Bilsen nasıl üşüyorum, al şu ellerimi ısıt biraz.

92 20 10
                                    

Masmavi, aynı gökyüzü gibi; derin, gizemli ve sonsuz. Koskocaman duvarın olağandan fazlasını kapladığı pencereler, masmaviydi. Günün en güzel saatlerinde güneşin, gök maviden kayboluşunu izliyordu hayranlıkla. Bulutların ardına gizlenen pırıltıların siyahlıklarının içinde kayboluşunu merakla bekliyorken ne zaman karardığını bilmediği gökyüzü, tüm ihtişâmıyla gözlerinin önündeydi. Ay'ın kıskandığı beyaz tenini yakan sıcak havanın ardından Temmuz akşamlarının meltemi, bedenini serinletiyorken nefes sesi kulaklarına dolmuştu. O yalnızdı, ölüme terk edilmiş biri gibi; umutsuz, yorgun ve uzak, her şeyden uzak. İnsanlardan, yaşamdan, dünyadan ve duygularından; öyleki en çok duygularından uzaktı. Tıpkı onların yaptığı gibi hayatını terk etmişti. Kaç yaşındaydı, 9? Hayır, belki de 10?

12, bugün benim doğum günüm. Onunla karşılaşmamın 4. yılı. Dolu dolu 4 yıl.

"Jeongguk!"

"Tanrı'm, Taehyung nerede? Her şey hazır, delireceğim."

"Sürekli ortadan kaybolmalarından usandım, hele ki böyle bir günde."

"O kadar da pastalar, hediyeler almıştık. Ayıp olacak."

İki genç kadının ses tonlarından anlaşıldığı üzere kızgın konuşmaları, ufaklığın âksine büyük bedenini sıkıştırdığı masanın altından doluyordu kulaklarına. Saklanıyorlardı. Neyden mi, her şeyden. Belki miniği bunu bilemeyecek kadar ufak ve masumdu; sâdece yalpalayarak yürüdüğü tombik ayaklarıyla saklanbaç oynadıklarını düşünüyordu fakat Jeongguk, kaçıyordu.

Hiçbir zaman doğum günlerini sevmedim, yaşamadığım bir yaşı kutlamaktan bıktım.

Doğduğum güne lânet olsun, bunun için mum üflemeyeceğim.

"Bu masa ne kadar küçük, neden annen ve baban böyle küçük masa alır ki? Altına sığacağım diye belimi kıracağım." Birkaç söylenmenin ardından sırtını tutarak daha rahat bir pozisyona geçmeye uğraşırken ufaklığın, kendi hâlinde yaz mevsiminin getirdiği papatyaların süslediği çimenin üzerinde otları yolmakla meşgûldü. Mücevherdi gözleri, şanslıydı işte çiçekler; tüm hayatıymış gibi bakıyordu iki küçük okyanus onlara. O'na öyle bakar mıydı ki? Yeşil yeşil olmuştu tırnak içleri, biraz da toprak; umurunda değildi.

"Prensesim,"

Çelik gözlerin âksine siyahlıkların hüküm sürdüğü gözlere sahiplik yapan çocuk, parmaklarının arasına sıkıştırdığı bir papatyayı, seslenmesinin ardından meraklı bakışlarını çevirdiği prensesinin kulağının arkasına sıkıştırıvermişti. "Çok yakıştı sana." Gülümsedi, tüm hayatıymış gibi bakarken miniğine, gülümsedi Jeongguk. Gökyüzünü izliyormuşcasına büyülenmiş siyahlıkları, Taehyung'un mavilikleriyle buluşuyorken güzelliğiyle mest oluyordu küçük bedeni; tanrı, ne var ne yok çocuğun üzerine adamıştı sanki. İpeksi tutamlarının kalabalıklığı, papatyanın beyazlığı, esmer teninde şâhane bir manzara sunuyordu. "Gerçekten mi? Güzel miyim?"

Hâlâ harfleri söylemekte zorluk çekiyorsun prensesim.

Oldukça bozuk telaffuzu, kusursuz ses tonunun uyumuyla gizlenip kayboluyordu. Gerçi, Jeongguk bunu duymuyordu. Odaklandığı tek bir nokta vardı küçük bedenin; vişne dudaklar. Konuşurken hareket eden dudakları, sahip olduğu her şeyi adayabileceği o pembe vişnelikler. "Sen benim, en güzelimsin prenses; hem de her şeyden güzel."

"Annem bana prenses olmadığımı söyledi gguk, çok üzüldüm."

Zar zor, aksaya duraksaya sonunda bitirdiği cümlesiyle büyüğünün çehresinde hoş bir gülümseme yer edindirmişti; usul usul keyiflenirken kıkırdamasına engel olmamıştı. Neredeyse gözleri dolacaktı; öylesine içtendi ki hüznü, güldüğünden ötürü suçlu hissetmesine az kalmıştı Jeongguk'un. Küçüktü daha o, ufacık; dünyadan hâbersiz, bildiği tek hüznü şu zamana kadar, annesinin prens diye seslenişiydi. Çünkü hep, siyah saçlı tilkisinin prensesiydi.

Gözyaşlarında Düşlerim SaklıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin