•10•

15 2 0
                                    

Birbirlerinin zıttı olan hiçbir şeyin uyumlu olabileceğini kabullenmeyiz, ya da kabullenmek istemeyiz.

Siyahla maviyi karıştırmak isteriz sırf bir gece için.

Halbuki zifiri karanlığı, o boşluğu masumiyeti ve duruluğuyla doldurabilecek tek renktir beyaz. Çünkü siyah asidir, hiçbir renk parıldayamaz beyaz gibi siyahın üstünde. Belki de bu yüzden çok seviyoruzdur geceyi. Siyah, beyaza aşık olduğu için.

Onu karanlığına boğmamak için parıldamasına izin vermesini izliyoruzdur saatlerce.

Baeseul haber vermeden çıkmıştı bu sefer. Bomin, bu aralar tuhaf gibiydi, sık sık kusuyor ve uykusunda anlaşılmaz şeyler sayıklıyordu. Lakin her şeye rağmen iyi olduğunu söylemeye devam ediyordu.

İyi olmadığını biliyordu.

Asla iyi değildi.

Baeseul, onu bu karanlık kuyuya çektiği için pişmanlık duymuyordu derse kesinlikle yalan söylemiş olurdu.

Ama ne olursa olsun Bomin, karanlık kuyunun içinde parıldamayı başarmıştı.

O geceyi gece yapan manzaraydı.

Gençliklerini anımsıyordu Baeseul. Kağıda el yazısıyla dökerken kelimeleri, nasıl da parıldardı gözleri tıpkı yıldızlar gibi.

Sinirlendiğinde kahverengi harelerinin arasında dolanan parlak kızıllıkları ise sadece Baeseul fark etmişti o zamanlar ilk defa. Arkadaşının sinirli hallerini bile seviyordu.

O kahverenginin en güzel tonuydu.

Ama onun masumiyetini de boğmaktan korkuyordu. Öyle ya, beyaz her ne kadar parlarsa parlasın gecede, gün gelir de azalırsa o benekler, yutardı siyah onu, mahkum ederdi karanlığına.

Siyah da öldürürdü en sevdiğini.

Bulutlu ve lacivertti bugün hava. Fazla da esiyordu ve Baeseul, bacaklarının sızladığını hissediyordu artık.

Alabildiğine dik yokuş sonunda düzlüğe ulaşmıştı ve bu sefer olabildiğince çabuk bitirip dönmeyi planlıyordu. Apartman harabe sayılabilecek kadar eskiydi; nitekim sadece ilk iki katı sağlamdı. Kalan katlar yıkılmıştı.

Kapı olması gereken boşluktan geçti ve ilk kata çıktı.

Bu sefer kurban yabancı falan değildi.

Oldukça iyi tanıyordu onu.

Hatta Bomin de tanıyordu.

Onu görmemesi yazık olacaktı ama pek de takmıyordu bu durumu. Saçlarının uçlarını parmaklarına dolarken çaldığı kapı açıldı.

"Baeseul? Sen misin?" Şaşırmıştı adam.

"Uh, evet." Dedi yapmacık olmamasına özen gösterdiği gülüşüyle.

"Uzun zaman oldu, ha?"

Kapının iç tarafındaki kişi için çocuk demek kısmen yanlış olurdu. Aynı yaşta olmalarına rağmen resmen parayı bulduğu iri yapılı vücudundan anlaşılıyordu.

"Yongsuk-ah?"

Tek dirseğini duvara yaslamıştı. Duvarlar fazla pütürlü olsa da deri ceketi yüzünden rahatsız etmiyordu onu.

Yongsuk, bir düşten uyanırcasına gözlerini kırpıştırdı ve karşısındaki kıza baktı boş boş.

"Beni içeri almayacak mısın?"

Neden içeri almadığını tabii ki biliyordu. Sadece, ne yapacağını merak ediyordu.

Bu iri yapılı 'eski' arkadaş, bütün Kore'ye uyuşturucu satıyordu.

En sonunda bol parasıyla kurumsal marketlere de ulaşmaya başlayınca yok edilmesi gerektiğini düşünmüş olmalılardı.

Yongsuk, kızı içeri buyur etti sonunda.

Evin dışı harabe olsa bile içi lüks denilen evlere taş çıkarırdı.

"Gören de bir şey saklıyorsun sanacak Suk-ssi."

Kız tam içeriye adımlarken onu omuzlarından tuttu ve karşı mutfağa doğru çevirdi.

"İçerisi... Biraz dağınık da." Ensesini kaşımıştı bunları söylerken.

"Sorun değil benim için."

Mutfak masasına oturdu ve içecek bir şeyler hazırlamaya çalışan adamı izlemeye başladı.

Arkasını dönüktü.

'Sırtından bıçakla' diye haykırdı içindeki ses.

'Hayır, hayır' diye temkin etmeye çalıştı ama içindeki o lanet olası ses asla susmuyordu.

İç sesine karşı gelebilmesi genellikle zor oluyordu ve bunun için kendini eğitmeye çalışıyordu, ne var ki başarılı olduğu da pek söylenemezdi.

Yongsuk, sakince elindeki kupaları masaya koydu ve karşısındaki kızı inceledi.

Deri ceketi, açık saçları ve karanlık gözleri...

"Ne iş yapıyorsun peki?"

Kızın ağzını açmasıyla afalladı.

"Hmm, ben, ben bir şirkette çalışıyorum."

Ardından hatırlar gibi ekledi.

"Muhasebe. Muhasebe bölümünde."

"Bu ev peki?"

Dudağını ısırdı ve düşündü. Paniklediği belli oluyordu. Terli ellerini altındaki eşortmana sildi.

"Tamam," dedi kız, gülümserken. "Sormuyorum."

Saçma birkaç saniyeden sonra kız yine aralamıştı dudaklarını.

"Müzik dinlemeye ne dersin?"

"Müzik mi?"

Kafasını aşağı yukarı salladı ceketini çıkarırken. Kırmızı kazağını görünce ona yakıştığını düşünmeden edemedi Yongsuk.

Telefonunu masanın üzerine bıraktığında çalan şarkıyla anlamazca kızın yüzüne baktı adam.

Twinkle Twinkle Little Star çalıyordu.

"Gerildiğin zaman insanı rahatlatıyor. Lütfen bir dene."

Adamın arkasına geçti ve parmak uçlarını boynunda gezdirmeye başladı.

Yongsuk, bunun nereden çıktığını anlamasa da ürperdiğini kabul etmeliydi; Baeseul'un değişik bir aurası vardı.

Şimdi ise omuzlarını sıkmaya başlamıştı.

"Rahat, öyle değil mi?"

Yongsuk, başını salladı memnuniyetle.

Şarkı huzur verici çocukluk masumiyetini anımsatıyordu ve, bu hoştu.

Baeseul, yavaşça adamın kulağına eğildi ve ılık nefesi onu diken diken ederken konuştu.

"Parayı bulduğundaki gibi huzur verici, hm?"

Sesi asla neşeli çıkmıyordu az önceki gibi.

Gözleri büyümüştü şimdi Yongsuk'un.

Kız, cebindeki çakıyı çıkarır çıkarmaz sırtına sapladı adamın.

Onu canından ederken kırpmıyordu bile gözlerini.

Yongsuk'un beyaz atleti Baeseul'un bıçağı sürekli saplaması yüzünden beyaz nokta kalmaksızın kırmızı rengini almıştı.

"Kasların boş çıktı, Yongsuk." Nefesi kesilmek üzereydi.

Şarkı halen devam ediyordu.

Bir çocuk masumiyetinde.

Ama artık kimse masum değildi.

Tıpkı gece gibi zıt, tıpkı gece gibi karanlık ruhlardı hepsininki.

Deadly TasteHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin