İleride iki tane adam vardı. Neden buraya yollanmıştım, herhangi bir bilgim yoktu. Hedefimin karşımdaki iki adam olduğuna karar verip onlara doğru yaklaştım. Fakat bulunduğum karanlıktan çıkmadım. Karanlığın beni kendi içinde saklamasına, sarıp saramalamasına izin verdim. Baktığım yerde gördüğüm iki adam değildi. Adam zannettiğim kişi bir kadındı. Hararetli bir şekilde tartışıyorlardı.
Böyle bir görüntüyle Milano'nun her yerinde karşılaşabilirdim. Fakat yabancısı olduğum bu ülkede bunlar bana çok uzak geliyordu.
Adamla kadın beni hiç umursamadan ya da görmeden, İtalyan'ca tartışmaya devam ediyorlardı. Aşinası olduğum kelimeler, aşinası olduğum seslerden çıkıyor ve kulaklarıma ulaştıkça anlam kazanıyordu.
Yabancı olmaktan uzak olan kadın, "Senin ne olursa olsun yakalanmanı sağlayacağım, Galtem." diyordu. Yine yüzü bana yabancı olmayan adam kadının kolunu sıkıca tutmuştu. Onu ilk önce kendisine doğru çekti. Yüzleri birbirine o kadar yakındı ki neredeyse dudak dudağaydılar.
"Sabır denilen şey bende yok, Melissa." Her İtalyan'da olduğu gibi çok ağır olan İtalyanca aksanı kulaklarıma ulaştıkça ona duyduğum tanıdıklık artıyordu.
"Bilmez olur muyum, Galtem?" diye alaycı bir şekilde adamın yüzüne karşı sordu ve adamı omuzlarından iterek kendinden uzaklaştırdı. Kendisi de bir adım geri çekildi.
Kadının siyah gözleri kibir ve hırsa bulanmıştı. Bir insanı yanlış yollara sokacak olan iki duygu bir aradaydı kadında. Yolu yanlıştı ya da bozuluyordu. Bulunduğum yerden görebildiğim kadarıyla kadının gözlerinin içerisinde az da olsa hayâl kırıklığı vardı ve belki de kara gözleri belki de bir zamanlar karşısındaki adama sevgi ile bakıyordu.
İhanet en büyük savaş aletiydi. Büyük orduları dağıtan, ümitleri yerle bir edecek tek duyguydu.
En delinmez zırhları delen, en keskin bıçakları kör eden şeydi. Korkum, heyecanım gibi birçok başka şeyimin adını tek kefede toplayandı ihanet. Ruhumda yaşanan ve yaşamaya devam eden, benimle birlikte nefes alan bir kara lekeydi ömrümde. Kabuk tutmayan ve iyileşmeyecek olan tek yaramdı. Geçmişimin, geleceğimin parlak halılarında bıraktığı ayak iziydi. Canıma, ruhuma takılan bir prangaydı ihanet benim için. Ölümcül hasta olan birinin öleceğini bilerek ölmemesi için tanrıya edilen dua gibiydi.
İçim kendisine öyle bir koza örmüştü ki; çelik kadar katı, bir ipek kadar narindi içim.
Kendimi bildiğim iki zamanım vardı. 2 dönüm noktam. 2 milatım. Birisini hatırlamam. İlkini yani. Ama ikincisi... o kadar zalim bir milattı ki, kalbim dayanmaz, yüzüm bir daha asla gülmez zannediyordum. Ama kalbim dayandı. Fakat yüzüm hep aynı içtensizlikte kaldı. Aynı acılar, aynı tatminkârsızlık, aynı çaresizlik. Farklıyım ama şimdi. Babam beni değiştirdi. O oldum. Onu gibi ondan ne fazla ne az.
"Ah, güzel Melissa," dedi adam kadına. Adam kadının aralarına koyduğu 1 adımlık mesafeyi yarım adımında açarak sol kolunu kadının beline mengene gibi sardı. Ve onu hızla kendisine doğru çekti. Bedenleri bir bütün oluşturdu. Kadının canını yakan bu yakınlık adamı zerre kadar etkilemiyordu. Fakat gerçek böyle değildi. Kadının canı fiziken yanıyordu. Ama adam içten içe ölüyordu. Adamın gözlerine bakan herhangi birisi çok boş baktığını düşünürdü. Duygusuz ve sağlam gibi bir iradesi olduğunu falan. Ama durum bundan çok uzaktı. Adam günden güne ölüyordu kendi içinde. Acısı tazeydi. Hâlâ kan kokuyordu. Kabuk tutmamıştı ama artık kanamıyordu. "Çok safsın. Her şeyi geride bırakacak kadar sevdin madem. Gerçekleri görmeden ölmeni istemem."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Le Battute Della Vita
Action© Tüm Hakları Saklıdır "Hâlâ beni göremiyor musun, Regina? Seni nasıl sevdiğimi, sana nasıl vurulduğumu bilmiyor musun? Sende... Sende vurulmadın mı?" diye sordu. Yüzünde hiç sevmediğim ve asla da sevemeyeceğim o beklenti dolu surat ifadesi vardı. ...