Birinci Bölüm: Unutulmayacak Bir Gün

8 0 0
                                    


Öteki, parmağının ucunu yavaşça dolaştırdı bıçağın keskin sırtında. Yüzünde, gözlerinde tarif edilemez bir ifade vardı. Gergin, yorgun ve hiç rahatlamamış. Oysa rahatlarım sanıyordu, rahatlarım. Kurbanının çığlıkları deliliğini araladı, hırsına yenik düşmüştü, hırsına yenik düştüğünü kabulleniyordu şimdi. Şimdi gördüğü yansımada bir akıl tutkununun -kendinin- yanılgısı vardı, yenilmişliği; hırsına yenik, acısına yenik, kıskançlığına yenik, yenik. Öteki, parmağının ucunu bıçağın tepe noktasına bastırdı, bir damla koyu kan süzüldü çelik yol boyunca, öylesine sessizdi ki artık her şey, damlanın soğuk beton zemine çarptığını duydu şimdi. Tek bir düşünce geçti aklından: "beni buraya ne getirdi?"

Elleri tir tir titriyor, parmaklarında kan akışı durmuş, parmak uçları sarıya çalarken eklemleri kan tutmuş, çürük et morluğunda ve soğuk. İrkiliyor birden, sanki bilmediği bir görünmez el değmiş gibi tenine, irkiliyor. Soğuk, çok soğuk... Sırtında incecik bir hırka, nasıl düştü bu yola? Kırık camlı bir araba hatırlıyor, az sonra yanmıştı. Yanan koltukların boğucu dumanı, elleri uyuşuyor, bin parçaya ayrılan ön camın bedeninde açtığı yaralar, kaşı hâlâ kanıyor. Tek bir düşünce var aklında:

"Beni buraya ne getirdi?"

Birinci Bölüm: "Unutulmayacak Bir Gün"

"Bir bedende iki kişiydiler; biri katildi."

Dört Ocak

Eylül, her zamanki gibi pencere kenarında oturmuş, kucağındaki klavyeyi dövercesine basıyordu harflere. Her bir kelime bir sonraki doğururken, sayfalar birbiri ardına çoğalırken Eylül rahatlıyordu. "Bu bir zihin mastürbasyonu" demişti birisi yazma edimi için, pek çirkin bulmuşsa da bu metaforu doğruluğunu kavrıyordu yazdıkça. Yazdıkça rahatlıyordu. Bir karakter yaratıyordu, bir karakter yaratmak en sancılı süreçti onun için, acaba sevecekler miydi birbirlerini? Neleri göze alacak, kaç gece uykusuz kalacaktı karakteri için? Telefonu çaldı, arayan Eda'ydı. Açıp açmamak arasında gidip geldiği saniyeler arasında açmış bulundu artık. Eda küçük şeyleri dert eden birisiydi, dakikalar boyunca anlattığı elle tutulur tek bir şey olmayan türden biri. Ama aslında onda bir derinlik vardı, Eylül'ün "yazar" ruhunun görmekten hoşlandığı türden bir derinlik. Sanıldığı kadar sığ, sanıldığı kadar yüzeysel birisi değildi Eda. O bir şeyin temsiliydi, cılız bedenine özgürlük mücadelesi türünden bir şeyler sığdıran birisi. Eylül dakikalarca dinledi onu, nihayet telefonu kapattığında tüm ilhamı da kaçmıştı, bilgisayarı kapattı. "Belki bir kahve yapma zamanı gelmiştir" diye düşündü, çok sık kahve içerdi. Öyle çok kahve içerdi ki onu tanıyan herkes kafein bağımlısı olduğunu sanırdı ama değildi, Eylül pek öyle bir şeylerin bağımlısı olan birisi değildi.

Bir kez daha çaldı telefonu, elindeki kahve kavanozunu bir kenara bırakmadan aceleyle açtı:
"Efendim?"
"Konuşmamız lazım." Eylül bu sesi tanıyordu ve nefret ediyordu.
"Hiç sanmıyorum."
"Bu önemli, bu önemli Eylül."
"Bak-"

"Biliyorum. Seni gördüm, biliyorum." Eylül hiçbir şey söylemedi hâlâ tek eliyle tuttuğu kahve kavanozu düştü parmakları arasından.

                                                                                            2

İki Şubat

Sabahın çok erken saatleriydi ve bu saatler meditasyon yapmak için en ideal saatlerdi Gizem'e göre. Birkaç tütsü yaktı, doğan güneşi, ne getireceği asla bilinmeyen yeni günü selamlamak için bağdaş kurdu, gözlerini kapadı. Evet, günün ne getireceğini bilemezdi ki eğer olacakları öngörseydi birkaç saat sonra olacaklarda nasıl bir rolü olduğunu da görebilirdi. Mesela gözlerini birkaç saniye daha açık tutsa kendisini izleyen Öteki'ni görecekti ve çok yakından tanıdığı bu katili selamlamak için ayağa kalkacak, cam kapıyı açacak: "bu saatte burada ne yapıyorsun?" diyecekti ona. Öteki afallayacak, bir şeyler uyduracak ya korkup planlarını gerçekleştiremeyecekti ya da gerçekleştirse bile polis sorgusunda Gizem; "aslında o sabah garip bir şey yaşadım" diyecek ve onun adını verecekti, böylelikle polisin gerçek bir şüphelisi olacaktı üstelik bu şüpheli katilin ta kendisiydi! Ama bunların hiçbiri olmadı. Öteki kendisini izlerken Gizem gözleri kapalı bir şekilde yeni günü selamlamaya devam etti, gözlerini açtığında ise her şey için çok geçti, karşısında bomboş bir bahçe vardı.
Birkaç saat içinde çoktan meditasyonunu ve kahvaltısını yapmış, üzerine mavi dar bir kot ve beyaz ince bir kazak geçirmiş, aslında katılmayı hiç istemediği büyük doğum günü partisi için eskimeye yüz tutmuş bisikletine atlamıştı. Magazinin gündemini bir süre meşgul edecek bir doğum günü olacak, diye düşünüyordu Gizem ancak bu küçük bir tahmindi, bu doğum günü belki de yıllarca konuşulacaktı.
Alayazı, ülkenin en zenginlerinin yaşadığı kasaba olarak tanımlansa da bu bir bakıma yanlıştır. Güneyde yer alan Alayazı, iki kısımdan oluşur. İki kutupludur Alayazı. Bir kutbunda -ki bu kutba "Batı Kanadı" denir- ciddi anlamda zengin insanlar yaşar, ultra zengin insanlar. Bu insanlar statü sahibidir, prestijlidirler, iktidara yakın isimlerdir. Kasabanın kurucu ailesi Soysallar'ın büyük malikanesi burada bulunur, yüzme havuzları, spor salonları, barlar, kulüpler ve birkaç özel okul vardır Batı Kanadı'nda. Elitin zevkine göre inşa edilmiştir, küçük nezih bir şehir gibidir. Batı Kanadı'nı, "Aşağı Yaka" denilen diğer kutuptan ormanı yarılayan uzunca bir patika yol ayırır. -Eylül bu patikaya "kast yolu" diyor- Aşağı Yaka; Soysal Ailesi Batı Kanadı'nı kurmadan önce de var olan, eski bir ilkokulu, sağlık ocağı ve polis karakolu, gösterişten yoksun dar sokakları, Soysal Ailesi'nin işlettiği ucuz kafeleri ve yine Soysal Ailesi'ne ait olan bir maden ocağını içinde barındıran diğer kutuptur. Sosyal Ailesi'nin statüsü burada daha güçlüdür, Aşağı Yaka'nın halkı onların "doyurduğu" işçilerdir çoğunlukla ve bu yüzden onlara özellikle Davut Ekrem Soysal'a tapınırlar.
İşte şimdi Gizem, Kast Yolu'nun yukarısına doğru tırmanıyordu, Aşağı Yaka'nın derme çatma evleri arasından geçen kirli sokaklarından, Batı Kanadı'nın nezih ferah bahçelerine çıkacaktı. Ne zaman bu ormanı aşsa, "iklim bile değişiyor" diye düşünürdü. "Güneş, Aşağı Yaka'da bu kadar parlak doğmuyor, her yer bu kadar yeşil, hava bu kadar temiz değil orada." Haksız da sayılmazdı. Aşağı Yaka'da çekirdek kabuklu zeminleriyle can sıkan parklar vardı, maden ocağından ve kışları kurulan sobalardan ötürü hava daima isli olurdu.
Patikanın sonundaki güvenlik kulübesine gelince durdu Gizem, iki kutbu ayıran patikada böyle bir kulübe vardı ama yalnızca özel davetlerde burada güvenlikler olurdu, mesela devlet erkanından birileri teşrif ediyorsa mutlaka güvenlikler olurdu, koruma araçları ve hatta bazen dronelar da. Öyle zamanlarda her isteyen Batı Kanadı'na giremezdi.
"Dolunay'ın doğum günü şerefine buraya bir güvenlik dikmek ne büyük ahmaklık!"diye düşündü, "ne büyük kibir!" Düşüncelerini bastırarak:
"Gizem Güneyli" dedi, "Dolunay Soysal'ın doğum gününe davet edildim."
İşleri o kadar da ciddiye almayan güvenlik görevlisi, elindeki listeye şöyle bir baktıktan sonra, girmesi için işaret etti ve Gizem yoluna devam etti.
Soysallar'ın ev demenin yetersiz kalacağı kadar devasa malikanelerinin önünde durdu, bisikletini park etti, ön kapıya yaklaştıkça Dolunay'ın memnuniyetsiz sesini duymaya başladı.
Kapıyı açan hizmetçi kadın, Gizem'i parti için ayrılan alana götürdü. Burası Dolunay ve kuzeninin genelde partilemek için kullandığı bir tür kulübe idi. -öyle bir kulübe ki ortalama bir ev büyüklüğünde- Gizem güldü, gerçekten çok saçmaydı. Bir sürü kırmızı gül ile "21" şeklinde devasa bir balon, büyük ihtimalle sırf Dolunay instagrama bir-iki fotoğraf koysun diye bir köşeyi süslemişti ve bu daha hiçbir şeydi. Dolunay Soysal, en genç iki varisten birisi olmanın verdiği şımarıklık ile donatılmıştı, pek çok insan gibi arkadaşlarının yapacağı küçük bir pasta kesme ile yetinmeyecekti elbette, kendi "sürpriz" doğum gününü her bir ayrıntıya kadar kendisi planlayacaktı. Yine birileri fotoğraf çekilebilsin diye bir duvara Dolunay'ın güzel bir fotoğrafı resmedilmiş, hemen altına da -sosyal medya diliyle- bir "etiket" ile: "#DolunaySoysal21Yaşında" yazılmıştı. Gizem, bal rengi gözlerini ayrıntılar üzerinde gezdirirken bir sesle irkildi:
"Ay neredesin Gizem!" Eylül ve Aral yakın arkadaşları olarak sabahın köründe Dolunay'ın kapısını çalmış, bir şeyleri düzenlemekle uğraşıyorlardı. İkisinin de azarlandığı ve ne yaparlarsa yapsınlar Dolunay'a beğendiremedikleri her hallerinden belliydi, gergindiler.
"Geldim işte yahu" dedi yumuşak bir sesle "saat daha dokuz!" Dolunay'ın mavi gözlerinden ateş fışkırıyordu. Dolunay'ın en iyi yaptığı iki şey; çok çabuk sinirlenmek ve sinirini korkusuzca göstermekti şüphesiz.
"9:32 canım neredeyse 10 oldu! 'Sabah gelin' diyorum 10'da geliyorsunuz, ne kadar çok şey yapılacak biliyor musun? İki saattir burada gülleri dizmekle uğraşıyoruz, sen ortada yoksun! Bilsem hiç çağırmaz-" Eylül, daha fazla devam etmesine izin vermeden araya girdi, Gizem'i kolundan tuttu ve:
"Gel kanepe yapmama yardım et" dedi. Gizem çok bozulmuştu ama belli etmedi, etse ne olacaktı ki?
Eylül'le birlikte kanepe yaparlarken bir an sessizleşti geçen yılki doğum gününü düşündü; diğer tüm günler olduğu gibi o gün de işteydi, garsonluk yapmış, herkes gittikten sonra ise bulaşıkları yıkamış, yerleri silmiş epey bir yorulmuştu. Nihayet akşam mesaisi bittikten sonra tam kafeyi kilitleyip çıkacakken Eylül'ün organizasyonunda bir pastayla çıkagelmişti arkadaşları yanına. Gizem çok sevinmişti, neredeyse tüm yorgunluğunu atmıştı. Beş arkadaş pastayı yemiş, bir şeyler içmiş giderlerken Eylül orada kalıp kendisiyle birlikte toparlamıştı ortalığı. Gizem, şimdi karşısında duran, elindeki kürdana bir şeyler takan küt kahverengi saçlı kıza gülümsedi, Eylül'ü çok seviyordu. Dolunay ise teşrif etmemişti doğum gününe.
"Ya, Eylül'e söyledim 'burada kutlayalım' diye, inat etti. Aşağı Yaka'ya uğramayı sevmiyorum, hemen fotoğraflarımı çeken birileri çıkıyor, takipçiler falan, rahatsız oluyorum" diye açıklamıştı neden gelmediğini ve eklemişti: "hediye almak istedim ama şimdi bir şey alacağım beğenmeyeceksin, ne gerek var, alacağım hediyenin parasını çantana koydum, sakın itiraz etme, kendine benim yerime bir şeyler al." Gizem çok utanmıştı, sanki ondan para istemiş gibi mahcup olmuştu ama bir-iki çıkıştıysa da çantasında bulduğu yaklaşık bin lirayı geri de veremedi çünkü ihtiyacı vardı, parayı annesine vermişti, böylece ev kirasını o ay o parayla karşılamışlardı, arta kalan birkaç yüzlükle de yine ev için alışveriş yapmışlardı.
Gizem, o gün orada Dolunay'ın evinde, Dolunay'ın ihtişamlı hayatına bakarken bunları düşünüyordu; sağda solda bir şeyler yapmak için koşuşturan hizmetçiler, her bir köşesi özenle süslenen bu devasa kulübe, daha şimdiden biriken ve bir kenara yığılan paket paket hediye... bir de sabah; "Gizem! Harçlığın var mı, al kızım şunu" diye eline 20 lira sıkıştıran annesi, içi buruktu.
Eylül de durgundu ondan beklenmeyecek kadar durgun üstelik. Eylül, neşesiyle tanınır, sıcaktır, sempatiktir, ön planda olmayı sevmese de kısa sürede onu tanıyanların hayatının merkezine yerleşmek gibi bir huyu vardır. Hemen herkes en çok Eylül'ü sever, hemen herkes en çok Eylül'e güvenir.
Eylül o gün, erkenden kalkmış en iyi arkadaşlarından birisi olarak Dolunay'a yardım etmeye gelmişti. Aslında Dolunay'dan ziyade evin çalışanlarına yardım ediyordu. En ufak bir şeyden dolayı günde 40 kere azarlanan bu insanların her birinin adını ve hikayesini bilirdi Eylül. Mesela bugün burada oradan oraya koşuşturan saçları örülü, üzerindeki giymesi zorunlu olan siyah kısa eteği aşağı doğru çekiştiren kızcağız Ceylan'dı. 25 yaşındaki Ceylan yeni nişanlanmıştı, çeyizine bir şeyler alabilmek için hizmetçilik yapıyordu, evlendiğinde işi bırakacaktı. Mutfakta kahve içerlerken bunu Eylül'e anlattıktan sonra korkmuş:
"Eylül, n'olursun bunu Soysallar'a söyleme, Dolunay Hanım'a bir şey dersen vallahi beni evden attırır" diye yalvarmıştı. Eylül, suratını buruşturmuş:
"Aşk olsun yahu!" diye kızmıştı ona. "Ne zaman yaptım öyle bir şey?"
Eylül, sabahtan beri Ceylan ile beraber bir şeylere koşturuyordu, birlikte yerleri silmişler, koltuklara Dolunay'ın seçtiği kumaşları geçirmişler, balonları şişirip tek tek gülleri dizmişlerdi. Birileri de sürekli olarak mutfaktan bir şeyler taşıyordu, Eylül bir ara bunlara da el atacakken Dolunay:
"Ay, bırak hallederler onlar. Gel selfie çekilelim" diye engel olmuştu. "Unutulmayacak bir gün olacak."
Öyle de oldu: Dolunay Bozluca, 2 Şubat'ta haftalarca konuşulacak 21. doğum gününden sonra bir daha görülmedi.
Gecenin ilerleyen saatlerine doğru; tüm Batı Kanadı gençleri ve Aşağı Yaka'dan da Gizem gibi 3-4 kişi gelmiş, onlarca fotoğraf çekilmiş, bir sürü pahalı hediye verilmiş, danslar edilmiş, yoğun miktarda alkol alınmıştı.
Ekrem Soysal, doğrudan kulübeye bakan odasının balkonundan sinirle izliyordu olanı biteni. "Kepazelik" diye düşündü, "bir sürü ergenin bahçemde bağırıp çağırmasını dinlemek zorunda mıyım?" Gözleri Dolunay'a takıldı, elinde bir şarap şişeyle ortaya geçmiş, şuh bir tavır içinde dans ediyordu. Onu bu şekilde, şehvetle sallanırken görmek rahatsız etti dayısını, Ekrem Soysal, "aptal" diye düşündü. "En az annesi kadar aptal." Daha fazla dayanamadı, perdeyi çekip içeri geçti.
Dolunay, gerçekten çok fazla içki içmişti, zil zurna sarhoş olmuştu ve çok çişi gelmişti, eğer arkadaşları, izleyebilseydi daha sonra utanacağı ve silmelerini isteyeceği o videoları çekerken, Dolunay'ı durdurdu Eylül. O sadece iki şişe Tuborg içmişti, gayet yerindeydi aklı. Ortada erotik şekilde elbisesini çetiştirerek dans etmeye çalışan Dolunay'ın belini kavradı, çevresini halka şeklinde çeviren diğerleri hâlâ video çekmeye devam ediyorlardı.
"Hadi, tamam, herkes telefonları indirsin" dedi, "Ne yapacaksınız ya, kızın sarhoş hallerini internete mi yükleyeceksiniz?"
"Tamam anne!" diye seslendi birisi, herkes güldü. Eylül, Dolunay'ı tuvalete kadar götürüp yüzünü yıkamak istedi, bu sırada Öteki, Dolunay'ın peşindeydi. Dolunay ihtiyaç gidermek için tuvalete yalnız girmek isteyince, Eylül, Gizem'i bulmak için ayrıldı, çok sıkılmıştı. Dolunay'ı Gizem'e emanet edip, eski sevgilisinin de olduğu bu partiden kurtulacaktı. Ancak bu mümkün olmadı çünkü o da birilerinin radarındaydı. Tam kapıya geldiğinde birisi kolunu kavradı; Yavuz Mert Soysal ya da arkadaşlarının kullandığı isimle Mars.
Koyu kahve gözlerini, Eylül'ün simsiyah gözlerine kilitledi.
"Nereye?" Eylül Mars'ı itekledi.
"Uzak dur." Mars kahkaha attı, kolları arasında vahşi bir hayvan vardı sanki; kıpır kıpır ve her an saldırıya hazır. Eylül, her iki bileğinden kendisini yakalayan adamdan kurtulmanın yolunu aradı, burnuna yoğun miktarda bira kokusu geliyordu, gerildi. Mars, kafasını saçlarına gömüp onu koklamak istediğinde, kafasıyla onun burnuna vurdu.
"Siktir git!" dedi, hızla uzaklaştı. Mars, bir an için iki büküm oldu, doğrulduğunda burnundan süzülen kan dişlerini boyayana kadar güldü.
Eylül nihayet Gizem'i bulduğunda çok şaşırdı. Gizem hiç olmadığı kadar sarhoştu halbuki hiç içki içmezdi. Belki 1-2 bira, o kadar. Şimdiyse bir yerde sızmıştı, yanında kusmuk vardı. Cebindeki telefonu titriyordu, annesi telaşlanmıştı belli ki. Eylül ne yapsa bilemedi, telefonu yerine koydu.
"Gizem? İyi misin?" onu sarsarken Gizem tekrar kusacak gibi öğürdü, Eylül o zaman partiden ayrılamayacağını anladı, Gizem'i klozete kusmaya götürdü. O an aklına bir şey geldi: Dolunay neredeydi? Şöyle bir etrafına bakındı, Dolunay ortalarda yoktu.
"Gizem, Dolunay'ı gördün mü?" Gizem anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı, gerçekten kendinde değildi. Gizem kusmayı bitirdiğinde Eylül onun yüzünü yıkadı, nihayet salona döndüklerinde herkes bembeyaz bir suratla telefonuna bakıyordu.
"N'oldu?" diye sordu Eylül. Şimdi eskisi kadar alaycı görünmeyen Mars:
"Dolunay" dedi. Eylül, kollarında uyuklayan Gizem'i kanepeye bıraktı.
"N'olmuş Dolunay'a?" Birisi "siktir" diyerek telefonu Eylül'e uzattı, ekranda bir video vardı. Bir youtube videosu:
Videoda, Dolunay, elinde şarap şişesi ile dans ediyordu.
"Ya, Allah kahretsin! Atmayın şu videoları dedim size."
"Eylül!" Mars, ne diyeceğini bilemiyordu. "İzle." Eylül, gözlerini devirdi, ekrana tekrar baktı. Dolunay'ın kalçalarına ve çıplak bacaklarına zoom yapan video birden uzaklaştı, uzaklaştı da uzaklaştı. O kadar uzaklaştı ki, Eylül çekimin evin içinden yapılmadığını fark etti, şaşırdı. Video ilerlerken bu sefer yavaş yavaş yaklaştı Dolunay'ın görüntüsü, ama bu sefer ekranda dans eden sarışın bir kız yoktu. Bahçede kapüşonlu birinin boynuna bıçak tutarak sürüklediği bir Dolunay vardı. Ağzı siyah eldivenli bir elle kapatılmış Dolunay birkaç saniye sonra sürüklene sürüklene kadrajdan çıkarıldı. Eylül derin bir nefes aldı. Titreyen ellerinden kayıp düştü telefon, hiçbir şey söylemedi.

KIZ VE KURTHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin