Kadın adamın mezarına baktı. İçinden bir ses dünyanın sonu geldi diyordu. Dünyanın sonu bu haline o kadar çok uyuyordu ki, hiç üzülmeden, hiç korkmadan kabulleniyordu bunu. Yanakları ıslandı. Rüzgarın gözyaşlarını kurutmasına izin verdi.
Dolmuştu adamın zamanı. Kadının yüreğindeki kum saatini onsuzluğa tersyüz ederek gitmişti.
Ama nede olsa büyük aşklar zamana, kalp ağrısına ve mesafelere meydan okurdu. Her şey bitmiş gibi görünse de, büyük aşklar yaşamaya devam ederdi.
Aşk gerçekse bitmezdi. Seven insanlar birbirlerini beklerdi.
Kadın, mezardaki toprağı alıp iki elinin içinde yavaşça ovuşturdu. Bu saatte mezarlıkta ondan başka kimse yoktu. Bu onu ürkütmedi. Mezarlıktan sadece sevdiklerini toprağa teslim etmemiş olan insanlar korkardı.
Adımları onu mezarlığın çıkışına doğru götürürken, adamı affetmeyi diledi. Affetmek özgürlüktü. Affetmek, kaybettiğiniz birinin arkasından tüm yaptıklarına bulduğunuz bahaneydi. Sadece bunun için bile olsa affetmeliydi. Affetmezse bu yük, onu ezerdi.
Bunları düşünürken o aşina olduğu sesi duyar gibi oldu:
"Uykunda ağlıyorsun. Uykunda öpüyorum seni. Korkmadan ağlıyorum senin için. Senin için bir şey yapamayışıma, seni bu dünyada kimsesiz bırakışıma ağlıyorum. Senin için gerçeklik yok. Bu hayat, bu hayatın kuralları yok. Kendine nasıl derinden ve katıksız inanıyorsan, bu hayata, bu insanlarada öyle inanıyorsun. Bunu sana ben anlatamam. Bak bu sensin, bak bu da hayat, bak insanlar seni aslında nasıl görüyor diyemem.
Seni sevginden uyandıramam."