Yalnızlığı kendimi geliştirmenin tek yolu olarak gördüm. Ama çevremde olup biteni kaçırmak ve yanımdan akıp giden hayat nehriyle yüzümü yıkamamak da bana aptalca geliyordu.
.
.
.
Hiçbir yere ait olmayanları iyi tanırım. Her yere aitmiş gibi davranırlar.
.
.
.
Eğer hatıralara sesler ilave etmezsem uçup giderler. O seslerle anımsamak dünyayı. Gereken bu.
.
.
.
Ama kim kimi kurtarabilmişti şimdiye kadar? Beni kim kurtaracaktı? "Kurtuluş" dedim. Ankara'da bir mahalle. Fazlası değil.
.
.
.
İnsanların icadı, kolay ve acısız bir sömürü yoluydu politika. Tıpkı bütün diğer insani kurumlar gibi. Para gibi. Hepsi bu. Fazla heyecanlanmamak gerekiyordu. Gerektiğinde lehte kullanılmalı, oyunun içinde ayrı bir oyun kurulmalıydı. Ben de öyle yaptım. Faşist, demokrat, fundemantalist, anarşist, komünist, saltanat taraftarı. Hepsi oldum. Ve hepsinin karşılığını aldım. Huzur. Biraz huzur ve rahat bırakılmak için Black Panther'lerle aynı fikirde olabilirdim. İlkesizlik bana sihirli geldi. Prensipsiz yaşamak. Rahatını bozmamak için açlıktan ölmeyi tercih etmek. Dilsiz taklidi yapmak...
.
.
.
Ama biliyorum, izin vermeyecek insanlar rahatça kendimizi yok etmemize. Arkadaş olacaklar. Âşık olacaklar. Sırdaş kesilecekler başımıza. Robinson'un bile yanına Cuma'yı veren dünya, üzerinde yaşayan bütün insanları tanıştırma gibi hastalıklı bir saplantıya sahipken uzak kalmamız çok zor olacak gündüzün ve gecenin seslerinden...
.
.
.
Gerçek şu ki, dünyaya binlerce yıldır hakim olan insanlık, din kitapları esas alındığında, sakat bir ırktır. Hastalıklıdır. Kardeşlerin birbirleriyle çiftleşmesinden üremiştir. Ve diğer bir gerçekse, dünyaya gelen, bilimin hasta olarak nitelendirdiği çocukların, otistiklerin, spastiklerin ve sakat olarak tanımlanabilecek insanların aslıda Adem ve Havva gibi görünebilme, gerçek atalarımız olma ve insanın ilk yaratıldığı biçimde olma ihtimalidir.
.
.
.
Bilemezlerdi benim geleceğimi. Onlar bir çocuk istediler ama ben geldim! Dünyaya en az değer veren insan. Onlar normal bir çocuk istediler, eğitim görüp, meslek sahibi olacak, gururlanacakları. Ama ben geldim. Bilemezlerdi bir canavar büyüttüklerini. Onların suçu değil. Ve benim onlara acı çektirmem vicdanen yasal değil. İşte bu yüzden sadece onları düşündüm. Başka kimseyi değil. Ölmelerini arzuladım. Benim dönüştüğüm adamı görüp üzülmemeleri için. Ailemin evindeki yatak uyuyabildiğim nadir yerlerden biriydi. Ama ben kan kustum oraya. Bilemezlerdi... Annem bilemezdi dünyanın sonunu doğurduğunu...
.
.
.
Oysa otopsisi yapılmış bir bedeninki kadar boş bir beyinle ne kadar mutlu olurdum, diye düşünüyorum.
.
.
.
Ölüyü gömmek de dostluk, aşk gibi kavramları yalanlayan en büyük doğa geleneği. Ki bu gelenek hayatta kalana unutmayı emrediyor. Unutmak için toprağa gömmeyi. Yoksa kokutuyor cesedi. Çürütüyor gözlerinin önünde artık nefes almayan dostunu, sevgilini...
.
.
.
Eğer okuyamasaydım kimsenin ne düşündüğünü bilemezdim. Dünyanın döndüğünden habersiz olurdum. Ve her şeyi kendim keşfederdim. Cehaletimi bilemek harika olurdu. Ve tırnaklarımla kazıyarak öğrenebildiğim çok az ama bir o kadar da keskin ve kesin bilgiyle ölür giderdim. Kafamda hiçbir kuşku olmazdı. Sadece kesinlikler cirit atardı bedenimde. Hak ederek elde ettiğim, sadece düşünerek ulaştığım kesinlikler...
.
.
.
Varlığıma nedensizlikten delirdim ben. Hiçbir nedeni kendime yakıştıramadığımdan. Hepsini giydim. Hiçbiri olmadı. Hepsi dar geldi. İnansaydım herhangi birine, uğruna gerekirse dünyayı kan gölüne çevirirdim. Okyanuslar kırmızı olurdu. Pıhtılaşmış kanlardan siyah dağlar yükselirdi. Ama inanamadım. Bir türlü inanamadım...
.
.
.
İçimde büyük bir nefret var. Herkese yetecek kadar. Üçüncü Dünya Savaşı'nı çıkartacak kadar. Herkesi öldürecek kadar. Dünyanın havasını indirecek kadar! Bunları yazacak kadar... Nereye kadar? Ölene kadar!..
.
.
.
İlkellik mıknatıs gibidir. Dev bir mıknatıs. Biz istemesek de, vücudumuzdaki demir ona doğru gider. Beynimize işlenmiş bir ilkel insan dövmesiyle doğarız. Yemek, uyumak, bağırsaklarımızdakileri çıkarmak dışında yaptığımız her şey fazladandır. Üremek dahil. Geriye kalan her şey uydurulmuştur. Dünya uydurulmuştur! Caddeler, evler, giysiler... Her şey! O üç eylem dışındaki her şey! Aşk, siyaset, tıp, savaş. Bunların hepsi insanoğlunun boynuna astığı aksesuarlarıdır. Teker teker hepsinden kurtulunur ve üç ana eyleme dönülürse insanlık kendini hatırlayacaktır. Bunların yerine getirilebildiği dev bir yatakhane olmalıydı dünya...
.
.
.
Üstadın ölümü doğduğunda başlamış ve dünyada görülmüş en uzun süren intihar olarak tarihe geçmiştir. Bugüne kadar yaşamış insanların arasında ölümü en acılı olanıdır. Çünkü yaşayarak ölmüştür. Yaşayarak intihar etmiştir. Yazarak. Hiç durmadan. Kitap yazması kendisi için fazla tehlikeli olmaya başladığında ise mektuplar yazmıştır. Binlerce sayfa! Sanki her biri farklı bir insanın kaleminden çıkmış binlerce mektup... Bazıları silahla, bazıları siyanürle, bazıları çatılarından atlayarak. Bazıları da yaşayarak! Ki sonuncusu en acı veren ve en yavaşıdır. İnsanın canı o kadar yanar ki birkaç yıl sonra hiçbir şey hissetmemeye başlar. Ama ufak bir hata, ufak bir çabuk ölüm arzusu bütün acıları yeniden başlatır. Ve beyin kabuğunu nasırlaştırmak yine yıllar ister. Üstadın intiharı ve yeryüzündeki can çekişi altmış sekiz yıl sürmüştür.
.
.
.
Aşık oldukları halde okullarına, işlerine giden, sanki hiçbir şey değişmemiş gibi davranan insanlardan hep iğrenmişimdir. Midemi bulandırır vasat sevgililer. Tabii aslında onları da anlamak gerek! Ait oldukları burjuva sınıfının bir gereği olarak kontrolsüz hareketin en büyük düşmanı olmaya mecbur bırakılmışlardır. Kontrolsüzlük, anormal farklılık, bütün bunlar korkutucu gelir burjuvaya.
.
.
.
Sen, Baudelaire'in bahsettiği kötü tohumsun. Sen, cehennemin üzerine kurulduğu arsanın hissedarı olacak kadar kötüsün. Şeytan bu yüzden göz yumuyor yaptıklarına ve seni hayatta tutmaya çalışıyor, bütün oynadığın ölüm oyunlarına rağmen. Ölüp de onun yerine göz koymaman için!
.
.
.
"Seni anlıyorum" demek büyük bir yalandır. Kocaman bir yalan. Kimse kimseyi anlayamaz ve tanıyamaz dünyada.
.
.
.
Üçüncü Dünya ülkelerinde insanlar arabalarını, kamyonlarını boyarlar, üzerlerine resimler çizip, yazılar yazarlar. Çünkü Üçüncü Dünya ülkesi insanı bindiği makineyi icat etmemiştir. İcat etmediği için de yakın hissetmez kendini. Sahibi gibi görünmesi, karakter kazanıp kişileştirilmesi gerekir arabanın. Kullandığı her ithal makineye isim takıp sadece kendine has şekil ve yazılarla damgalaması, Üçüncü Dünya'nın asla yok olmayacağını gösterir. Birileri, sahip olduğu aleti boyamaktan vazgeçene kadar da yok olmaz!..
.
.
.
Elimden geleni yaptım. Ama hiçbir şey. Tek bir ses, tek bir fısıltı bile gelmedi kulaklarıma. Ne yapmak istediğini bilmemek kadar acı verici bir şey daha yoktur. Ne istediğini bilememek insana verilmiş en yırtıcı işkence türlerindendir.
.
.
.
Yalnız kaldım. Kalabildim! Altı milyarın arasında doğdum. Ve hiçbirine çarpmadan geçtim aralarından...
.
.
.
Her duvarı tuğla tuğla, inşa edenine yedirmeye kararlı insanlar tanıdım ben. Midesi bulandığı için seyretmekten, televizyonuna ateş edenleri gördüm. Çünkü anlamışlardı. En büyük duvarın, televizyon ekranı olduğunu. Ne geçebilirsin öbür tarafa, ne de duyurabilirsin sesini. Dünyanın en yüksek ve sağlam duvarı, televizyon ekranı!"
.
.
.
"Ben ağlamam" dedim kendime. Kurutamam gözyaşlarımı çünkü. Başlarsam duramam diye ağlamam. Bütün damarlarım, kemiklerim çıkar gözpınarlarımdan. Geriye tek bir derim kalır...
.
.
.
Sanki, dünyayı bacaklarının arasından çıkarmış bir kadın gibiydim. Her yerini ve her şeyini biliyordum, doğurduğu bebeğini tanıyan bir anne kadar... Her şeyi bildiğim için vasiyetimde tek bir cümle olacaktı: "Beni yüzüstü gömün. Çünkü yeterince gördüm!"
.
.
.
Eğer insanlar da bitkiler gibi, hareketlerini emirlere uyarak yapsalardı, hiçbir zaman eylemlerinden dolayı suçlanamazlardı. Tercihler yapabildiğimiz için suçlanıyoruz. Ya ahlakın içinde ya da dışındayız!
.
.
.
Sonra bir sürü hata yaptım. Yüzlerce. En küçüğünden en büyüğüne kadar. Birçok zaman teğet geçtim mutluluğa. Belki daha az düşünseydim, dokunabilirdim o sürekli duyguya ama mutluluğun, tatmin olmanın bir göz kırpması kadar kısa sürdüğünü anlamam zor olmadı. Uğruna hatalardan kaçınılacak bir bok değildi mutluluk!
.
.
.
Bildiğim en soğuk deniz. En çirkin deniz. Daha çok, içinde binlerce insanın savaşlarda boğulduğu bir kan ve çamur gölü hatırlıyorum o denizi düşündükçe. Avrupa'nın, üstünden geçmeye korktuğu için altını kazdığı o pis deniz... Afrika'dan başka hiçbir yerde yaşayamayacağımı anlıyorum yaşadığım uygar ülkeleri düşündükçe. Ben medeniyet istemiyorum. İçinde yok olacağım karambolü arıyorum.
.
.
.
Hayat, ölene kadar hissedilen zevklerden, çekilen acılar çıkarıldığı zaman geriye kalandır. Hayat=zevk-acı. Sonuç pozitifse yaşamışsındır hayatı. Negatifse ölmüşsündür doğduğun gün. Tabii bir de sıfır ihtimali var. Bu durumda ise zamanın yetmemiştir hayatı anlamaya. Erken ayrılmışsındır partiden, göremeden sonunu...
.
.
.
Dünyanın en ölü anlarından biri, garsonun masaya servisi...
.
.
.
Annemin konuşurken, arada bir döktüğü gözyaşları ruhumu temizliyor ama geçmişi silemiyordu. Sonsuz sevgisine o temizlenen ruhumun ihtiyacı vardı. Şeytanın annesiyle ortak bir kader paylaşan karşımda oturan insan, insanoğluna dair içimdeki umut fitilini alevleyebilecek tek canlıydı.
.
.
.
Ve insanoğlunun en büyük kötülüğü bende vücuda gelmişti. Yani kullanılmayanı unutmak. Gerçek bir hainlik!
.
.
.
"Yorgun musun?" bana sorulacak en yerinde soruydu. Evet, diye bağıran bir stadyum dolusu ses duydum içimde. Çok yorgundum. Herkesten çok. Yorgunluğum Tanrı kadardı.
.
.
.
Bir insanın yalnızlığı üzerine söylenecek o kadar söz vardır ki! O kadar büyüktür ki yalnızlık. O kadar kalabalıktır ki. Dünyayı dolduran canlılardan uzak bir hayat yaşamak ya da binlerce bedenin arasında olup hiçbirini dinlemeden ilerlemek.
.
.
.
Ben uğraşmıştım oysa! Normal olmak için çabalamıştım. Üretmeye, uyumlu olmaya çalıştım. Dünya ile aynı hızda dönmeye. Yapabildiğim kadarıyla benim düşüşüm en üst noktadan değil, hiçbir yerdendi. Hiçbir zaman yükseldiğimi hayal etmediğim için -çünkü buna kanıt olacak herhangi bir şey yaratmamıştım- düşüşüm de bir boşlukta gerçekleşiyordu. Hiçbir yerden hiçbir yere düşüyordum.
.
.
.
Yaralarla oynamayı becerememiştim zaten hiçbir zaman. Kimsenin kanayan dizine üflemedim şimdiye kadar.
.
.
.
Aslında elbet bir gün gerçekleşecekti ayrılığımız. Er ya da geç ayrılacaktı hayatlarımız. Ama böyle olmasını beklemiyordum. Çünkü bana sadece sinirlenip gitmiş olması fazlasıyla insani ve safçaydı. Sıkıldığı için terk etmiş olmasını tercih ederdim. Ya da uykusuzluktan kaçmış olmasını. Ama o toy bir genç gibi sadece kızmıştı bana. Varlığıma sinir olmuştu...
.
.
.
Herkesin kendisine göre bir hücresi var. Bazılarınınki daha genişse, neyi değiştirir? Mahkum olduktan sonra hayata, fark eder mi üçe üç bir oda ya da binlerce kilometrelik bir ülke?
.
.
.
Ben de sıyrılabildiğim her şeyden sıyrıldım daha uzağa gidebilecek kadar hafif olmak için. Ama olmadı. Terk ettiğim her şeyin ağırlığı binle çarpılıp, beynime yerleşti. Hafiflemek bir tarafa, daha da ağırlaştım. Söküp attıklarım tonlarca kabus olup döndüler bana.
.
.
.
Ben, çevresinde sevgi dolu insanlarla yaşayabilecek biri olmadığımı anladım. Ben, toplumun bana öğütlediği gibi konuşabilecek, yürüyebilecek, para kazanabilecek bir insan olmadığımı anladım. Ben, bir insan olmadığımı anlayabildim. Başka bir tür vardı içimde.Link:
https://www.soylentidergi.com/hakan-gundayin-kinyas-ve-kayrasindan-39-alinti/
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KİTAP ALINTILARI
RandomBütün hayatımızı yersiz çekingenliklerle mi geçireceğiz Olric? Cesareti yalnızca kafamızda mı yaşayacağız? -Tutunamayanlar . ... ..... ..... ... . Bende iz bırakmış yazarların kitaplarından, bağrından kopan alıntıları sizlerle paylaşacağım. -Sayfa...