#IV • Bullet in a gun

759 117 52
                                    

"Tamam, Kai'ye vereceğim sadece, peki. Ama önce içeri beraber girelim. Arabaya götüreyim seni, sonra söz, vereceğim."

"Tamam..."

Bu sefer kolunun tekini omzuma attım onu yürütmek için. Korumalar içeri gireceğimizi anladığı an tekrar yanımda bittiler. Biri kolumu tutunca bakışlarımı çevirdim. O an Junmyeon mu benden destek alıyordu yoksa ben mi korkumdan ona tutunuyordum bilmiyorum. Yanımdaki adam en küçük bir şeyde tuttuğu kolumu koparıp ormanın içine fırlatacak gibiydi. Junmyeon elindeki yüzüğü gösterip "Benimle beraber, sorun yok." dedi ağzını yaya yaya. Tenimi yakan tutuş gevşeyip salındı. Kokusunu soluduğum herif bir şey demeden serbest bıraktı ancak biz içeri girerken elindeki telsize bir şeyler mırıldandığını duyabildim.

"Ne tarafa gideceğiz?"

"Şurası... Şurası mı?" dedi tek gözünü açıp parmağıyla işaret ettiği yere bakarken. Belli belirsiz başını sallayıp kendini onayladı. "Evet, şurasıymış. Orada garaj var... Vardı..."

Aklı da bedeniyle beraber gidip geliyordu. Kelimelerini tam kurmaya çalışıyordu ayıldığından beri, zorluyordu herhalde beynini. Gösterdiği yere ancak beş dakikada varabilmiştim omzuma yüklediği ağırlığıyla. Bedenini kısmen ben taşıyor olsam bile zorla yürüyebiliyordu. Bu halde birilerini bulacaktı bir de. Yolun yarısında oturacak bir yer bulsa unuturdu ne yapacağını, uyurdu orada. 

Evin arkası, ön tarafından çok daha genişti. Biri sağ tarafta biri sol tarafta olmak üzere iki tane tek katlı küçük evcik vardı. Arabalar her yere yayılmış, çoğu kimsesiz kalmıştı. Bir kısmının ışığı yansa da bir kısmı karanlık içindeydi. Sigara dumanlarını soluyan birkaç kişiden başka kimse yoktu bu kısımda. 

Junmyeon'u bir ağaca yaslayıp ceplerini yokladım. Ön cebinden çıkarıp aldığım anahtarla açtım görünürde olmayan arabasının kilidini. Işıkları nerede olduğunu belli ederdi. Sol taraftan hafif bir ışık süzmesi ve bilindik bipleme sesi geldi. Neyse ki uzakta değildi.

"Hadi, geldik Junmyeon, yürü lütfen."

"Tamam yürüyorum bak." dedi kollarını öne arkaya oynatıp.

"Evet, çok güzel yürüyorsun. Annem görse gurur duyardı seninle, oğlum ne de güzel yürüyor diye."

Kolunu tekrar attım omzuma. Yürüdüğünü göstermeye çalıştığından ittirip duruyordu beni.

"Rahat dur, oynatma şu bodur kollarını."

"Peki." dedi ama sözünde durmadı.

Arabasına vardığımızda yolcu koltuğuna attım daha da ağırlaşan oynak bedenini. Artık orada mı öğürüp kusardı, kollarını sallaya sallaya götüne mi sokardı, ne yapardı bilmiyorum. Sırt çantamı omuzlarımdan düşürüp arka koltuğa koydum sızan bedenini rahatsız etmeden. Oturduğu koltuğun penceresini biraz aralayıp tekrar kilitledim arabayı. Elimde kırışan zarfı kalın montumun cebine koydum. Garajdaki yüzlerin hiçbiri tanıdık değildi bana. Hepsi birbirinden farklı tiplerdi. Erkeklerin tek ortak yani hepsinin takım elbise içinde olmasıydı. Kadınların ortak yanı ise, büyük ihtimalle partideki en şık kadın olmak için girdikleri yarışın izlerini taşıdıkları makyajları ve kıyafetlerinin abartısıydı.

Ortama uyumsuz değildim üstümdeki kıyafetlerle ama bir iş adamı gibi de giyindiğim söylenemezdi. Keşke Junmyeon'un parmağındaki yüzüğü alsaydım dedim evin içine adımladığımda. Biri ne bok olduğumu sorsa sesim çıkmazdı, yüzüğü alsaydım hiç değilse tutunacak dalım olurdu. Sayamayacağım kadar koruma vardı burada da. Tıpkı Junmyeon'un yüzüğünde ve zarfın mühründe olduğu gibi, evin her tarafında kuzgun sembolü yerleştirilmiş ya da silueti işlenmişti gördüğüm kadarıyla. Objelerde, resimlerde, tablolarda, her yerdeydi kuzgunlar. Kuzgunun bir şeyi simgelediği ya da sembolü oluğu belliydi ama bunu çözebilecek kadar derinlerinde değildim. Henüz karanlığa adımlayamamış, eşikte duruyordum ben. Junmyeon yüzünden ne arkamda bırakabiliyordum eşiği, ne de adımlayıp üstesinden gelebiliyordum. Derin bir nefes soludum gerginlikle. Evin içi konukların parfümleriyle harmanlanmış zenginlik kokuyordu. Duvarlarda gezinen gözlerim bir tane bile aile fotoğrafına denk gelmedi. Hiç değilse benim içinde bulunduğum kısımda yoktu. Gözlerimi uğultulu kalabalıkta dolaştırdım, utana sıkıla bu Kai denen adamı nerede bulacağımı düşündüm. Önüme çıkana da soramazdım kimin nesi olduğunu. Yani, ne bir fikrim vardı ne de gidecek yerim, daha çok seyrekleşiyordum kalabalığın içinde. İnsanların yanından geçerken konuştuklarına kulak misafiri oldum belki bir ipucu yakalarım diye ama çabam duyulmayan fısıltılar yüzünden sonuçsuz kaldı.

Poem  || sekaiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin