3; letters, goodbyes and he

836 135 53
                                    


hammali navai, ты моя химия (ty moya khimiya.)



anna'nın ulusal kaynaklardan aldığım bilgiye göre namjoon teorisini yaşamayan asla bilemezdi. sadece bir teori olarak kalmasının sebebi de buydu zaten; onu sadece bu teoriyi ileri süren anna yaşamıştı. ondan başka hiç kimse onu yaşayamadığı için de namjoon bir teori olarak kalmıştı.

bu dünyada yapmayı sevdiğim sayılı şeyler vardı; eski zamanların kitaplarını okurdum, onlardan beğendiğim kelimeleri ya da paragrafları kesip namjoon'la uyuduğumuz yer yatağımızın yaslandığı duvarın hemen soluna yapıştırmayı çok severdim. sonra geceleri ona o kelimeleri ve paragrafları okumayı da. ben durmadan bir şeyler anlatırken onun saçlarımı okşayarak uykuya dalmasını ve benim ona kızmamı.

sabahın köründe onunla antikacıları gezmemizi ve gece gündüz hayvan gibi çalışıp topladığımız parayı antikacılarda harcamamızı, eve döndüğümüzde aldığımız şeyleri yerleştirmemizin ve eski dönemde yaşıyormuşuz gibi hissetmemizi. bazen öyle konuşup birbirimizle dalga geçmemizi, film izlerken onun parmaklarının saçıma gitmesini ve ben onun soluklarını hep ensemde hissedişimi. her şeyin fotoğrafını çekmesini ve buna kafayı takmasını ve benim de onu sessizce izleyişimi ve onun işi bittiğinde bakışlarının bana kaymasını ve bana gülümseyişini ve o an onu öpmek sevdiğim sayılı şeylerdendi.

ve ben en çok, o bir şeyler yaptığında onu sessizce izlemeyi severdim.

çektiği fotoğrafları bilgisayara geçirip onları düzenlediğinde yaptığı işe pür dikkat odaklanan onu izlemeyi; işine odaklandığı için çatılan kaşları, hafif aralık dudaklarından aldığı sakin nefesleri, gözlerini kırpmadığı için titreyen kirpikleri ve ara sıra dilini alt dudağının üzerinde gezdirişi. öne doğru eğildiğinde onunla birlikte eğilen kolyesinin geri yerine döndüğünde tenine çarparak sallanışı. bazen çok fazla eğildiği için tutulan boynunu ovması ve kafasını geriye atarak kısa süreliğine gözlerini eski tavanda gezdirişi.

detaylar; onu harika kılan en güçlü silahıydı.

ve o silah beni hep on ikiden vuruyordu.

kim namjoon bir teoriydi, hep var olan ama hiç kimsenin ispatlayamadığı o teori. onu sadece benim fark etmem ve ispatını sadece kendime saklamam ise dünyanın en dehşetli bencilliği olabilirdi ama bencillik bile olsa benimdi.

bugün, günlerce sadece uzanarak boyası dökülen eski tavanı izlediğim yatağımızdan kalkarak duş aldım. bir haftanın sonunda, artık yıkanmaya inanmayacak bir boyuta geçerken bedenimden akan suyun nasılda seni hatırlattığını ve bu hissi sevdiğimi fark ettim.

bilirsin sen ve bana dokunuşların hep su gibiydi; dokunuşlarını tenimin üzerinde hissederdim ama onları sonsuza kadar avucumda tutamazdım.

sonra evi temizledim. salondaki ayakkabı izlerini, mutfağı, banyonu, yatak odasındaki dağınık eşyaları ki, çoğunluluk senin öylece fırlattığın kıyafetlerindi. hep acelen olurdu ve sen asla evi toplamazdın.

kırdığın çoğu şey vardı mesela. sakarın tekiydin. bu yüzden hatta bir keresinde kavga etmiştik ve sen kırabileceğin en son şeyi, sana olan sevgimi kırmıştın.

dudağında, kaşında ve göbeğinde piercing'i olan koyu kahverengi saçlı, romeo ve juliet düşmanı kim namjoon; aslında en az charlie chaplin kadar sakar ve en az onun kadar acı doluydu.

bilirsiniz, chaplin bir kez seyirciye bir şaka yapmıştı ve herkes gülmüştü, ikinci kez yapışında birkaç kişi gülmüştü ve üçüncü seferinde gülen hiç kimse kalmamıştı. sonra chaplin durmuş ve demişti ki; aynı şakaya bile defalarca gülemiyorsunuz, öyleyse neden aynı şey için defalarca tekrar tekrar ağlıyorsunuz?

daima beyaz çoraplar giyen ve hitlere benzeyen bu adamı ve özlü sözlerini nereye bağlayacağımı merak ediyor olmalısınız çünkü ben de merak ediyorum. genelde ben konuşmaya başladığımda belirli bir konu seçmem, sadece konuşmaya başlarım. ne de olsa neden başlarsam başlayayım konunu ona mutlaka getirecek ve onun gidişiyle bitirecektim. sonra ağlamaya başlayacaktım. önemli olan konu değildi; onun her konunun içinde kendine yer edinmesiydi ki, bunu layıkıyla başarıyordu.

ve kim namjoon defalarca aynı şeyleri kırmaktan asla vazgeçmedi. evimizdeki antika tabakları ve kupaları, vazoları, tabloları ve evet -nasıl oldu bilmiyorum ama- perdeyi kırıp durdu.

her şeyi kırıyordu.

her şeyi elinden düşürüyordu.

her şeyi yanlışlıkla parçalıyordu.

evin temizliğini bitirdikten sonra sana ait olan her şeyi kocaman siyah bir çöp poşetine toplamıştım ve onları ağır oldukları için sürüyerek iki sokak aşağıdaki çöpe atmıştım.

eve geri döndüğümde kapıdan içeriye giremedim; bir şeyler değişmiş gibiydi.

tabii siz yaptığım onca temizlikten sonra tabii ki bir şeyler değil çoğu şey değişmiş olacak diyerek kafama sopa geçirebilirdiniz ama bunu yapmadan önce dört saniyeliğine durun ve lafımın arkasını dinleyin.

değişen şey eşyalar değildi, duygulardı.

evimiz çok boş hissettiriyordu. onun duvarları kaplayan fotoğrafları yoktu, kitaplıktaki kitapları, koltuğun üzerine gelişigüzel fırlatılmış kıyafetleri, daima kaybolan ve hep tuvalette bulduğumuz sigara paketleri yoktu.

salonun ortasındaki ayak izleri gitmişti.

kim namjoon bu kez gerçekten gitmişti.

sonra ne yaptığımı kestirebiliyor musunuz? kestirmeyin lütfen; eğer siz anlarsanız benim anlatmak için olan bütün hevesim kaçar. bu yüzden kestiremiyormuş gibi yapın.

çünkü ondan bana geriye kalan tek şey; onun hakkında konuşmaktı. fazlası değil.

hayır canım, tabii ki mutfakta yemek yapmak için ilerlemedim ve boş evde çıplak bir şekilde dans etmek için bir girişimde bulunmadım.

siz tam olarak bunları düşünmüş olabilirsiniz ama ben ayakkabılarımı daha çıkarmadan kapının ağzında ağlayarak geri çıktım ve iki sokağı hıçkıra hıçkıra koştum. komşularımız eskiden onunla beni gördüklerinde hep çocuklarını eve sokarlardı ama bu kez eminim ki kendileri de çalılıkların arasına saklanacaklardı. deli gibiydim.

attığım çöp poşetini aldığım gibi tekrardan onu eve kadar sürüklemiştim ve kırılan bazı eşyalarla birlikte hepsini geri yerine bırakmaya başlamıştım.

ters çıkarılmış pantolonları, bir kolu içerideki gömlekleri ve teki uzay boşluğunda kaybolan çorapları olduğu gibi yerlerine geri bırakmıştım. fotoğrafları duvara geri yapıştırmıştım, kırılsa da onun sevdiği küçük heykelleri masaya ve televizyonun önüne geri koymuştum. evi havalandırdığım için yok olan kokusunu parfümlerini evin içine boşaltarak geri getirmiştim. her şeyi, her şeyi geri getirmiştim, sabahtan itibaren evi temizlemeğimin bir önemi kalmayacak kadar her şey eskisi gibi olmuştu.

ama ne yazık ki, geri getiremediğim tek şey salondaki ayak izleriydi. onun giderken arkasında bıraktığı tek şey.

ve ben, onu geri getirememiştim.

goodbye without bye, namjoonHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin