W.
19.00
Mutsuzum. Hayatımın en güzel günlerini yaşıyorken nasıl mutsuz hissettiğimi anlamayabilirsiniz ama enikonu düşününce neden böyle hissettiğimi, bu hayattan daha ne istediğimi anlayabilirsiniz. Kalbim. Kalbimin yorulduğunu hissetmeyen tek hücrem dahi yok. Yorgunluğun ne anlama geldini şu sıralar fark ediyorum. Eskiden kilometrelerce yürüdüğümde soluklanmak için bir nehrin kenarına kendimi bıraktığım zaman bacaklarımda hissettiğim acı yorgunluk değilmiş, dostlarım. Asıl yorgunluk, şu an çektiğim ruhsal olarak kalbimi saran hismiş. Minghao, çok düşündüğüm için bu kadar yorgun hissettiğimi söylüyor. Haklı. Fakat söyleyin dostlarım, nasıl düşünmeden durabilirim ki? Bizi, geldiğimiz noktayı, adım attığımız hayatı, yürüdüğümüz yolları, aldığımız kararları, yaptığımız eylemleri, en önemlisi sonumuzun ne olacağını ve daha nicelerini düşünmeden nasıl rahatça yaşayabilirim? Bu kadar mutlu olmak size de ters gelmiyor mu? Hayatımızı herhangi bir kötü olay olmadan, tek bir acı çekmeden yaşamak tuhaf değil mi? Ah, kimin hayatı tamamiyle güzel geçmiş de bizim geçecek! İşte bu da sinirlen-
Cümlemi tamamlayamadan Minghao'nun sesini işitiyorum. "Neye sinirlendin sen?" Elindeki kahve bardağıyla koltuğa kendini atarken onu süzüyorum. "Sinirli olduğumu nereden anladın?" Kafasını sallayıp çapkın bir gülüş yolluyor bana. "Âşk çocuğuyuz bugüne bugün." Sinirimi yatıştıran şeker gibi etki ediyor, anında yumuşuyorum ama ona belli etmeden, "Dalga geçme benimle çocuk," diyorum. Defterime tekrar döndüğümde ayak adımlarından yanıma yaklaştığını anlıyorum. Sağ kolumun bileğine hafifçe, her zamanki naifliğiyle dokunuyor. Parmaklarını yavaş hareketlerle elime çıkarıp kalemi benimle birlikte tutuyor. Kulağıma eğilip, "Bütün duyguları vücudunun her zerresiyle yaşıyorsun. Kalemi biraz daha sıkarsan kırılacak, bırak. Öfkeni tutma, dök içindekileri. Bu hayatta insanın kendine yaptığı en büyük kötülük haykırması gerekenleri içine atmaktır, Wonwoo," diyerek doğruluyor ve gevşettiğim parmaklardan kalemimi alıyor. "Ben ne yapmam gerektiğini bilmiyorum, düşünmeden duramıyorum. Her saniye beynimde kötü senaryolar tekrarlanıyor. Mutlu son bize imkansız." Kalemi masaya fırlatıyor, Minghao'yu ilk kez sinirli görüyorum ama muhteşem kontrolüyle saniyeler içinde normal haline dönüyor. Kalemi eline alıp deftere bir şeyler yazıyor ve masaya oturuyor. Saçlarımı okşarken, "Bazı şeyleri zamanından önce düşünmemelisin. Her şey vaktinde olunca güzeldir." Masadan inip oturduğu yere defteri bırakıp gidiyor. Açıp açmamak konusunda kararsız kalıyorum. Gözümü kapatıp derin bir nefes alarak sayfaları çeviriyorum. Mükemmel, düzenli el yazısıyla yazdığı cümleler kalbimdeki yorgunluğu hafifletiyor. "Sevgi, hayatımızı kötülüklerden uzak tutmak için en güçlü duygudur. Ve ben seni seviyorum."
Minghao her zamanki köşesinde, camın önünde, elinde fırça resim çiziyor. Ben ise karşısında bir heykelin hareket edebildiğine şahit oluyorum. Muazzam olan her detayı hayatta olduğuma inanmamı zorlaştırıyor. Bazı zamanlar sinirleniyor ama bu sinir saatler önce gördüğüm sinirle aynı değil. Bana sorarsanız bunlar pembe yalanlar gibi pembe sinirler. Eline bir kez daha boya sürdüğünde önce gökkuşağına dönen eline, sonra kaşlarını çatan Minghao'ya bakıyorum. Koltuktan kalkıp yanına yaklaşıyorum ama beni fark etmiyor. Resim yaparken kendini bile unuttuğuna eminim. Paleti eline almak için eğilince tuvalın önüne geçiyorum, doğrulunca fırçayı tuvale uzatıyor ve tişörtüm mor boyayla buluşuyor. "Kör olmuşsun haberin yok." Gözlerinin büyümesiyle şaşırdığını anlıyorum. "Sen ne zaman geldin?" Elindeki paleti alıp yanındaki sehpaya bırakıyorum. Bana yaptığı gibi bileğini tutup kulağına yaklaşıyorum. "Bana kendini sıkma demiştin, şimdi sen yapıyorsun. Rahat ol, Minghao. Ben varım ve resimlerin harika. Her şey güzel, en çok sen." Deminden beri dilimin ucundaki iltifatımı da ettikten sonra elindeki fırçayı alıp boyalı elini tutuyorum. Bazı boyaların ıslaklığından dolayı benim de elime boya bulaşıyor ama kimin umrumda? "Neden, niye bunu yapıyorsun?" Küçük elini incelerkem bazı boyaların altındaki yara bantlarıyla karşılaşıyorum. "Ne zaman oldu bu?" Üstünde yeni sürdüğü boyalardan dolayı tam belli olmayan yara bandını gösteriyorum. "Dün gece sen uyuduktan sonra boyaları çıkartırken kanattım, önemli değil." Kaşlarımı çatıp sinirle bakıyorum, elinden tuttuğum gibi koltuğa oturuyorum. "Anlat."

ŞİMDİ OKUDUĞUN
küçük prens yolunu kaybetmişti - wonhao
Fanfiction...ve ben kaybolan birinin çoban yıldızıydım. '270120 '050320