BİRİNCİ BÖLÜM

85 10 40
                                    

Bu hayat bize bahşedildi. 
Ne rengimizi biz seçtik     
ne dilimizi ne de ırkımızı!

Tramvay usulca akıp giderken rayların üzerinde Agit, çevresindeki gürültüden bir nebze uzaklaşmak için taktığı kulaklıklar sayesinde şu an Cıwan Haco'nun "Ax û Eman" parçasını dinliyordu.

Üniversiteye hazırlanırken en büyük hayali tıp fakültesini kazanmaktı. Neredeyse yemeden içmeden bu hedef doğrultusunda çalışıyor, gecesini gündüzüne katıyordu.

Sayılı günler çabuk geçer derler. Öyle olmuştu. Sınava girmiş ve büyük bir heyecan içinde sonuçları bekliyordu.

Aslında çözdüğü soruların doğru olduğundan adı kadar emindi. Yine de canlı kanlı bir sonuç kağıdı görmeyene dek rahat etmeyecekti.

Haber geldikten sonra elleri titreye titreye girdi internete. Ve sonunda hayalleri gerçek olmuştu. İlk başta bunun şokuyla duygular iç içe girdi. Birkaç saniye içerisinde hem güldü hem ağladı. Belki de sevinç gözyaşlarıydı o döktükleri.

Her şey üzerindeki şoku atmasıyla başladı.

Evet, kazanmıştı. Fakat bundan sonrasını düşünmemişti. Tercihlerini verirken sadece kazanabileceği illeri göz önünde bulundurmuştu. Onun dışında hiçbir ölçüt yoktu. Ama şimdi işin seyri değişmişti.

Maddi durumları o kadar parlak olmayan Agit'in ilk problemi ekonomik durumdu. Ailesi, bunun için ya kendilerine yakın bir üniversite kazanmasını istiyorlardı ya da akrabalarına yakın bir yeri. Ama o, tercih zamanının heyecanıyla uğraşırken öğretmeni bir yer daha sıkıştırmıştı listeye. Belki de olayın sıcaklığıyla kendisi yapmıştı bu hatayı. Öyle ya da böyle listede o tercih yer almış ve onbeşin arasından yedinci sıradaki çıkmıştı işte.

Agit, pratik zekaya sahip bir çocuktu. Ya doğuştan aile genlerinden almıştı bu özelliğini ya da çok çalıştığı için bu hale gelmişti. Eğer bu cevhere sahip olmamış olsaydı hiçbir öğretmeni onun için uğraşmaz, ekstra ders vermez ve onlarca farklı kitap hediye etmezlerdi.

Ortalamanın altında ve sayfa sayısı yine diğerlerine göre daha az olan küçük not defteri ile mavi tükenmez kalemi masanın üzerinde duruyordu. Yarışmada ikinci olduklarıdan sınıf öğretmeni hediye etmişti kendisine. Onun için hiç ayırmazdı yanından. Onlara dokunmadan bir hesap yaptı. Matematik dersinde en yüksek puanı hep o alırdı. Hatta bazen öğretmen, cevap anahtarı olarak onun kağıdını yapıştırırdı panoya. Yaptığı hesaba göre yol fazla tutmayacaktı. Ne de olsa yılda en fazla iki defa gidiş geliş yapacaktı. Ailesini özleyecekti belki biraz; ama bu fedakarlığı iki taraf da üstlenebilirdi. Yemeği hesapladı sonra. Agit, muhtemelen köyün en iri delikanlısıydı. Küçük yaşta omuzlarına yüklenen sorumluluğun altında ezilmemiş aksine her türlü zorlukla başa çıkmayı bu sayede öğrenmişti. Öğle yemeğini kesip sabah ve akşamı kısarsa oradan da fazla bir şey gelmeyecekti. Fakat konaklamanın altından kalkamazdı. Kuş konmaz kervan geçmez bir köyde bile kiralar almış başını giderken büyükşehirde kim bilir ne kadardı!

Önünde iki yol vardı:

Y

a üniversiteye gidecekti ki bunu yapsa, her yıl hasat mevsini bekleyip ürünlerini topladıktan sonra satıp onunla kendilerine kışlık erzak ve diğer ihtiyaçlarını alan ailesini zor durumda bırakmış olacaktı. Çünkü ailesi onu kırmamak için gerekirse bütün kış sıkıntı yaşamayı göze alıp ona hiçbir şey yansıtmazlardı. Daha doğrusu onlar öyle sanacaklardı. Zira Agit, onların tırnağına zarar gelse bunu bilir ve elinden gelen her şeyi yapardı.

Ya da okulu erteleyip seneye tekrar sınava girecekti. Muhtemelen puanı kırılacaktı. Ama bunun hiçbir ehemmiyeti yoktu. Çalışkan olduğu için yine yüksek bir puanla tıp fakültesini kazanabilirdi. Onu asıl üzen şey başta ailesi olmak üzere tüm sevenlerini üzmüş olacaktı.

Yüreği cız etmişti. Onca emek, bir yanlış yüzünden sıfırlanacaktı. O yaşına kadar hiç şikayet etmemişti halinden. Oysa şimdi fakirliğine lanet okuyordu. Çok değil biraz parası olsa şimdi üzülmek yerine arkadaşlarıyla bunu kutluyor olacaklardı.
İlk defa içinde bir isyan ateşi alevlenmişti kaderine karşı. Çok derinden gelmesine rağme bütün bedenini sarsan sesin tesirindeydi artık. Neden ben Allah'ım neden?

Gözlerine hücum eden yaşları zorlukla durdurabildi. Etrafında oyun oynayan, sohbet eden... çay içen kalabalıklar olmasa gözyaşlarının önüne o seti çekmez, bir çağlayan olup akmasını izlerdi avuçlarında. Ama şimdi bunu yapamazdı. Erkeklik gururunu ayaklar altına alıp millete kendini güldüremezdi.

Sandalyeden çok yavaş bir şekilde kalkmıştı. Buna rağmen neredeyse devrilecekti. Arkasına dönüp derin düşüncelere dalmış bir vaziyette kapıya yöneldi. Tam tokmağa elini atmışken internet parasını ödemediği geldi aklına.

Utandı. Kafeye, arkadaşı bakıyordu. Onun para vermeden gittiğini görüp geri çağırmadığı düşüncesi bir bomba gibi düşmüştü tepesine. Bir an gerçekten görememiş olma ihtimali bir ışık gibi doğduysa da fazla sürmedi. Zira kafenin dört bir yanı kameralarla kaplıydı.

Yüzü al al geri döndü. Tam o sırada ana masanın başında kimse olmadığını görünce yüzündeki kırmızılık dağılıverdi, rahatladı. Oturduğu masanın yanına gelince klavyenin hemen bitişiğindeki küçük not defteri ile kalemi gördü. İçinden kendine birkaç küfür ettikten sonra bu duruma biraz güldü. Sinirleri bozulmuş olmalıydı. Zira en mutlu günü aynı zamanda en kötü günüydü.

Şimdi kendinden emin adımlar atarak köy arabasının yolunu tutmuştu. Kafeden çıkmadan hemen önce kararını vermişti:

Okumayacaktı!

KANI DURDURMAKHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin