Selamun aleyküm kıymetli okurlar, nasılsınız?
Yeni bölüme geçmeden önce, geçen bölümdeki Polat olayının nereden çıktığını söylemek geldi içimden. Yahu yazar kardeş, Polat Alemdar ne alaka? dediniz biliyorum. Doğrusu ben de daha önce izlemedim. Bundan seneler önce çekilmiş bir Doğu Türkistan belgeselinde, caddelerin, çarşılarının ve pazarlarının güzelliklerini görmüştüm. Çocukların neşesini, ailelerin yüzündeki gülümsemeyi hiç unutmuyorum. Belgeselin çekildiği zaman da bu can yakan olaylar var ama fazla değil, sokaklarda askerler göze o kadar da batmıyor. Sonra izlemeye devam ederken binaların üzerindeki Türk sanatçıların posterleri çarptı gözüme. İsim vermeyeceğim ama seviliyorlar kısacası. Sonra büyükçe bir Kurtlar Vadisi afişi gördüm.O zamanlar bunlar çok normal fakat şimdi söz konusu Türklere ait değerler olunca...
İşte Kaşka'mızın Polat hayranlığı buradan geliyor. Şimdi sizi satırlarla baş başa bırakıyorum. Sağlıcakla kalın ♡
*
Genç adam terleyen ellerini kumaş pantolonunun üstüne silerken bakışlarını kaçırdı. Hiç bu kadar gerildiğini hatırlamıyordu. Alnından akan birkaç damla ter kaşlarının üstünde duruyor ve oradan göz kapaklarına doğru bir yol izliyordu. Oysaki havada tatlı bir esinti vardı ve o kadar da sıcak değildi. Elinin tersiyle alnını silerken soracaklarının üzerinde çokça düşündüğünü fark etti. Kelimelerin keskin tarafını yontmak içindi bu bekleyişi. Zira muhatabı bu kelimeler karşısında bu denli toy değildi. Genç adam ise bunu fark edecek kadar tanımıyordu muhatabını.
"Bunca kötülüğün içinde, mutlu anlarınız ve umut dolu hayalleriniz olmadı mı hiç?"
Muhatap, içine birkaç tutam çocukluk serpiştirilmiş ses tonuyla konuşmayı devraldı. Genç adam ise düşündüğünün aksine canı yanan, kelimelerin sivri kısımlarına maruz kalan kişi oldu.
"Çocuktuk ve ufak mutluluklar oluşturup durduk kendimize. Buna inandık. Basitçe değil, tüm benliğimizle kabul ettik. Yalan değildi belki fakat bir seraptı doğrularımız. Gördüklerimiz sınırlıydı ama tüm çocuklardan daha çok düş kurar olduk. Oyuncaklar, şekerler, eğlenceler değildi istediğimiz. Hayallerimizin rengi maviydi. Özgürlüğü isterdik. Bazen yeşili özlerdik. Tek gördüğümüz kireç tutmuş beton duvarlar olurdu. Güller isterdik, dikenleri olan. Tel örgülerle karşılaşırdık, dikenleri can yakan. En çok sevgi isterdik. Nereden ve neden olduğunu bilmediğimiz nefretle karşılaşırdık. Yine de düş kurardık durmadan.
Umutlarımız berrak gökyüzünde yükselen balonlardı ve o kimseler iğneleri ellerimize bırakmıştı. Umudunu yitiren, kendini de yitiyordu. İğneyi kullanan, kukla oluyordu."
Genç adam nazikçe araya girerek, "Siz peki, iğneyi kullandınız mı?" diye sordu.
Umutlarınız yitirip, yittiniz mi?
Muhatabın gözlerindeki sisli acılar gülümsedi. Bu soruya uzun zamandır cevap arayan bilhassa kendisiydi. Zira verecek bir cevabı yoktu. Yalnızca gösterebilirdi.
Avuçlarına baktı. Bir elini hafifçe kaldırdı ve diğer elindeki acıyan kavislerde gezdirdi parmak uçlarını. Tebessüm etti. İğneyi saklamasaydı avuçlarında, böyle acır mıydı canı?
"İğneyi kullanan ben olmadım fakat benim balonlarımın uzandığı gökyüzü dikenli tellerle kaplıydı. Umutlarımı söndüren onlar oldu. Böylece yitip gidense ben oldum."
*
Bir ayın sonunda, ilk kez Sümeyye'yi gülümseten bir olay oldu. Bu gülümseme yüzünde eskisi gibi çocuk neşesi barındırmasa da samimiydi. Gözlere yansıyan bir parlaklıkta, içten ve sıcaktı. İlkuş, Zahir ve Kaşka'yı afallatan bir güzellikteydi bu gülümseme. Görülmeye değerdi. Baktıkça bakılası bir yuva sıcaklığındaydı. Ev gibiydi. Bir gülümsemenin en saf haliydi. Bir kahkahadan küçük ama bir tebessümden büyüktü. Neşeyle kısılan gözleri kederden ilk kez uzaktı. Sebebi ise, Kaşka'ydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Güzkıran
Spirituelles"Hayallerimizin rengi maviydi. Özgürlüğü isterdik. Bazen yeşili özlerdik. Tek gördüğümüz kireç tutmuş beton duvarlar olurdu. Güller isterdik, dikenleri olan. Tel örgülerle karşılaşırdık, dikenleri can yakan. En çok sevgi isterdik. Nereden ve nede...