hangi akılla bu şeyi yapmıştım bilmiyordum ama kesinlikle aptallığıma veriyordum.yaklaşık on dakika önce taehyung'un söylediği kafeye gitmek adına evimden çıkmış, özel mülklerimden birisiyle o kafeye gitmek yerine bir taksiye atlamıştım. buraya kadar da bir sorun yoktu elbet lakin içimde anlam veremediğim boktan bir ses taksiye binmemin on dakikanın ardından inmemi ve geriye kalan yolu yürüyerek gitmemi, kafamı dağıtmamı söylemişti.
aklımı sikeyim ki o lanet olası sesi dinlemiş ve taksiden inmiştim.
şimdi ise yarım saattir tepedeki güneşe küfürler savurarak ilerliyordum.
aklım başıma geldiğinde tekrardan taksiye binmeyi denemiştim ama nadiren taksi geçen bu yolda, gördüğüm taksilerin hepsi doluydu.
kendime binlerce küfürler savururken görüş açıma giren kafeyle öfkemi dizginlemeye çalışıyordum lakin pek de başarılı olduğum söylenemezdi.
tanıdık melodi kulaklarıma ulaştığında ceketimin cebindeki telefonu çıkarmış, aramayı yanıtlamıştım.
"geldim." taehyung'un bir şey demesine izin vermeden telefonu yüzüne kapatmış, adımlarımı kafeden içeriye doğru ilerletmiştim.
ilerideki uzun masada bizimkileri otururken gördüğümde aralarındaki fazlalığı fark etmem içimdeki öfkeyi ortaya çıkarsa da olabildiğince dışarıdan bir şeyi belli etmemeye çalışıyordum.
"gözümüz yollarda kaldı yoon," bakışlarımı aramızdaki fazlalıktan çekmiş, sesin sahibine çevirmiştim. "bana olan sevgine hayranım joon," diye karşılık vermiştim gülerek.
namjoon dediğime karşılık gözlerini devirerek güldüğünde ben, jimin'in karşısındaki boş olan yere geçmiştim.
"normalde bu masada yedi kişi olması gerekirken şu anda sekiz kişinin olması aramızda fazlalıkların olduğunu gösteriyor..." bakışlarımı kolunu jimin'in sandalyesinin arkasına atmış hun'a çevirmiş ve gözlerimi ondan ayırmayarak sözcüklerimi bir bir sıralamıştım.
"bir fazlalık olduğunu düşünüyorsan, fazlalığın yok olması için kapı orada min yoongi, gidebilirsin." hun, bana meydan okurcasına gülerek konuştuğunda tek kaşım havalanmış, dudaklarımın üzerinde alay dolu bir sırıtma yer edinmişti.
"tam beş senedir bu masadayım choi hun. senin ise jimin'le kaç aydır çıktığının pek bir öneminin olmamasıyla birlikte bizim yanımıza yalnızca bir haftadır gelip giden yeni yetmeden başka bir şey değilsin." sözcüklerimi rahat bir tavırla sıralamam hun'un sinirlerini bozmuş olacak ki oturduğu sandalyede doğrulmuş, dirseklerini masaya yaslayıp öne doğru eğilmişti.
o çabuk öfkeleniyordu, ben ise ondan daha hızlı bir öfkelenmeye sahiptim. ama aramızdaki fark, onun öfkelenmesini anında belli etmesi, benim ise içimde her ne kadar öfkeden kuduran bir min yoongi olsa da bunu dışarıya yansıtmamamdı.
bir diğer farkımız ise üniversitenin ilk senesinden bu zamana kadar jimin ve hoseok hariç diğerleriyle beş senedir bu masada olmamdı. hoseok ile bir sene önce tanışmıştık ve onunla da fazlasıyla yakın olup bu masaya dahil etmiştik. ardından jimin'le tanışmış, bu kısa sürede onunla da iyi anlaşmış ve onu da aramıza dahil ermiştik lakin hun, asla aramıza ait olamayacaktı, her ne kadar olmaya çalışsa da asla olamayacaktı. bunu kendisinin de çok iyi bildiğine emindim.
"hyung! ileriye gitmiyor musun sence de?" hun tam ağzını açmış bir şey diyecekken jimin'in bana karşı ani çıkışıyla alaycı bakışlarım ona kaymıştı.
işte bu, bardağı taşıran son damlaydı.
öfkeni kontrol et min yoongi.
"sevgilinin kendini savunabilecek yaşta olduğunu düşünüyorum park. araya girmemelisin."