Gözlerinin içine bakmaya cür'et edemedi.
Yutkundu.
Ona öylece bakmaya devam ediyordu. Gözlerinde aslında hiçbir duygu yoktu sanki. Tıpkı ölü gibiydi, belki de birazdan ağlayacak gibi. Tepeden tırnağa bembeyazdı, saçları ve kirpiklerine varana kadar. Uzun boylu, uzun saçlı, dik duran bir kadındı. Dudakları hiç konuşmuş veya konuşacakmış gibi görünmüyordu. Öylece, onun o an nasıl göründüğünü tahmin edemediği yüzüne bakıyordu. Durdu, bekledi, kız kıpırdamayınca arkasını dönüp yerleri süpüren upuzun etekleri rüzgarda savrula savrula, uzaklaşmaya başladı.
Kendine gelip peşinden gitti. Birkaç büyük adımda kızdan yaşça büyük olduğu belli olan kadına yetiştikten sonra, yine büyük adımlar atarak yanında yürümeye başlamıştı. Sonunda cesareti gelip de dili çözülüverince, "Beni nereye götürüyorsun?" diye sordu.
Yanıt vermedi. Aynı hızlı adımlarla, çıplak ayaklarıyla kızıl yaprakları hışırdata hışırdata yürümeye devam etti. Saygıda kusur ettiğini düşünerek, "Beni nereye götürüyorsunuz, sayın hanımefendi?" diye sordu en nazik sesiyle. Yine yanıt yoktu.
İnat edip peşinden gitti. Nereye gittiği, onu gerçekten alıp almadığı, gerçekte kim olduğu gibi şeyleri umursamadan, ardını aramadan, merak etmeden peşinden yürüdü. Yakınına geldiğinde fark ettiği üzere elbisesi danteldi. Rüzgar her dikişinden giriyordu belli ki. Üşüyor olmalı, diye geçirdi içinden. Yedi sekiz dakika kadar yürüdükten sonra, nefesi kesilmeye başlamıştı. Kadının ise hiçbir şeyi yok gibiydi. Bu gibi durumlara alışık olduğunu farz etti.
Akşam iyice çökmüştü. Ateş böcekleri ayaklarının altında yanıp sönüyor, onlara yol gösteriyorlardı. Bunu fark edebiliyordu. Çünkü ateş böcekleri hangi yönde yanmaya devam ederse, kadın o tarafa gidiyordu.
Sonunda, son derece sessiz ve hızlı bir yürüyüşün ardından, kadın durdu. Kız nefesini düzene sokmaya uğraşırken, kadın kızın ne zaman önüne geldiklerini anlayamadığı, dumanı tüten, taştan bir kulübenin ahşap ve son derece dayanıksız görünen kapısını çaldı. Kapı beklemeden açıldı.
Neşe dolu, cıvıl cıvıl bir ses, "Hoşgeldiniz, növum," dedi kapıyı açar açmaz. Sarışın, kıvır kıvır saçlı, çilli bir genç kızdı bu. Boyu kadının aksine Elvi'nin boyuna daha yakındı, muhtemelen yaşı da öyle. Elini içeriye doğru uzatıp girebilmeleri için yolu açtı. Elvi kadına yol vermek için kenara çekilip bekledi, tık yoktu. Sarışın kızın öksürmesiyle arkasına baktı, kadın gitmişti.
Kızın gözlerinin Elvi'yi içeri davet ederken ve o şaşkınlıkla içeri girerken üzerinde olduğunu hissetti. Belki de ona acıyarak bakıyordu.
İçerideki kırık dökük, en az kırk senelik koltuğa oturdular. Kız ayaklarını toplayıp vücudunu ona döndürdü. "Adın ne?" diye sordu. Dümdüz bir şekilde. Garipti fakat utana sıkıla, "Elvi," dedi duyulmayan bir sesle.
"Elvi mi?" dedi, heyecandan oldukça uzak olduğuna emin olduğu sesiyle. Beğenmemiş miydi ki, anlayamamıştı o an. "Ben de Brina. Brina Gørdselovnå," dedi yeniden heyecanlı sesine kavuşarak. Elvi konuyu değiştirmeye kararlıydı. Tam ağzını açacakken ayağa kalktı, ufak çıtırtılarla yanan küçük sobanın üstünden kaynayan çaydanlığı aldı, kendine tıpkı çaydanlık gibi porselen bir fincana çay doldururken, "Sen de ister misin?" diye sordu.
"Ah- evet, olur tabii, " dedi Elvi. Çayları alıp az önceki yerine tekrar oturdu. Fincandaki çayı höpürdeterek içerken aynı zamanda serçe parmağı da havadaydı. Civciv sarısı kıvırcık saçları, o kıpırdadıkça hareket ediyordu. Elvi çayıdan bir yudum aldı. "Burası neresi?" diye sordu acı mı acı çayı yuttuktan sonra. Bilgiç bir öğretmen tavrıyla yanıtladı, "Benim evimdesin, bana verilen evde." Onu sormadığımı açık edecek bir bakış gönderdim. Hemen toparlanıp istediğim cevabı verdi. "Saecularia elbet. Dünya'da değilsin."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Saecularia: Kaybolan Ruhlar
Fantasía"neresi olduğunu bilmediğin bir yerde nasıl daha fazla kaybolabilirsin ki?" Dünyalar bitiyor, yeni dünyalar başlıyordu. İnsanlar ölüp hayata başlıyor, nefes alıp uyuyorlardı. Gözlerini kırpıştırıp, ellerini sallıyorlardı. Korku, mutluluğu çürütür...