sırtımı siyah deri koltuğa dayamış, kolumu ise dizime koymuş bir şekilde yerde öylece oturuyordum.
birkaç saat önce bedenimi ele geçiren öfkenin yaptırdığı şeylerin sonucunda her yerimin kana bulanmasıyla kendimi yere atmış, aynen şu anda bulunduğum pozisyonda oturmuştum.
o an, hiçbir şey hissetmez olmuştum. tüm bedenimi ele geçiren öfke bile beni terk etmiş, karanlığımla baş başa bırakmıştı. elimden akan kanın, yeri kana bulaması umrumda olmamış, acı dahi hissetmemiştim.
boş gözlerle ne kadar süre karşımdaki deri koltuğu izlemiştim bilmiyordum ama odanın kapısı aniden açılmasıyla bilincimin yerine geldiğini hatırlıyordum. taehyung'un endişeli sesini duyduğumda ise saatler sonra boş bakışlarımı koltuktan ayırıp farklı bir şeyin üzerine, taehyung'a çevirmiştim.
o dakikalar ise ben ne olduğunu anlamayacak kadar hızlı geçmişti. taehyung elimdeki yaraları temizlerken, derinden kesilmediği için şükretmem gerektiği hakkında bir sürü zırvalıklar yaparak elimi sarmıştı. ardından karşımda duran deri koltuğa yerleşmiş, sessizliğime ortak olmuştu.
böyle durumlarda insanlar gibi bir ton soru sormak yerine, hiçbir şey demeden yanımda öylece oturmasını seviyordum. beni tanıyor oluşunu seviyordum.
"sen içeriye nasıl girdin? kapı kilitliydi." donuk bakışlarımı taehyung'un gözlerine sabitlemiş, saatlerce konuşmadığımdan dolayı çatallaşmış sesimle bu sorunun cevabını merak etmediğim halde konuşmak için konuşmuştum.
"yedek anahtar diye bir şey var." sert ses tonuyla verdiği cevap kulaklarıma iliştiğinde kaşlarım istemsizce çatılmıştı. taehyung'un bana karşı ilk defa bu ses tonuyla konuştuğunu duyuyordum.
"neyin var senin?" bu söylediğime karşılık sinirini belli eden bir ifadeye bürünmüş ve koltukta hafif kayarak eğilmiş, kollarını dizine dayayıp ellerini önünde birleştirmişti.
"siktir etsene," kendi kendine mırıldandığını duyduğumda kaşlarım iyice çatılmıştı. "şu anda senin anlatmanı beklemeyip soracağım yoongi..." keskin bakışları bakışlarımı delip geçtiğinde sabrının taştığını anlamıştım. "derdin ne senin? bu hal ne? neden bu haldesin min yoongi?"
sorduğu sorularla dudaklarımın arasından histerik bir kahkaha kaçmış, bununla birlikte taehyung'un sinirden çenesinin kasıldığını fark etmiştim. "bir derdim yok taehyung. ben de neden bu halde olduğumu bilmiyorum. yalnızca öfkelendim."
taehyung sinirle solumuş, "o sikik öfkeni kontrol edecektin o zaman yoongi. kendine zarar vermeyip o öfkeni kontrol edecektin," diye çıkışmıştı.
"sen ne diye bu kadar sinirlisin, rahat dursana." taehyung'un ben konuştukça daha çok sinirlenir gibi bir hali vardı. en sonunda benim bu tavırlarıma katlanamazcasına ayağa kalkmış, "siktir git yoongi. ne bok yiyorsan ye," tüm sevgi sözcüklerini sıralayarak, cam parçalarının üzerine basmış ve odadan çıkmıştı.
bu benim için mi sinirlenmişti yani? halbuki ben kendime bilinçli zarar verecek bir insan değildim. öfkeden gözüm dönmüştü ve o an yaşadıklarımı dahi zar zor hatırlıyordum.
insanları kırıyorsun min yoongi. bencilsin.
siktir oradan.
beynimin içinde yankılanan sesle hızlıca ayağa kalkmış, ani kalkışımdan dolayı gözlerim karardığında bir süre gözlerimi yumup öylece beklemiştim. kendime geldiğimde gözlerimi açmış, cam kırıklarının üzerinden geçerek adımlarımı aşağı, bar kısmına ilerletmiştim.
merdivenlerin sonuna geldiğimde köşedeki masalardan birinde bizimkileri görmüştüm. artı bir de hun'un tam yanında oturan jimin'i.
yüzümde hiçbir mimik oynamamış, boş bakışlarımla yanlarına ilerlemiştim. içerisi bomboş olmasına bakılırsa saat epey geçmişti. o halde jimin'in hala burada ne işi vardı?
"tam olarak üç buçuk saattir ortalıkta yoksun yoongi. meraklandık."
hoseok'un söylediğine aldırış etmeden boş bakışlarımı jimin'in üzerine sabitlemiştim. "sen niye hala buradasın?" sert çıkan ses tonuma içten şaşırsam da umursamamıştım. şu an hiçbir şey umrumda değil gibiydi.
"seni merak ettim yoongi." ismim dudaklarının arasından çıkıncı histerik bir sırıtma dudaklarıma yerleşmişti. hun'un bakışlarını üzerimde hissettiğimde ters bakışlarımı ona yönlendirmiş, ardından tekrar jimin'e dönmüştüm.
"ben iyiyim. şimdi gidebilirsin, fazlasıyla geç oldu." sesimde ve bakışlarımda hiçbir ifade yoktu. yalnızca bakmak için bakıyor, konuşmak için konuşuyordum.
jimin oturduğu yerden kalkıp tam karşıma geçtiğinde bakışlarının daha öncekilerine nazaran farklı olduğunu gördüm. sert bakıyordu. sert ve oralarda bir yerlerde öfkeli bir bakış görüyordum.
"alnımda aptal mı yazıyor min yoongi? elinin hali pek de iyi olduğunu göstermiyor."
evet, park jimin. sen bir aptalsın.
istemsizce kaşlarım çatılmış, jimin'in şu anki haline anlam vermeye çalışıyordum.
benim için endişeleniyor gibi gözüküyordu. eh, bu normal bir şeydi, arkadaşlar birbirleri için endişelenebilirlerdi elbette. sorun şu ki, bakışları farklıydı.
jimin'e cevap vermek yerine bakışlarımı hun'a çevirmiştim.
"götür onu buradan." emir verircesine konuşmam hoşuna gitmemiş olacak ki kaşları çatılmıştı. ama şu vardı ki, bu da pek umrumda değildi.
kimseyle göz teması kurmadan adımlarımı kapıya doğru ilerletmiştim. burası beni boğmaya başlamıştı ve ben fazlasıyla sıkılmıştım artık.
dışarıya çıktığımda rüzgarın yüzüme çarpmasıyla derin bir nefes almıştım. içerideki boğucu havadan kurtulduğum için rahatlamıştım ama hala beni sıkan bir şeyler vardı.
adımlarımı hızlıca otoparka ilerletmiş, geldiğimde ise oyalanmadan arabama binip gaza yüklenerek otoparkdan ayrılmıştım.
ardımda bıraktığım yakıcı sesle birlikte dikiz aynasından gördüğüm hun'un kolları altındaki tanıdık sima bir şeyleri düşünmeme sebep olmuştu.
düşünme min yoongi. düşündüğünde kafayı yiyecek gibi oluyorsun.
elimde olan bir şey değildi...
o halde kafayı yemeliydim.
💫
beğenmeniz dileğiyle.
💕