BÖLÜM 8 : KARMAŞA (PART 2)

386 6 0
                                    

Yolda hafif adımlarla dolaşırken bir yandan da Defne'yi düşünüyorum. Şimdi odasında mışıl mışıl uyurken yarın kim bilir neler olacak. Ama bunu yapmak zorundaydım. Göz göre göre sevdiğiniz kişileri tehlikeye atamazsınız.
Soğuk tenime işlerken koşuşturmaya başlıyorum. 15dk koştuktan sonra helikopterin ışıklarını görüyorum. Tempomu artırıp helikoptere atlıyorum. Ama bir şey var. İçerideki adamı tanıyorum.
''Yine yollarımız kesişti,ha?''
***
''Kerem! Senin burada ne işin var?''
''Bilmem Çağrı. Ya da Berk mi demeliydim?
''Ker.. Kerem, ilk kez tanıştığım insanlara gerçek ismimi vermemeliyim. Özellikle İstanbul yönetimi beni ararken.''
''Anlıyorum,Çağrı. Her neyse, Defne nerede?''
''O gelmeyecek, bazı kararlar aldık da.''
''Anladım. Çağrı, ilk önce söylemeliyim ki gittiğin yer güvenli bir yer değil. Gidene kadar bizzat seni korumakla görevlendirildim. Ama Sentagon'a gidince seni kimin koruyacağını bilmiyorum.''
''Sorun değil,Kerem. Kendi başımın çaresine bakabilirim. Orası sorun değil. ama sadece bir şeyden emin olmak istiyorum. Bu olayı kimse bilmeyecek. Kimse. Bu konuda bana söz verebilir misin?''
''Oldu bil.''
Yarım saatlik bir uçuştan sonra beni bekleyen uçağa doğru yürüyoruz. Uçak çok eski gözüküyor. Kerem de biniyor. Uçağa vardığımızda,içinin dışı kadar eski olmadığını fark ediyorum. Kendimi bir koltuğa atıp uçağın kalkmasını bekliyorum. Ama düşündüğümden de gerginim.
''Çağrı,bir sorun mu var?'' diye atlıyor Kerem.
''Sorun değil,sadece ilk kez uçağa biniyorum da.''
''Ya da sen öyle sanıyorsun.'' Susuyorum.
Pilot, yolculuğumuzun iki saat süreceğini açıklıyor. Bu iki saatlik sürede uyumayı seçiyorum. Defne Sentagon'un uzak olduğunu söylemişti. Demek ki yanılmış.
***
Uçak inişe geçtiğinde sarsıntının etkisiyle uyanıyorum. Uçak gereğinden fazla sarsılıyor.
''Kerem, neler oluyor?''
''Ana havalimanına inmek için izin vermediler. Benzinimiz de bitmek üzere. Zorunlu iniş yapıyoruz. Sıkı tutun!'' dediği an kafam karşımdaki ekrana çarpıyor. Acının verdiği his korkularımı harekete geçiriyor. İstemsizce çığlık atıyorum. Kafamdan akan kan yanağımdan süzülüyor. Emniyet kemerini daha sıkı bağlıyorum.
''Ne zaman inecek bu uçak?!'' diye bağırıyorum.
''Dayan Çağrı! Az kaldı. İndiğimizde doğru siyah otomobile atla. Ben gelemezsem beni sakın bekleme!''
Başımı istemeyerek de olsa sallıyorum. Arkamıza yediğimiz darbenin etkisiyle -ya da benim öyle sandığım- yere yakın olan uçağımızın ön tarafı yere çakılıyor. Emniyet kemeri olmasaydı şu an ben de uçmuştum.
Kerem'le beraber uçaktan çıkıp otomobile doğru koşuyoruz. Otomobil gayet yeni duruyor. Direk ön kapıya atlıyorum.
''Çağrı arabayı sen sür! Bacağım yaralı!'' diye bağırıyor. Tereddüt etmeden sürücü koltuğuna geçiyorum.
''Mümkün olduğunca hızlı sür. İzinsiz girdik.''
***
Havalimanının çıkışına doğru hızla sürerken Kerem'den yön tarifi alıyorum. Arkamızdan bir araç daha kovalıyor. Umrumda bile değil. Yeter ki benim Çağrı Kutlar olduğum ortaya çıkmasın. Eğer ortaya çıkacak olursa, kendimi çoktan ölü gibi kabul edebilirim.
''Çağrı, şimdi sana vereceğim sahte kimlik ve pasaportu yanından sakın ayırma. Adın Marcos Ramirez. Klipto'ya hemen girmemeliyiz. Bize kesin pusu kurmuşlardır. Sentagon bu konuda çok hassas. Şuradan sağa dön. İzimizi kaybettirdik sanırım.''
''Şimdilik.''
***
Anladığım kadarıyla burada beni korumak için her şey düşünülmüş. Harabe gibi görünen bir yere giriyoruz. Şansımız iyi gitti ki izimizi çabuk kaybettirdik. Sentagon'un peşimizi hemen bırakacağını sanmıyorum ama en azından şu an yanı başımızda duran birileri yok.
Eve girdiğimizde, toz ve kir dolu bir ev bizi karşılıyor Gözüme çarpan ilk şey vitrindeki içkiler. Ama nedense hiçbiri daha açılmamış. Anlaşılan buraya uzun süre gelinmemiş ya da burada yaşayan biri oldukça pasaklıydı. Tozlu koltukların birine birkaç kez vurup üstüne oturuyorum. Kerem durmadan gözetliyor. Bacağından akan kan da cabası.
''Kerem,şuraya gel. Bacağın enfeksiyon kapmadan bir şeyler yapmalıyız. Enfeksiyon kaparsa o bacağı unut.''
''Şu an olmaz. Kim bilir kaç tane araç şu an buraya geliyor. Yakalandık Çağrı!'' diyip sızlanmaya başlıyor.
Yaklaşık 15 dakika süren ısrarlarımdan sonra yanıma gelmeye razı oluyor. Yanımızda ilkyardım çantası olmadığı için, yaranın üstüne vitrindeki bir içkiyi döküyorum. Kerem'in acı dolu sızlanmaları bu durumu daha kötü yapıyor. Yarayı temzilediğime emin olduğumda koltukların kumaşını biraz yırtıp tozdan arındırdıktan sonra Kerem'in yarasına sarıyorum.
''Çok iyi olmadı ama iş görür.''
''Teşekkür ederim,Çağrı. Ama benim kafam hala o adamlarda. Şu ana kadar bizi çoktan bulmuş olmaları gerekiyordu. Ya Sentagon polisleri çok aptal, ya da bir tuzağın içindeyiz.''
''İlk seçenek olmasını tercih ederim. Bu arada ben çok acıktım. Konserven yoksa buzdolabından şansına yemek yiyeceğiz.''
''2 tane olacaktı. Bekle,'' diyip çantasını karıştırmaya başlıyor. 5 dakika sonra ikimiz de boş konserve kutularını yok etmeye çabalıyoruz. Ne olur ne olmaz. Buranın teknolojisinin çok gelişmiş olduğu söylendi. Küçük bir kanıttan bile burada olduğum anlaşılabilir.
Hava kararmaya başladığında hala ortada tek bir adam görünmüyor. Kafam şu an öyle karışık ki Sentagon'a niçin geldiğimi bile bilmiyorum. Ne uğruna? O saçma öngörü yüzünden mi? En son gördüğümde beni bayıltmışlardı. Kim olduğunu bile bilmediğim biri yüzünden iki hayatı riske attım. Kendimi berbathissediyorum.
***
Sabah olduğunda ilk iş arabayı kontrol etmek, plakasını değiştirmek ve evden bulduğumuz kıyafetlerle yeni bir şeyler giymek oluyor. Sonuçta fotoğrafımız çekilmiş olabilir, sırf bu yüzden yakalanabiliriz ki yakalanacaksak bile bunun efsane olmasını istiyorum. Buraya boşu boşuna ölmeye gelmedim.
Arabaya bindikten sonra nedense içimde kötü bir his oluşuyor. Buradan kurtulamayacağım gibi mesela. Ama işin ucunda her şeyi öğrenmek var. Bundan güç alarak buradan tek parça halinde çıkacağım. Kerem'i ise bilmiyorum. Sonuçta onu yeni tanıyorum,beni kurtarmış olabilir ama ona da bu işte sonuna kadar güvenemem. Defne her şeyi anlatmadıysa tabii.
Bir saat süren yolculuğumuzda Klipto tepelerin ardından görünmeye başlıyor. Sayamayacağım kadar çok ve yüksek binalar birbiri ardına dizilmiş. Şehir o kadar gelişmiş duruyor ki, Klipto ile Yeni İstanbul'u karşılaştırmakta zorluk çekiyorum. Şehre giderek yaklaşıyoruz. Üstelik arabamız çok hızlı gidiyor. Kerem'in neden bu kadar hızlı gittiğini anlamış değilim.
Klipto'nun binaları daha görünür hale gelirken cebimdeki kimliğimi ve pasaportumu kontrol ediyorum. İçimdeki kötü his giderek artıyor. Sanki her an kötü bir şey olacakmış gibi kendimi savaşmaya hazırlıyorum. Evet,onlarca şeyin içinden yapabildiğim tek şey birilerini öldürmek. Ya da gizli işler yürütmek. Veya ilaç çalmak. Yapabildiklerim sadece kötü şeylerle sınırlı. Kendimi iyice kaptırmışken Kerem'in bana bağırmasıyla kendime geliyorum.
''Çağrı! Çabuk sahte pasaportunu ve kimliğini çıkar. İlerde polisler var. Şuradaki güneş gözlüklerini de tak. Kim olduğunun ortaya çıkmaması gerekiyor.''
Dediklerini yapıp sahte olan her şeyimi çıkarıyorum. Kerem silahımı alıyor. Koltuğunun yanındaki -daha benim bile fark etmediğim- bir bölüme koyuyor. Polislere yaklaşırken içimdeki kötü hisin burada bitmesini diliyorum. Polislere yaklaşırken kalp atışlarım hızlanıyor. Gözlüğü takıp torpidoda bulduğum şapkayı da kafama geçiriyorum. Polisleri artık sayabiliyorken içimde adımı tekrarlayıp duruyorum. Marcos Ramirez. Marcos Ramirez.
Polisler arabayı durdurup tahmin ettiğimiz gibi kimlik kontrolu yapıyorlar ama konuştukları dili nasılsa biraz anlıyorum. Polis bana pasaportumu ve kimliğimi vermemi işaret ettiğinde içimdeki kuşkularla beraber ona veriyorum.
Adam dışarı çıkmamızı söylüyor. Bu işte bir terslik var. Kuşkuyla Kerem'e doğru bakıp arabadan çıkıyorum. Evet. Artık bitti. Kesin anladılar.
Polis üzerimi kontrol ettikten sonra bena geri arabaya dönmemi işaret ediyor. Şaşırtıcı bir şekilde tepki vermeden arabaya dönüyorum. Normalde havalara uçmam gerekirdi. Bu işler benden duygu denen şeyi alıyor. Kerem'i de kontrol ettikten sonra arabamızın plakasına bakıyorlar. Artık beni aradıkları kesinleşti. İyi ki taktığım eşyalar varmış.
Kerem arabayı çalıştırıp yarım kalan hızlı yolculuğumuza devam ediyoruz. Ama şurada bir sorun var: Ben Klipto'ya gidince ne yapacağımı bilmiyorum. Cevabı Kerem'de umuyorum.
''Kerem,Klipto'ya gidince ne yapacağız?''
''Onu tam olarak ben de bilmiyorum ama Defne'nin söylediklerine göre bir öngörü görmüşsün ve gerçek olup olmadığını bilmiyorsun. Öncelikle gerçek olup olmadığını öğreneceğiz. Eğer gerçekse isyanın neden çıktığını öğrenmemiz lazım. Ve işin içinde Sentagon'un olup olmadığını. Sonra Torken'e geri dönebiliriz. Eee,eğer uçak bulursak tabii,''diyip gülüyor.
''Uçak bulmak sorun olmayacaktır,''diyip şişemi çıkarıp birkaç yudum su içiyorum.
''Bu arada bana şu gördüğün öngörüyü anlatır mısın? Ben de bilmeliyim ki buradaki işimiz çabucak bitsin''
''Eh..Tamam. Ben Klipto'nun sınırındaydım. Kocaman bir tabela vardı. Arkasında da Sentagon ve Torken'in bayrakları yanıyordu. Ondan sonra da bir kayanın üstünde bir evrak gördüm. ''Eski Dost -H'' denen adam bir şeyler yazmıştı. Tam hatırlamıyorum ama şu an onu.''
''Anladım. Ben şahsen korkmamanı tavsiye ederim. İçinde olduğun durum ki çok zor bir durum, hepimiz senin yanındayız. Seni daha bir haftadır tanıyor olsam bile.''
''Teşekkür ederim,'' diyip gülümsüyorum.
Geriye kalan yolculuk süresince konuşup kahkahalar eşliğinde yola devam ediyoruz. Klipto tepelerin ardında yakın gibi duruyordu ama hiç de yakın değilmiş. Bir buçuk saattir yoldayız. En sonunda Klipto'nun fabrikalarını görebiliyorum. Bacaları bembeyaz gazlarla dolup taşıyor. O kadar çok fabrika var ki sanki o alan yüksekten tamamen beyaz bir gazla örtülmüş gibi duruyor. Klipto'ya girerken nedense kimseyi göremiyorum. Ama bu benim işime geliyor tabii. Fark edilmek istemem.
Yarım saat daha süren yolculukta sıkıntıdan patlamak üzereyim. Araba o kadar hızlı gidiyor ki çevremdeki hiçbir nesneyi doğru dürüst seçemiyorum bile. Kerem'in bu kadar hızlı gitmesinin ardındaki sebebi hala anlamış değilim. Gözlerim yavaş yavaş kayarken uykunun içine atlamaya can atıyorum ama ani bir frenin etkisiyle başım öne savruluyor ve bir süre kafamı geriye doğru çekemiyorum. Neler olduğunu anlamış değilim ve cidden merak ediyorum. Kuşku,korku ve panik içinde Kerem'e başımı çeviriyorum. O da benim kadar korkulu görünüyor. Bana gözleriyle ileriyi işaret ediyor. Bakmak istemesem de aşağıdan kafamı kaldırıp bakıyorum. Gözlerim odaklamayı bitirdiğinde görüntüyle karşı karşıya kalıyorum.
Klipto tabelası, çok fazla sayıda bağıran insan ve yanan iki tane dev Sentagon ve Torken bayrağı.
***
''Hayatta bazen olacağını bildiğiniz halde olmasını istemediğiniz şeyler bulunur. Çünkü eğer o şeyler yaşanırsa yapabileceğiniz hiçbir şey olmaz ve darmadağın bir şekilde bir oraya bir buraya koşturup durursunuz. Ama iş işten geçmiştir ve size sadece olacakları izlemek düşer.'' Benimki de aynen öyleydi. Kan çanağına dönmüş gözlerimle bağıran insanların öfkesini vücudumun her bir hücresinde hissedebiliyorum. Bağıran, elinde meşaleler bulunan, Torken bayrakları yakan binlerce insan. Kafam almıyor bunları. İnsanların ne düşündüğünü bir türlü kestiremiyorum. Olmuyor.
''Çağrı?! Çağrı! Çağrı kendine gel!''
Kerem'in beni dürtmesiyle biraz da olsa kendime geliyorum. Gözlerim bulanık görüyor,ağlıyor muyum yoksa gözlerim duyusunu mu kaybediyor bilmiyorum. Kerem beni sarsıyor ve üzerime önceden giydiğim güneş gözlüklerini ve şapkayı takıyor. Nefeslerim sıklaşırken boynumda bir acı hissediyorum. Bir anda nedenini bilmediğim bir güç beni etkisi altına alıyor ve kendimi uykunun kollarına atıyorum.
Uyandığımda kendimi bir koltukta battaniyeye sarılmış halde buluyorum. Burası sıcak ve anlayamadığım bir şekilde güvenli görünüyor. Ve yan taraftan gelen yemek kokusu da cabası. Doğrulup etrafıma bakınıyorum. Pencerenin perdeleri açılmış,içeri güneş giriyor. Dışarıya bakılacak olursa akşamüstü çoktan olmuş. Odanın içi sıcacık ve tablolarla dizayn edilmiş. Ve görünüşe bakılırsa bulunduğum yer apartman.
Üstümdeki battaniyeyi atıp ayağa kalkıyorum. Pencereden baktığımda hayli yüksekte olduğumuzu anlıyorum ama kafamı kurcalayan bir şey var; ben buraya nasıl geldim ve burası kimin yeri? Ayrıca Kerem nerede? Ellerimi göğsümde birleştirip düşünürken arkamdaki kapı açılıyor. Bu Kerem! Koşarak ona sarılıyorum. O da bana sarılıyor. Gözlerinde soru soran bir ifade var.
''Nasıl hissediyorsun?''
''Fena değil. Sadece biraz boynum acıyor,o kadar.''
''Verdiğim ilaç çok ağırdı. Fazla uyuman için biraz fazla enjekte ettim.''
''Neden?'' diye sorarken telaşlanmaya kendimi hazırlıyorum.
''Çünkü..Çünkü o eylem yapan insanların bazıları senin yüzünü gördü ve doğal olarak oradan çıkmak zorunda kaldım. Onlara izimi kaybettirdikten sonra Sentagon'a tekrar döndüm. Hiç de kolay olmadı. Ve senin de durumunu düşünecek olursak fazla uyumanı tercih edip yarım saat sonra ikinci dozu sana aşıladım. Boynun bu yüzden ağrıyor.''
''Kerem,inan ne boynumun ağrısı ne de başka bir şey umrumda değil. İsyanlarla ilgili bir şey öğrenebildin mi? Elimizde neler var?''
''O konular bende değil. Bizi evinde ağırlayan kişide.''
''Selam!'' diyen bir kişi odaya giriyor. Elinde bir tepsi ve içinde yemekler var. Elindekileri yanımızda bulunan masaya bırakıp bana dönüyor.
''Merhaba tekrar, ben Melisa.'' Türkçeyi sonradan öğrendiği çok belli.
''Merhaba. Ben de Çağrı. Memnun oldum.''
''Bak sen, demek o meşhur Çağrı Sentagon'a gelmiş. Üzgünüm Çağrı'cığım ama burada hiç sevilmiyorsun. Ama şanslısın. Sevildiğin bir mekandasın. Sentagon'a neden geldiğin de merak konusu. Ama şu an sana bunları anlatıp seni daha fazla germeyeceğim. Hadi gelin,yemek yiyelim.''
Yemek yerken Melisa ile Kerem gayet samimi bir şekilde konuşuyorlar. Birbirlerini önceden de tanıdıklarına eminim. Hatta önceden bir ilişki bile yaşamış olabilirler. Aralarındaki huzur dolu konumuzdan uzak konuşmalarından sonra Melisa bana dönüp '' Evet Çağrı, sana nasıl yardımcı olabilirim?'' diye soruyor. Soracağım o kadar çok şey var ki.
''Neden isyan çıktı ve ben neden burada ünlüyüm?'' diye aptalca bir soruyla başlıyorum.
''İsyan aslında tam olarak birdenbire çıkmadı. Biliyorsun ki 2260 yılında Sentagon kuruldu ve daha yeni yeni yerine otururken 2265 yılında Torken - Sentagon savaşı patlak gösterdi. İşin garip tarafı iki tarafın da tek olmasıydı. Tam anlamıyla birebir bir savaş oldu. İstanbul yerle bir oldu. Ama Sentagon da harap olmuştu.Ve çok garip bir şey var. Savaşın sonunu ise kimse hatırlamıyor. Ben bile. Savaştan 2 yıl sonra İstanbul yeniden inşa edildi ve adına Yeni İstanbul dendi.''
''Neden savaşın sonunu kimse hatırlamıyor? Ne oldu acaba?'' diye sorarken bile bu işte başka bir işin olduğunu seziyorum.
''Dediğim gibi kimse hatırlamıyor. Her neyse savaş biteli 1 yıldan fazla oldu biliyorsun ve evlatları,yakınları ölen insanlar nedensizce intikam hırsıyla doldu. Son haftalarda da burada Torkenlilerle de kavgalar çıkınca olaylar çığrından çıkmaya başladı. İşin garip yanı ise Sentagon Yönetimi'nin bu olaylara hiç karışmaması. Sanki yine bir savaş olmasını istiyor.''
''Peki..,'' diye başlıyorum ve daha sormaktan korktuğum bir soruyu soruyorum. ''Benim hakkımda neler biliyorsun?'' Gelen her türlü cevaba hazır mıyım?
''Söylediğim gibi insanlar savaşın nasıl bittiğini hatırlamıyor. Ama savaş sırasında burada olduğuna kalıbımı basarım. Ama nedense tek başınaydın. Elinde bir kılıç vardı, diğer elinde de tabanca. O sıralar devlet binasında çalışırdım. O yüzden savaşta senin neler yaptığını biraz da olsa biliyorum.''
''Benimle birlikte bir kere bile olsa gördüğün bir kişi var mıydı?'' İşte asıl cevap geliyor. Belki söyleyeceği şey kimliğimi bulmamda yardımcı olabilir.
''Bir kere kamera kayıtlarında seninle birini görmüştüm. Bir kadındı. Senin yaşlarında birisi. Siyah saçları vardı. Sana bağırıyordu ve sen de susuyordun. Sonra o kız kameranın olduğunu fark etti ve elindeki silahla kamerayı vurdu. Bu kadar. Zaten görüntüleri sızdırdığımı öğrenince beni kovdular. Ölüm cezasına çarptırıldım ama bir şekilde yaşıyorum,'' diyip aptal aptal gülmeye başlıyor.
Bu sırada Kerem'in yemeğini çoktan bitirip bizi dinlediğini görüyorum. ''Sen ne düşünüyorsun bu konu hakkında?'' diye bir soru soruyorum.
''Bence o isyanın nedenini öğrenip buradan hemen gitmeliyiz. Torken'i özledim.''
''Bu o kadar kolay olmayacak.'' diyip toparlanmaya başlıyorum.
''Hadi millet! Yapmamız gereken işler var!'' Kerem'in sesi tüm evde yankılanıyor.
***
Evden çıktığımızda Kerem şaşırtıcı bir biçimde rahat görünüyor. Ya da öyle göstermeye çalışıyor. Melisa'nın yüzü fazla derecede makyajlı. Ve bana gelecek olursak, taktığım aksesuarlar sayesinde tanınmıyorum.
Arabaya biniyoruz. Bu sefer ben sürücü koltuğundayım. Araba sürmenin verdiği zevki unutmuş olmalıyım. Ama bu gece yapacağımız şeyler hiç de zevk verici olmayacak. İsyanın çıktığı yere bizzat gidip her şeyi öğreneceğiz. Sonra da evimize döneceğiz. Eğer başımıza bir şey gelmezse.
Gece Klipto göründüğünden de gelişmiş görünüyor. Gökdelenlerin hepsinin ışıkları yanıyor ve resmen bir metropol havası var şehirde. İnsanlar restoranlarda oturuyorlar, parklarda yürüyorlar ve sanki bu şehirde iç karışıklık yokmuş gibi hissediyorsunuz. Olan biteni bilmenize rağmen.
Arabayla yavaş yavaş şehrin dışına gelmeye başladığımızda isyan yüzünü yavaş yavaş göstermeye başlıyor. Çöp konteynerleri devrilmiş,bir tane bile koşmayan,bağırmayan bir insan yok. Bu insanlar neden bu kadar azgınlar?
Arabayı bir yere park edip içinden yavaşça iniyoruz. İsyancı gibi görünmek için elimizden geleni yapacağız ki yapmak zorundayız. Yoksa geçen her saniye ölüm fermanımızı imzalamış oluruz. Sokakların içine doğru ilerlerken insanların bağırışları duyuluyor. O kadar çok insan var ki kulaklarınız sesler yüzünden çınlamaya başlıyor. İçimdeki kuşku ne polislere yakalandığımızda bitti,ne de isyancıları gördüğümde. Hala devam ediyor. Her şeye hazırlıklı olmalıyım. Melisa'yla Kerem'den birer tane tabanca alıp mermileri şarjöre dolduruyoruz. Yedek mermileri de cebimize attıktan sonra tempomuzu arttırıyoruz.
Yaklaşık yarım kilometre koştuktan sonra büyük bir insan topluluğu ile karşılaşıyoruz. Bağırıyorlar ve çok hırçın görünüyorlar. Aralarında simalarından da çıkardığım Torken'li insanlar da var. Nedense bir daire şeklinde dizilmişler. Ortaları boş. İnsanları itip kakarak ortayı görebilecek kapasiteye geliyoruz. Ortada diz çökmüş insanlar var. Birbirlerine bağlanmışlar. Ağızlarını da bağlamışlar ki sadece inililerini duyabiliyorum. Aralarından biri ağzındaki bezden kurtulup ''Bize yardım edin'' diye bağırıyor. Anlayamadığım şey bu kişi az önce Türkçe konuştu. Ve bu insanlar Torken'li.
***
''Kerem,Kerem! Bu insanlar Torken'li! Onları öldürecekler! Bir şeyler yapmalıyız!'' dememe kalmadan bir silah sesi duyuyorum. Başımı telaşla o yöne çevirmemle beraber o haykıran adamın başından vurulduğunu görüyorum. İlk önce olayı sindiremiyorum. Etrafımdaki gülüşler kulağıma uğultu gibi geliyor. Hayır. Bu sefer olmayacak. Bu sefer yenilmeyeceğim! Bu sefer intikamımı alacağım!
Yerimden fırlamamla silahımı çıkarmam bir oluyor. O adamı vuran adamı bulup alnının ortasına mermiyi gönderiyorum. Patlayan silah sesi başka bir yönden gelince bir suskunluk çöküyor. Ama bu sessizlik fazla sürmüyor. Bir adam kendine hakim olamayıp bağırarak silahını çıkarıyor. ''Hey sen! Baksana buraya!'' diye bağırıp tabanca horozunu çekiyor. Tam tetiğe basacakken bir mermi de onun kafasına geliyor. Bu Melisa. Olayların bu şekilde işleyeceğini kim nereden bilebilirdi?
''Çağrı! Çabuk gel! Buradan acilen ayrılmamız gerekiyor. Burada ölebiliriz!'' Kerem adeta haykırıyor. Üçümüz aralarından ayrılıp koşmaya başladığımızda silah sesleri çoktan artmaya başladı bile.
Ara sokaklardan birine sapıyoruz. Tüm gücümüzle koşuyoruz. Arabaya binip buradan gitmemiz gerekiyor. Fakat bir sorun var. Araba bu kadar uzakta değildi. Ya da aradaki mesafe bana şu an çok uzun geliyor.
Bacaklarım yanmaya başladığında bile koşmaya devam ediyorum. Kerem elindeki silahını beline koyup temposunu daha da artırıyor. Ondan ilham alıp Kerem'e yetişiyorum. Tüm gücümüzü koşmaya veriyoruz. O yüzden ne sağımıza ne de solumuza bakabiliyoruz. Melisa ise bizle arayı açtı.
''Gençken atletizm yaparmış.'' Kerem gülmeye başlıyor. Bende de bir tebessüm oluşurken ayağımda oluşan bir acı yüzünden yere yuvarlanıyorum. Çok hızlı koştuğum için birkaç saniye yuvarlanmakla geçiyor. Canım çok yanıyor. Elimi acıyan yere götürdüğümde kanadığını fark ediyorum. Ve geriye bakınca bir gencin beni vurduğunu anlıyorum. Bana koşarak gelmeye devam ediyor.
''Kerem!''
Bana yaklaşıyor. Gözleri öfkeden adeta kan çanağına dönmüş.
''Kerem!''
Elimi silahıma götürüyorum. Bunu yapmak istemiyorum. Lütfen beni zorlama. Lütfen!.. Çocuk bana son hızda yaklaşmaya devam ediyor. Ani bir hareketle silahımı çıkarıp onu başından vuruyorum. İşte savaş beni bu hale getiriyor.
***
Kerem'in yanıma geldiğini bile hissetmedim. Büyük ihtimalle silah patladığında yanıma koşmaya başladı ama benim yapmak zorunda olduğum şeyi yapamadı. Ya da yapmadı. Kerem beni arabanın arka koltuğuna yatırırken gözlerimden yaşlar eksik olmuyor. Durmadan akıyorlar.
''Kerem,az önce bir çocuk yaşta sayılabilecek birini öldürdüm. Bunu ben nasıl yaptım?'' derken bile hıçkırıklarım kesilmiyor.
''Çağrı lütfen, bunu yapma. Bunu yapmak zorundaydın. Yapmasaydın sen ölecektin. Ve şimdi,lütfen beni affet.'' diyip yaramın üstüne alkol döküyor. Acıdan bağırmanın öteki boyutuna geçiyorum. Gözlerimdeki yaşlar bu sefer acıdan akıyor.
''Şanslısın,Çağrı. Kurşun içine girmemiş. Sıyırmış. Şimdi bağlayacağım,'' diyip Melisa'nın çantasından bir bez parçası alıyor. Melisa ise bağlamasına yardım ediyor.
''Kerem,Melisa bugün burada bu iş bitmeli. Dayanamıyorum artık. Her şey üst üste geliyor. Bu gece bu olay bitecek ve evimize geri döneceğiz,tamam mı? Şimdi Melisa'nın evine gitmeyeceğiz! İsteyen varsa gidebilir. Hiç kırılmam. Ama ben burada kalıyorum.''
''Çağrı bu çok tehlikeli bir durum. Her an ölme tehlikesiyle karşı karşıyasın. Daha çatışma sesleri dinmedi bile! Bugün olmaz Çağrı. Şimdi olmaz. Göz göre göre seni kaybedemem.''
''Kerem,senin kaybedecek şeylerin olabilir. Ama benim kaybedecek hiçbir şe...'' Bir patlamanın etkisiyle sözüm kesiliyor. Patlama o kadar şiddetli ki Kerem arabanın içine uçuyor. Melisa ise kafasını cama çarpıyor. Ben de kafamı koltuğa gömmek zorunda kalıyorum.
Alevler geldiğimiz yerden yükselirken etraf sessizliğe gömülüyor. Ardından başımızın üstünden çok sayıda uçak geçiyor. Bombaları atan uçaklar bunlardı herhalde. Sonra bağrışmalar yükseliyor. Beklenen Sentagon müdahelesi geldi. Ama biraz abartılı oldu. Orada bulunan en az bin kişi öldü. Ve onların büyük çoğunluğu kendi ülkesinin vatandaşlarıydı.
''Hemen oraya gidip neler olduğuna bakmalıyız Kerem! Hadi!''
''Aptal mısın Çağrı?'' Bu ses Melisa'dan geliyor. Kanayan başına pansuman yaparken ''Her an yeni bir bomba daha atılabilir. Bok yoluna mı ölmek istiyorsun?'' Beklemeliyiz ya da eve geri dönmeliyiz.'' diyor. Kerem ise bana bile sormadan arabayı alıp geri geri sürmeye başlıyor. İkisinin de görüşlerine katılmak zorunda olup arka koltukla acıyan yaramı elimle tutuyorum. Sanki dinecekmiş gibi.
***
Eve geldiğimizde Melisa direk televizyonu açıyor. Doğal olarak her kanal bu bombalamayı konuşuluyor. Verilen bilgilere göre 2365 kişi hayatını kaybetmiş. Ama Sentagon yönetimi sezzsizliğini koruyor. O sırada kanalda geçen altyazılardaki bir haber dikkatimi çekiyor:
''BUGÜN KLİPTO'NUN MERSENA SEMTİNDE YAPILAN İSYANLAR YENİ BİR BOYUTA ULAŞTI. KAYNAĞI BİLİNMEYEN UÇAKLAR MERSENA'YA BOMBA YAĞDIRDI. İSYANCILARIN ARASINDA TORKEN İLE YAPILAN SAVAŞTA YER ALAN KİŞİLER DE SÖZ KONUSU. ÖRNEK OLARAK YAPILAN SAVAŞTA BÜYÜK ROL OYNAYAN ÇAĞRI KUTLAR DA İSYANCILARIN İÇİNDE GÖRÜLDÜĞÜ BİR KAMERA KAYDI TARAFINDAN ELİMİZDE. ŞU ANA KADAR KAYIP OLDUĞU SANILAN ÇAĞRI KUTLAR'IN BURADA OLUP OLMADIĞI YA DA YAPILAN BOMBALAMADA ÖLÜP ÖLMEDİĞİ TARTIŞMALARA YOL AÇTI. DETAYLAR BİRAZDAN...''
''Lanet olsun lanet olsun! Ebeni sikeyim Çağrı! O adamı vurmak zorunda mıydın!''
''Ne yapsaydım Kerem! O an onu yapmasaydım diğer Torkenliler de ölecekti!''
''Şimdi yaşıyorlar ya, ne güzel! Aptalın önde gidenisin Çağrı!''
''Allah aşkına sus Kerem! Seni hiç çekemeyeceğim.'' O sırada ayağıma yeni bir kramp giriyor. Krampın etkisiyle sendeleyip kendimi koltuğa atıyorum. O sırada anlıyorum; yaraya dikiş atılması gerekiyor ve bunu yapacak ne doktorumuz, ne ekipmanımız var.
''Dikiş lazım. Canım çok yanıyor. Böyle giderse enfeksiyon kapar. Çabuk bir şeyler yapın!''
''Canın çok acır Çağrı. Bunu yapabileceğimizi sanmıyorum,'' diyor Kerem. Gözüm bir anlığına Melisa'ya kayıyor. ''Melisa, bunu yapmak zorundasınız. Buradan bir an önce gitmek istiyorum. Lütfen.''
''Bir bakalım,'' diyip yaramı açıyor. Yaram çok derin olduğu için kanın pıhtılaşmasına imkan yok. Mutlaka tıbbı bir yardım gerekiyor. ''Çağrı, seni uyutmamız gerekiyor. Çünkü anestezi malzemem yok. Canlı canlı yaparsak da acı komasına girebilirsin. Of! Bilmiyorum!''
Ellerim titriyerek çantamı gösteriyorum. ''Bende uyku ilacı var. Adı Lunesta. Nedenini sormayın, getirin.'' Kerem ilacı çantamdan alıp getiriyor. Suyla karıştırıp bana veriyor. Yaklaşık 15 dakika sonra bitkin düşmeye başlıyorum.
''Başlamaya hazır mısınız çocuklar?'' diyorum bitkin bir sesle. Melisa Ve Kerem'in ne dediğini duymadan etrafım karanlığa bürünüyor.
Bir ses var. Giderek yaklaşıyor. Bir alarm sesi. Alarmın nereden geldiğini anlamaya çalışıyorum. Kafamı arkaya döndürdüğümde bir görüntü ile karşılaşıyorum. Burası isyanların yapıldığı yer. Bombalama bitmiş, parçalanmış cesetler her yerde. Alarmın sesi o kadar yükek ki, kulaklarımı resmen işgal ediyor. Gözüm yalnız başına yürüyen bir gence takılıyor. Kadın veya erkek olduğunu çıkaramıyorum. Kıyafetlerine ya da hasar durumuna bakılırsa sanki bombalamadan sonra gelmiş gibi. Cesetleri inceliyor,hayır incelemiyor. Sanki bir şey bulmaya çalışıyor. Telaşlı bir şekilde organların arasından geçiyor -ara ara kusuyor-. En son ''Neredesin!'' diye bağırıyor. Sebebini anlamadığım şekilde görüntü değişiyor. Bu sefer daha önce gördüğüm görüntülerden. O çocuk. Yine koşuyor. Arkasında ise silahlı asker giyimli insanlar var. Bir süre sonra silah patlamaları geliyor. İçime bir sıkıntı oturuyor. Az önce o çocuğu öldürmüş olabilirler mi? Etraf bir süre sessiz kaldıktan sonra birdenbire o çocuk karşıma çıkıyor. Ellerine kan bulaşmış. Bana gözlerini kilitliyor.Bağırarak, çaresizce, inatla ''Bize yardım et!..'' diye bağırıyor.
''Bize yardım et!..''
***
Boşluktan kendimi sıyırarak gerçek dünyaya sarsılışlarla geliyorum. Acım biraz da olsa dinmiş ama terden gözümün önünü bile göremiyorum. Kendime geldiğimi gören Melisa ve Kerem hemen yanıma gelip bana bakıyorlar.
''Bacağını diktim. Artık nasıl yaptıysam bilmiyorum ama umarım kopmaz. Bu sürede ayağa kalkmanı önermiyorum; eğer kalkıp çok baskı uygularsan dikişlerin kopabilir. O yüzden maalesef birkaç gün evde oturmak zorundayız.''
''Teşekkür ederim Melisa.''
''Ve Çağrı,dikiş işini hallettiğimize göre,uyku ilacının sende ne aradığını bize söylemek istersin belki?''
''Defne üstünde kullandım.''
''Ne?! Sen ne yaptığını sanıyorsun? Hani Defne'yle konuşmuştunuz? Hani ''bazı'' kararlar almıştınız?!''
''Yalan söyledim. Yalan söyledim tamam mı! Defne'yi buraya getiremezdim. Bunu ona söyleyince kabul etmedi. Yapabileceğim bir şey yoktu anlamıyor musun! Ben onu sizin tahmin ettiğinizden daha çok seviyorum.''
''Bu arada Defne'den çağrı var. Kabul edecek misin?
Defne lafını duyar duymaz tüylerim ürperiyor. Acaba neler diyecek? Acaba beni affedecek mi? Ben neler yaptım?
''Kabul ediyorum.''
Bir görüntü beliriyor. Bu Defne. Gözleri ağlamaktan şişmiş. Hala da ağlıyor. Defne'yi görür görmez lafa girmek istiyorum ama ne diyeceğimi bilmiyorum.
''Defn..''
''Çağrı,sus. Sus! Sen bunu bana nasıl yaparsın? Tek başına nasıl Sentagon'a gidersin! Benim burada ne olacağımı düşündün mü? Sana bir şey olursa ne yapacağımı hiç düşündün mü!'' Bağırması neredeyse yeryüzünde bile duyulacak. O kadar şiddetli bağırıyor ki bunu kendime yediremiyorum.
''Defne, lütfen dur. Açıklayabilirim. Lütfen...''
''Neyi açıklayacaksın Çağrı? Beni nasıl kandırdığını mı açıklayacaksın? Ben o saçma notu okurken ne düşüneceğimi mi açıklayacaksın? Ben o verdiğin ilaçlı suyu içerken ne hissettiğini mi açıklayacaksın? Ben seni bu kadar severken bana nasıl bu kadar yalancı olabildiğini mi açıklayacaksın? Neyi açıklayacaksın!''
''Defne,seni seviyorum,lütfen. Seni kaybedemem anla artık şunu!''
''Beni seviyormuş, heh'' diyip sahte bir gülüş atıyor. ''Sen beni zerre kadar sevmiyorsun. Ben bunu anladım. Aramızdaki her şey bitti Çağrı. Bunu sen istedin,'' diyip hıçkırıklara boğuluyor. Tam ben yine bir şeyler gevelemek için ağzımı açtığımda bağlantıyı kesiyor.
***
''Bunu sen istedin Çağrı.''
''Bunu sen istedin Çağrı.''
''Bunu sen istedin Çağrı.''
Bu cümleyi zihnimde defalarca tekrar ediyorum. Ben böyle olacak hiçbir şey istemedim. Ben sadece Defne'nin Torken'de güvenli bir şekilde kalmasını istedim. Defne bunu anlayamıyor. Ama artık iş işten geçti. Kaybedeceğim hiçbir şey kalmadı. İstediğim şeyi istediğim şekilde yapabilirim artık.
Ani bir şekilde koltuktan fırlıyorum. Üzerimi giyinip Silahlarımdaki mermileri dolduruyorum. Çantamı alıp yedek mermileri ve geriye kalan iki silahı dolduruyorum. Diğer silahı elime alıyorum. İçeri doğru koşuyorum. Kerem beni görür görmez ''Çağrı ne yapıyorsun!'' diyor. Silahımı ikisine tutuyorum ve söylediğim tek şey şu oluyor:
''Arkamdan gelmeye kalkışırsanız ikinizi birden öldürürüm.''
Koşa koşa binadan çıkıyorum. Dikişlerimin acısı beni öldürüyor.Buna rağmen arabayı sürmeye çalışıyorum. Üzerimde hiçbir aksesuar yok. Ne gözlük,ne şapka. Tek başıma isyan yerine gidiyorum. Bu sorumluları bulup hepsini öldüreceğim.
Klipto'nun dün gece geldiğim yerlerine giriyorum yine. Etrafta pek insan yok nedense. Bu işte bir gariplik olduğunu anlıyorum. İsyan yerine yaklaşınca ise, arabayı durduruyorum. Burada biraz beklemeliyim.
Yaklaşık 15 dakika geçtikten sonra arabadan iniyorum. Bir elimde tabanca var. Sırtımda da silah çantam. İsyanın olduğu sokakların birine geliyorum. Parçalanmış cesetlerin hepsi olmasa bile kanlar yerde duruyor. Bir binanın arkasına geçtiğimde ise tüm cesetlerin orada toplanmış olduğunu görüyorum. Görür görmez kusuyorum. Belki de bu kusma, öfkedendi,belki de gerçekten çok gerilmiştim. Tam kusma işlemi bitince arkadan bir ses duyuyorum. Hemen binanın arkasına saklanıyorum. İki tane adam geliyor. Başlarında kask var. Bir insanı da sürükleye sürükleye getiriyorlar. Anlaşılan adam yaralı. Onu da buraya atmayacaklar değil mi? Tam umutlanmışken adamı kafasından vuruyorlar. Adam yere yığılıyor. Sonra adamı alıp cesetlerin arasına atıyorlar. İlerleyen 20 dakika boyunca 10 adamı getirip vurdular. Dikkat ediyorum da bunları yapanlar hep aynı kişi. Eğer onların işini halledersem... Ayaklarım çoktan çalışmaya başlamıştı bile. Dikişlerim kanamaya başlasa da.
Susturucumu büyük bir hızla takıp silahımı havaya kaldırıyorum. Gelecek herhangi bir kişinin alnına kurşun girecek. En sonunda o adamları görüyorum. Büyük bir dikkatle yanlarına yaklaşıp ikisini de başından vuruyorum. Ceplerini kontrol edip malzeme olup olmadığını kontrol ediyorum.
Asıl olayların olduğu meydana çıkınca olayın aslında çok daha ciddi olduğunu anlıyorum. Parça parça olan cesetler her bir yana saçılmış. Yetkililer temizliyorlar. Bunların arasında ilgi çekmeden dolaşmam imkansız. O sırada biri beni görüyor. Bağırarak ''Yabancı biri var,'' diyor. Buradan çıkmam gerekiyor. Hem de hızla. Ama dikişli ayağım buna müsaade etmiyor. Dikişleri yenmek zorundayım. Hızla koşmaya başlıyorum. Dikişlerim çoktan patladı. Ayağım o kadar acıyor ki sendelemeyerek koşmamam imkansız. O sırada karşıma bir adam çıkıyor. Çarpışıyoruz. İikimz de yere düşüyoruz. Adam büyük bir hızla kalkıp yüzüme yumruk atıyor. Ben de karşılık veriyorum. Ayağımı görmüş olacak ki tam dikişin olduğu yere sağlam bir tekme vuruyor. Acıdan inleyerek silahıma ulaşmaya çalışıyorum. Adam dikişimin olduğu yere defalarca vuruyor. Silahıma elimi uzatıp silahı kavrıyorum. Adamın kafasına kabzasıyla vurup yuvarlanarak adamdan uzaklaşıyorum. Silah çantamı da aldıktan sonra ayağa kalkıyorum. Adam cebinden bıçağını çıkarıp fırlatmaya hazırlanıyor. Tereddüt bile etmeden adamı vuruyorum.
Tüm gücümü koşmaya veriyorum. Arabaya binip genel merkeze gitmek tek amacım. Dikişli olan ayağımı hissetmediğim için koşmak yerine yürümeyi tercih ediyorum. Sendeleyerek yürürken arkamdan gelen adamların sesini duyabiliyorum. Hemen bir arabanın arkasına saklanıyorum. Eğildiğim an arabanın altından adamların ayaklarından kaç tane olduklarını kestirmeye çalışıyorum. Ayak sayılarına bakılırsa 4 kişiler. Bunları haklayabilirim. İlerlemelerini bekliyorum. Onlar geçtikten sonra ''Hey siz! Katil piçler!'' diye bağırıyorum. Onlar arkalarına bakana kadar iki tanesini indiriyorum. Diğeri hemen çöp konteynırına sığınıyor. Karşılıklı, filmlerde olduğu gibi çatışıyoruz. En son dayanamıyorum,mermim de bitiyor. Öldüreceğim daha çok adam var. Arabadan çıkıp adamın olduğu yere koşuyorum. Adam neye uğradığını şaşırıyor. Silahımın kabzasıyla adama vurup bayıltıyorum.''Yetti artık.'' O sırada alarmlar ötmeye başlıyor. Durumun ciddi olduğunu anlayıp cesetlerin oraya dönüyorum. Kusa kusa yola devam ediyorum. Dikişimin ağrısı artık başka bir boyuta ulaştı. Ortalık sessiz görünüyor. Arabaya doğru yürürken ellerimi iki yana açıyorum. ''Yeter artık,yeter. Ben artık yoruldum. Neredeysen çık artık bu iş bitsin Sentagon!''iye bağırıyorum. ''Neredesin!''
Arabaya doğru yaklaşıyorum. Nefes nefese kaldım. İçimden hıçkıra hıçkıra ağlamak geliyor. Yandan koşan birlikleri de görünce koşmaya başlıyorum. Koşuyorum,koşuyorum. Arkama bakmadan, ayağımın acısını dert etmeden koşuyorum. Ta ki bir güç beni belimden itip yerle paralel edinceye dek. Nefesim kesiliyor. Sırt üstü dönüyorum. Bulanıklaşan çevremi umursamıyorum bile. Terim boynumdan süzülüyor. Arkamdan aktığını hissettiğim kan yerde belimin yansımasını oluşturuyor. Başımın tepesine insanlar geliyor. Tek söz söyleyecek halde değilim. En son sağ gözümden bir damla yaş akıyor. Sonra gözlerimi kapatıyorum. Her şey kararıyor.
***
Kendime geldiğimde eski gibi görünen bir odanın içindeyim. Ne belim ne de ayağım acıyor. Tedavi edilmiş olmalıyım. Belki de beni kurtarmışlardır. Belki Kerem gelmiştir, belki de Serra yardımıma koşmuştur. Doğruluyorum. Amd doğrulmamı engelleyen bir şey var. İki elimden de kelepçeyle yatağa bağlıyım. Görünüşe bakılırsa kimse yardımıma gelmedi. Gelmelerini istemedim zaten. O sırada kapı açılıyor. İçeri biri doktor biri hemşireye benzeyen toplam dört insan giriyor. İçlerinden birisi gayet sağlam biri gibi duruyor. İncelediğim adam en sonunda konuşuyor.
''Çağrı Kutlar ha?'' Samimiyetsiz bir şekilde gülüyor. ''Seni burası dışında her yerde görmeyi bekliyordum açıkçası. Kendini bize teslim ettin. Onca yaptığın şeyden sonra acaba pişman mı oldun? Kendini bize adadığına göre.''
''Neden bahsettiğini anlamıyorum.''
''Tabii anlamazsın. Acaba kayıp olduğunu sandığımız yaklaşık 15 aylık sürede sana neler yaptılar? Beynini mi yıkadılar? Ya da her şeyi hatırlıyorsun da aptalı mı oynamaya çalışıyorsun? Yemez aslanım. Maalesef sen kaybettin.''
''Kaybedecek biri varsa o da sensin. Ya şimdi olanları her şeyiyle beraber açıklarsın,ya da... yada..''
''Ya da ne? Hah,söyleyecek bir şeyin yok,öyle değil mi? Dur biraz ben anlatayım. Annen ile babanı nasıl öldürdüğümüzle başlayayım mesela. Ya da Serra ile senin bileklerinize nasıl mühür bastığımı anlatayım?''
''Ya da ben babanı nasıl yakarak öldürdüğümü anlatayım sana, ne dersin?'' Bunu neden veya nasıl söylediğime dair en ufak bir fikrim yok ama doğru bir şey söylemişe benziyorum.Adam yanıma yaklaşıyor ve ''Çağrı Kutlar, şu an sana yapacağım şeylerden sonra eğer sağ kalırsan ölmek isteyeceksin,beni anladın mı?!'' diyor ve sonra yanındaki doktorun kulağına bir şeyler fısıldayıp geri çekiliyor. Gülmeye başlarken ''Eğlence başlasın!'' diyor.
Hemşire bileğime bir iğne batırırken yatakta resmen kelepçelerden kurtulmak için mücadele veriyorum. Benle konuşan adam işaret verip üç kişi daha getirtiyor. Gelen insanlar hem bedenimi hem de bileğimi tutuyorlar. Hemşire en son tamamem iğneyi soktuğunda doktor serumun içine bir sıvı dolduruyor. O kadar çok o sıvıdan dolduruyor ki serumun yarısından fazlası o sıvı oluyor. Doktor sıvı akışını başlatıyor. Sıvı içime giriyor. Büyük bir acıyla bağırıyorum. Sanki içeri giren sıvı kemiklerimi eritiyor. Nöbetler geçirmeye başlıyorum.Sıvı resmen bedenimi işgal ederken bilincimi kaybediyorum.


Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: May 03, 2015 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

LABİRENTHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin