise ona kendimi kaptırmışım. Daha önce vücudum hiç bu denli tuhaf hissetmemişti. Kalbim yerinden çıkacak desem bile uyardı şu an bu duruma. Bir adım atsa bin adım atardım, ama ne mümkün atmasın diye tanrıya dua ediyordum.
Ben Jung Hoseok. Kalbimde hissettiğim o kıpırtıyı durdurmaya çalışırken bir yandan da hâlâ onu burada tutarak kendi ellerimle ölüme atacak kadar bencil bir adamım. Ona bakıp, her bir saniye daha da tutulacak onu yanımda isteyecektim. Karşı koyarsa ne âlâ yahut ben de hissediyordum o da, biliyordum o da istiyor benimle konuşmak, onun deyimiyle arkadaş olmak, beni tanımak.
Yapamam. Ben seni kendimden koruyamam, gücüm seni kendimden ve bu pis dünyanın adi insanlarından korumaya yetmez güzelim.
Onu izlemekten kendimi alakoyamıyordum. Arsız güneş, perdesiz pencereden onun o koyu gözlerine yansıyordu. Yavaş adımlara ilerlerken eline aldığı kitapları özenerek inceliyor ve ellerini saçlarının arasında gezdirip, siyahımsı ipek saçlarına şekil veriyordu.
Oda sessizlik nidaları ile dolu, anlamlı bakışlar ile güzelleşiyordu. Kim bilir o sessizlik belki de gizli çığlıklar barındırıyordu içinde bir yerde. Burnunun hemen üstünde yok denilecek kadar az ama tek bir tanesi bile ona tekrar tekrar aşık olmama yetecek çillerine baktım. O burun, o dudak, saç, göz, o eller...
Siyah saçlarının arasından parlayan bir kaç tutam kumrallar parlıyordu güneşin yansıyan ışığıyla beraber. Çilleri daha da belirginleşiyordu, yansıyan ışık ile eflatuna dönen göz renkleriyle bana bakışını anlatamam dahi.Ayak sesleri yaklaştığında ise kendimi ele vermemek için, telaşla önümde duran kayıt defterini açtım. Önümde bir gölge belirdiğinde ise kafamı yukarı kaldırıp gözlerimi onun incileriyle bilmem kaçıncı kez buluşturdum. Her şey çok ayrıydı lakin gözlerimizin aynı anda buluşması apayrı bir olaydı. Beni daha da deli ediyordu bu olay, elim ayağım dolanıyor, nefesim kesiliyordu. O okuduğum kitaplarda ki aptal aşıklara dönmüştüm iyice ama bunu neyin,nasıl geçireceğine dair bir fikrim yoktu da.
Saçmalamaktan kaçınmak için söze atılmadım. Onun bir şeyler demesini bekleyecektim. Sahi bekleyişim çokta uzun sürmedi.
"Bu kitabı almak istiyorum." dedi elinde ki kitabı hafifçe yukarı kaldırıp işaret ederek. Kitaba baktığımda ise daha az önce getirdiği daha doğrusu dün buradan çalıp gittiği kitaptı.
"Tabi ki ama zaten bunu okumadınız mı?" dedim merakıma yenik düşerek. Fikir yürütmek istedim yahut ne mümkün. Onun karşısında kekelemediğim için bile tanrıya şükrediyordum. Beynimin içinde çalışan o tüm fonksiyonları durduruyordu resmen dedim ya ne yapacağımı bilemiyordum."Buradan her kitap alana, kitabı alırken neden aldığını soruyor musunuz?"dedi. Beni yakalamış olduğunu varsaydım. Zeki biriydi Min Yoongi bunu imalı bir biçimde bana bu soruyu yöneltmesinden anlamıştım.
Yahut haklıydı da bunu sormam baya absürt durmuştu. Saygısızlık kabul etse bile yeriydi. "Üzgünüm, sadece merak ettim. Tabi ki alabilirsiniz." dedim sesimin titremesini engellemeye çalışarak. Onun karşısında böyle kalıyordum işte. Komik, sadece iki kere iletişime girdiğim adamdan sanki onu, onun yanında ki ben tamlamasını yıllardır biliyormuş gibi hissetmem komik.
Bir şey demeden ilerlediğini ayak seslerinden anlamıştım çünkü özrümden sonra kafamı istemsizce öne, deftere doğru eğmiştim. Kapıdan tam çıkacağı sırada ayak sesi durdu, ben ise kontrol etmek için kafamı tekrar kaldırdım.
"Ha bu arada en azından sorunuzu yanıtlayayım." dedi. Heyecanla nefesimi tutup devam etmesini bekledim.
"Bu kitabı ikinci kez okuyorum çünkü sizi anlamak istiyorum. Sizi anlayana,çözene kadar da okuyacağım." derken biraz daha uzaklaşarak tam kapının önünde durdu.
"Sizin dünyanıza dahil olacağım bayım."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Tear | Yoonseok
FanfictionSana her baktığımda ölüme daha da yaklaşıyorum ve bu mecazi değil.