gözüme bak bu bir itiraf

100 7 13
                                    

W.

14.00

Gözlerimi yavaşça açmaya çalışıyorum ve açar açmaz yüzüme hücum eden beyaz ışıkla tekrar yumuyorum.

"Sonunda! İyi misin? Ağrın var mı? Neden bayıldın? Hastalığın mı var?"

Kulaklarıma dolan kadife ses ile gözümü tekrar açmak istiyorum ama ışık başıma korkunç bir sancı yapıyor. Elimi yüzüme siper yaparak gözlerimi açarken oda karanlıklığa bürünüyor. "Özür dilerim. Seni rahatsız eden başka bir şey var mı?" Karanlıkta yüzünü seçmeye çalışırken vurma sesi duyuyorum. Galiba başına vuruyor. "Kahretsin, doktora haber vermeyi unuttum. Hemen geliyorum."

O kim? Neden buradayım?  Kendime geldiğimi hissederken düşünmeye başlıyorum. Olanlar yavaş yavaş gün yüzüne çıkarken, "Hayır!" diye bir feryat koparıyorum. Hayır, hayır. Olamaz. "O çocuk..." Kapı açılıyor ve onunla birlikte birkaç kişi daha odaya giriyor. Hemşire ışığı açıyor ve başım yine isyan etmeye başlıyor. "Rahatsız oluyor, kapatsak olur mu?" Bayılma sebebim, güneş çocuk konuşuyor. Beni düşünüyor. Beni düşünüyor. Beni.  Artık ben de konuşmalıyım diyerek elimi kaldırıp sallıyorum. "Gerek yok, alıştım." Gözgöze geliyoruz ve ben 2 saniyeden fazla bakamıyorum, çünkü o muhteşemlikte kaybolacağıma eminim.

"Merhaba, Jeon Wonwoo. Nasıl hissediyorsun?" Başımı aşağı yukarı sallıyorum. "İyiyim, her zamanki gibi." Tebessüm ediyorum. Ben zaten hep yalan söylerim. Doktor gülerek hemşireye birkaç şey söylüyor. İnanın tek kelime dahi anlamıyorum. "Ne zamandır yemek yemiyorsunuz?" Doktorun sorduğu soruyla yemek diye bir şeyin varlığı o an aklıma geliyor. Gözümü kısıp düşünmeye başlıyorum. "Hatırlamıyorum, unutkanım hem de çok. Yemek yemeyi sevmiyorum ve sevmediğim şeyleri daha çabuk unuturum." İsmini bilmediğim ama gönlümü çoktan kaptırdığım çocuk konuşuyor. Düşünceme gülüyorum. İsmini bilmiyorsun ama seviyorsun. "Nasıl unutursun bunu? Yemek yemek temel ihtiyacımız, hiç karnında mı gürüldamıyor?" Dediklerine karşı ben de dahil odadaki herkes gülüyor. "Sakin olun, Minghao Bey." Hemşire gülerek onun koluna dokunuyor.

Minghao, Minghao, Minghao. Güneşimin ismi Minghao. İçimde bu ismi tekrar ederken üstümdeki örtüyü kaldırıyorum. "Gitmek istiyorum." Ne olduğunu kimse anlamıyor. "Hastanede kalamam, taburcu edin beni lütfen."

Beni dışarıdaki banka oturtup işlemleri halledip gelirim diyen bayılma sebebim olan çocuğu bekliyorum. Ah, aslında bayılma sebebim açlıkmış ama ben bunu kabul etmiyorum. Ben kendimi bildim bileli açım. Her şeye. Huzura, mutluluğu, sevgiye... Ve onunla karşılaştığım an kalbim sevgisizliğe daha fazla dayanamadı. Biliyorum, yoruldu onu sevmeyenleri sevmekten. İşte bu çocuk da onlardan biri.

"Gidebiliriz. Hazır mısın?" Sesi gülümsememi sağlarken başımı sallayıp oturduğum banktan kalkmama yardım ediyor. Gülüyor. Meleklerin gülüşü böyle demek. "Seni sırtımda taşıyabilirim istersen." Kafamı olumsuzca sallıyorum. "Hayır, gerek yok. Sen de çok zayıf gözüküyorsun." Belimi daha sıkı kavrıyor. "Evet öyle olabilirim ama çok güçlüyümdür." Duruyorum. Duruyor. Güldüğü için kısılan gözlerine bakıyorum. Birkaç saniye sonra gözlerimiz buluşuyor. Gökte bir yıldız kayıyor, kalbimi delip geçiyor. Çiçekler açıyor ve mevsimlerin en güzeli bahar geliyor. Gizlenmesi, kapatılıp kilitlenmesi gereken sözler birer birer dudaklarımdan süzülüyor.

"Ben..." diyorum. "Ben galiba âşık oldum."

Şaşırıyor. Ben de şaşırıyorum. Belimi bırakıp boynuna attığım kolumu indiriyor.

"Bu..." diyor. "Bu biraz hızlı oldu."

🌻🌻🌻

küçük prens yolunu kaybetmişti - wonhaoHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin